Türkiye nereye; Çin’in ‘Kültür Devrimi’ ve derin çürüme!

EVREN GÜRCAN | YORUM

“Devrimler bir gecede olmaz; önce dil değişir, sonra zihin, en son sokak…” 

Bazı devrimler sessizce, adım adım, gündelik hayata sızarak gelir. Çin’de Kültür Devrimi öncesi yıllarda yaşananlar tam da böyleydi: Bir sistemin insan zihnini yeniden şekillendirmesi. Sloganların gündeliğe, şüphenin sisteme, korkunun siyasete dönüştüğü yıllar… Kültür Devrimi’nin yıkıcılığı için bunlar gerekiyordu çünkü.

Başkan Mao, bugünün Çin’inde, yani bir zamanların “Yeni Çin”inde hâlâ saygı ile anılırken, Kültür Devrimi ise övünülerek bahsedilen bir kavram değildir. Zira Dörtlü Çete’nin hikâyesi, tarihin her dönemi için geçerli bir ders gibiydi. Gerçi böyle figürler tarih sahnesine bir anda çıkmazdı; onlar önce gölgede yürür, fikirleri şekillendirir, bir tiyatro oyununa, bir gazete makalesine, bir kültür kampanyasına girerlerdi.

Dörtlü Çete (Sìrénbāng) tam da böyle bir gruptu: Mao Zedong’un son döneminde iktidarın gölgesinde güçlenmiş, Kültür Devrimi’nin ideolojik cephesini örmüş 4 kişiden oluşuyordu: Mao’nun eşi Jiang Qing, Zhang Chunqiao, Yao Wenyuan ve Wang Hongwen. Mao Zedong’un son dönemlerinde sahneye çıkan, ama perde arkasında çok daha önceden konumlarını kurmuş bir gruptu.

Kültür Devrimi patlak vermeden önce, fikir alanını ele geçiren ilk hamleleri yaptılar: Gazetelerde kaleme aldıkları yazılarla ılımlı kadroları hedef aldılar, tiyatro ve edebiyat dünyasını ideolojik bir savaş alanına çevirdiler, kitle örgütlenmelerinde sessizce mevzi kazandılar. 1966’da Kültür Devrimi başladığında ise artık gölgede değil, merkezdeydiler.

Devrimin ateşini körükleyen bu isimler, Mao’nun ölümünden sonra bir anda rejimin günah keçisine dönüştü. 1976’da tutuklandılar; kimine müebbet, kimine ağır hapis cezaları verildi, bazıları hapiste öldü ya da intihar etti. Bir zamanlar devrimi şekillendiren bu figürlerin akıbeti, devrimin bir gün kendi evlatlarını yediğinin tarihsel bir örneği olarak hafızalara kazındı.

Bu yazıda, Dörtlü Çete’nin Kültür Devrimi’yle tarih sahnesine çıkmadan önce yaşananları ele almaya çalışacağım. Bu minvalde, yaşanan bu olayların Dörtlü Çete’nin elini güçlendirmede nasıl önemli bir rol oynadığını, – belki ilk etapta müdahil olmasalar da – sonradan Çin’in tarihini, kültürel değerlerini bir süreliğine yok etmiş bu acı devrime nasıl gittiklerini aktarmaya çalışacağım.

Halk demokrasisi: Benim demokrasim…

İlk adım siyasi dilin yeniden inşasıyla başladı. “Halk demokrasisi” kavramı, kulağa özgürlük vaat etti ama gerçekte “halkın” kim olduğunu parti belirledi.  Her gün makbul yurttaşın ölçütleri değişiyor; dünkü yoldaş, bugünün “sağ sapmacısı”na dönüşebiliyordu. Dil, bir kapıydı: İçeriye kimi alacağını, dışarıda kimi bırakacağını fısıldıyordu. Bu yeni dil, hukukun yerini tutan bir ahlâk defteri gibi işliyordu; satır aralarında, “biz”in nerede bittiğini, “onlar”ın nerede başladığını öğretiyordu. Zira dünkü yoldaşın, ertesi gün “şüpheli unsur” ilan edilmesi, artık şaşırtıcı değildi.

Devletin “işleyen” omurgası özenle kırıldı

Çin Halk Cumhuriyeti kurulduğunda, devletin idaresinde, maliyesinde, ordusunda, diplomasisinde ve akademisinde Kuomintang yani Milliyetçi Çin Partisi kökenli uzman kadrolar kritik bir rol oynuyordu. Parti ideolojisi tam olarak yerleşmeden sistemi ayakta tutan da bu kadrolardı. Ancak Mao, rejimi konsolide ettikçe bu deneyimli kadroları “eski rejimin kalıntısı” olarak ya görevden aldı ya da tasfiye etti.

Bu adımda, tasfiyeler normalleştirildi. Tasfiye bir operasyon değil, bir süreçti. Önce toplum önünde etiketleniyorlardı: “eski rejimle ilişkili”, “burjuva kökenli”, “yabancı etkisine açık”… Sonra öz eleştiri seansları, “hataların kabulü” ile korku ortamı yayılıyordu. Bazen de bu kişilerin ya kapıları işaretlenerek, ya da medya aygıtlarıyla hedef alınarak itibarı yok ediliyor, kürsüsü elinden alınıyor, ismi siliniyordu.

Bu kişiler, bazenleri de bir sabah aniden evlerinden alınırdı, akıbetleri bilinmezdi ya da ülkenin en ücra köylerine gönderilirlerdi. Böylece tasfiye bir şok değil, gündelik bir alışkanlık haline gelmişti. Bazı bürokratlar siyasi iktidara boyun eğdiklerini ilan ederek, başlarına bir şey gelmemesini umarlardı. Onları en “ilerici” olarak görmek de kimseyi şaşırtmazdı.

Kitle seferberliği için hikayeler gerekliydi

Kitleler nasıl harekete geçiriliyordu? Önce hikâye verildi: Geçmişin günahları, bugünün görevleri, yarının ütopyası… Ardından ritüeller oluşturuldu: Duvar gazeteleri, eleştiri toplulukları, yürüyüşler, yeminler bitmezdi. Slogan, düşüncenin yerini aldı; kalabalıklar ise vicdanın… Herkes aynı sloganı tekrarlar, aynı marşı söyler, aynı hedeflere bakardı. Kitle seferberliği, korkudan çok daha etkili bir silahtı: çünkü düşünmeye vakit bırakmazdı. Bunlaruın neticesinde gençlerle silahlı topluluklar oluşturulduğunda Kültür Devrimi’ne giden yolda önemli bir eşik aşılmış oldu.

İdeolojik baskı mekanizmaları: Görünmez bir iç polis

Parti, yalnızca kurumlarda değil, kafaların içindeki kürsüde de oturmak istiyordu. Bunun yolu, itirafı bir arınma değil, kontrol aracına çevirmekten geçiyordu. İnsan kendini anlatmaya başladıkça, zayıf yerlerini ifşa ediyor; sistem de tam oradan yolunu buluyordu. “Doğru çizgi”ye yaklaşmak için atılan her adım, bir itiraf ekonomisi kurmuştu. Böylece herkes biraz gözetmen, biraz gözetlenen haline gelmişti.

Bir noktadan sonra devlet artık sadece yukarıdan değil, yandan da denetlemeyi yaygınlaştırdı. Komünler yani mahallelerde ihbar sistemi işliyordu: Komşu komşuya, kardeş kardeşe bakamaz hale gelmişti. Sessiz kalmak bile suçtu. Aile, ideolojik denetimin en küçük hücresine dönüşmüştü. Korku, artık kapıda değil, evin içinde nefes alıyordu.

Komün, ortak emeğin ve paylaşımın yuvası olarak anlatılıyordu; pratikte ise yakın temasın doğurduğu sürekli gözetim alanıydı. İhbar, yalnızca devlete bilgi taşımak değildi; statü kazanmanın, güven tazelemenin, cezadan kaçmanın da aracıydı. En sarsıcı kırılma burada oldu: dostluk yerini şüpheye, şefkat yerini bildirime bıraktı. Aile bile “halk demokrasisi”nin en küçük hücresi olarak denetime açıldı…

Milli Burjuvazi’nin yükselişi ve hazin düşüşü

Erken dönemde, üretimi ve ticareti döndüren “milli burjuvazi”ye taktiksel bir kredi açılmıştı. Gerekçe netti: Fabrika çalışacak, istihdam sürecek, ülke kalkınacaktı. Ama ideoloji, taktik ile doktrin arasındaki çelişkiyi uzun süre taşıyamazdı. Gerçi “Geçici müttefik” hep geçicidir; sınıf teorisi, dönemin ihtiyaçları karşılandığında hesabı kapatmayı ister. Ve bir sabah, “millî” sıfatı silinir; geriye sadece “burjuvazi” kalır.

Evet, bir sabah, “yararlı unsur” yerini “sömürücü sınıf”a bırakıyordu. “Milli burjuva” diye “övünç” kaynağı olan “yerli ve milli” iş insanlarının mallarına el konuluyordu, isimleri siliniyordu. Dün alkışlanan, bugün lanetlenirdi.

Tekerrür eden tarih miydi yoksa sosyal çözülmeler mi? 

Ülke içerisinde kampanyalar hızlandıkça, “geçici ittifaklar” günah keçilerine dönüşüyordu. Üretimdeki aksaklıkların, kıtlığın, plandaki hataların, ekonomik sorunların sosyo-psikolojik faturası yeni hedeflere kesiliyordu. Dün “yararlı” sayılan iş insanı, bugün “sömürücü”; dün “yeniden eğitilen” entelektüel, bugün “inatçı sağcı”ydı. Bu ve bunun gibi örneklerin her türlüsüne rastlanıyordu. Çünkü sistem, başarısızlıklarını kişilere ihraç ederek ayakta kalıyordu; ihraç edilenler de tarihin arşivine “sapma” olarak kaydediliyordu.

Ve toplum, farkına varmadan çözülüyordu. Kimse birbirine güvenmez; dostluk, yerini temkinli sessizliğe bırakır olmuştu. Bu, büyük bir patlama şeklinde olmamıştı, yavaş ama derin bir çürüme yaşanıyordu. İşte Kültür Devrimi tam da bu zeminde filizlenmişti: çatışmalar değil, uzun bir hazırlık dönemi onu mümkün kılmıştı. “Eskiyi yık, yeniyi yap” denilerek bir tarihin yok edildiği bir dönemin ön hazırlığı bu şartlarda gerçekleşmişti.

Bazen bir rejimin tarihini anlamak için büyük olaylara değil, insanların nasıl sustuğuna, nasıl konuştuğuna, nasıl birbirine baktığına ya da baktırıldığına bakmak gerekirdi. Çünkü devrimler yalnız meydanlarda değil, zihinlerde kazanılır ya da kaybedilirdi…

Bugün Türkiye’de yaşananlar da, o günkü Çin’den çok farklı değil. Bir zamanlar rejimin kurulmasına öncülük eden, “yerli ve milli” diye yüceltilen bazı iş insanları, siyasetçiler ya da gazeteciler bugün gözaltında ya da tutuklu.

Dün nasıl ki Dörtlü Çete, Mao’nun ideolojik düzenini inşa edip ardından aynı düzenin hedefi haline geldiyse, Türkiye’de de iktidarın ekonomik ve siyasi gücünü büyütenler şimdi aynı mekanizmanın yaşayacağı derin sarsıntılar altında ezilecek gibi görünüyor. Erdoğan sonrası döneme dair güç mücadelesi derinleştikçe, rejim kendi içinden yeni düşmanlar üretmeye başladı.

Ortaklığın yerini kuşkunun aldığını söylemek artık kehanet olmasa gerek. Çünkü tarih, iktidarın ideolojik aygıtını kuranların, bir gün o aygıtın hedef tahtasında yer aldığına çokça şahit olmuştur. Türkiye bugün, geçmişin o kadim döngüsüne bir kez daha tanıklık ediyor; bu, belki tarihin aynıyla tekerrürü olmayabilir… Ancak iktidar savaşlarının değişmeyen alışkanlığı yeniden sahnede: bir devrim daha kendi evlatlarını yeme hazırlığında…

 

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin