Türkiye-ABD dost mu düşman mı konusu ve Rus ruleti

Analiz | Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman

Uluslararası ilişkilerde çok bilinen bir cümle vardır ve bu alanda eğitim almaya başlayan öğrencilere ilk öğretilen cümlelerden biridir: uluslararası ilişkilerde ülkelerin dostu veya düşmanı olmaz. Ya da daha doğru ifadeyle, ülkeler arası ilişkilerde sürekli dostluklar veya sürekli düşmanlıklar yoktur. Dahası, dost veya düşman gibi kavramlar, bireyler arası ilişkilerin kavramlarıdır. Bir kişi bir diğerine düşmanlık veya dostluk besleyebilir. Düşmanlık gibi dostluk da duygularla alakalıdır. Örneğin sevgi veya aşk, karşılık bulmaması durumda kıskançlığa veya nefrete yol açabilir. Ama bireyler arasında olabilen bu tür duygusal ilişkiler, devletler arasında olmaz. Devletler, küresel ilişkilerde kendi çıkarlarını gözetir ve davranışlarını çıkarlarının gereğini yapmak üzerine kurgular. Daha başka bir ifadeyle, devletler rasyonel hareket eder. Duygusallık rasyonel hareket etmeye engeldir. Bu nedenle, devletler arası ilişkilerde duygusal davranmak olumsuz sonuçları beraberinde getirebilir.

Devletleri yönetenler birey oldukları için, sonuçta karar alma süreçlerinde duygularından etkilenebilirler. Bu nedenle, yakın ekiplerinde profesyonelce gidişatı okuyabilecek ve karar alıcıları zamanında uyarabilecek, dahası sözü dinlenecek ağırlıkta kadroların olması çok mühimdir. Aksi takdirde liderler korkunç hatalar yapabilir, yanlış çıkarsamalarda bulunarak ve bunların temelinde siyasi kararlar vererek ülkelerini felakete sürükleyebilirler. Tarih bunun gibi örneklerle doludur.

ABD Türkiye’nin dostu mu düşmanı mı sorusuna sanırım şimdi daha rahat yaklaşabiliriz. Ve diyebiliriz ki, bu kavramlar Türk-Amerikan ilişkilerini kavrama konusunda yetersizdir, hatta tehlikelidir. O halde ne yapmalı? Havuz medyası “ABD gibi müttefik varken düşmana ihtiyaç yok!” türünden garabet yorumlardan geçilmiyor. Oysa dostluk-düşmanlık kavramları, ancak sembolik anlamda bir şeyler ifade edebilirler. Mesela algıların uyumu konusu (persepsiyonların örtüşmesi) daha analitik bir kavramdır. Devletleri yönetenler çevrelerinde olan olayları yorumlayarak kavrar. Demek ki siyasal gerçeklik çok objektif değildir. Sözgelimi Ruslar için Ukrayna’da olanlar Batı’nın bir oyunudur. Kırım’ın ilhakı Rusya’nın güvenliği için gerekli olan meşru bir hamledir. Hâlbuki NATO veya Batılı ülkeler için Kırım’ın ilhakı gibi Rusya’nın Ukrayna konusunda güttüğü politika da uluslararası hukuka aykırıdır – güç kullanarak toprak kazanmak, BM Şartı’na ve diğer devletler hukuku metinlerine veya teamüllerine göre gayrı meşru ve yasa hukuk dışıdır. Neymiş? Demek ki aynı tarihsel olayı “okurken” devletlerin yöneticilerinin birbirinden farklı algıları olabiliyormuş Algıların böylesine farklı olabilmesi, sahip olunan değerler sistemi ile alakalıdır. Rusya’nın değerler sistemi ile ABD’nin değerler sistemi birbirinden oldukça farklı. Ruslar Sovyetler’in çökmesi sonrası yeni bir Avrasyacı jeopolitik anlayış çerçevesinde, demokrasi ve hukuk devleti gibi standartları “Batılı değerler” olarak damgaladı ve Putinist bir rejim çerçevesinde yeniden “güçlü Rusya” yaratmanın peşine düştü. Ellerinde olan nükleer savaş başlığı envanteri ile fosil enerji rezervleri sayesinde, ideolojisiz bir nevi Sovyetler Birliği oluşturdular. Bu nedenle Rus babuşka (nene) veya taksi şoförü, işçi ya da öğretmen, Putinist devletle gurur duyuyor. Putin Ruslara Sovyetlerin çöküşünden sonra kaybettikleri gururlarını ve öz saygılarını geri kazandırdı. Bugün Vladivostok’tan Petersburg’a, Kuzey Kutbu’ndan Tacikistan’a, etkin oldukları tüm coğrafyalarda etkin olan güçlü bir Rusya var. Ruslar bu nedenle “Batılı değerler” konusunda çok hassas değiller. Çin de, İran da, diğer Şanghay üyeleri de aynı şekilde hukuk devleti, insan hak ve özgürlükleri, basın özgürlüğü, mülkiyet hakkı gibi birçok değer konusunda Batılı standartlardan çok farklı bir anlayışa sahipler. Çünkü Batılı standartlar, şu anda bu tür ülkelerde olan anti demokratik rejimlerin er ya da geç altını oyacak. Bu değerler bu nedenle despotik yönetimlerin geleceği bakımından tehlike arz ediyor. Dolayısıyla, bu nedenle demokrasinin “evrensel” olmayıp “Batı kültürünün bir parçası olduğu” tezini kabul ediyor ve propaganda ediyor Rusya, İran, Çin ve diğerleri. Neden bunları anlatıyorum? Bunun Türk-Amerikan ilişkileri ile ne alakası var? Var! Şöyle ki, değerlerden bahsettik, hatırladınız mı? Değerler sistemi, algıları belirler dedik. İşte Türkiye, bundan birkaç yıl öncesine dek, demokrasi, hukuk devleti, insan hakları vs. türü değerleri kendisine hedef alan bir ülkeydi. Dahası, Türk tarihinin son 250 yılı, bu tür değerlerin “evrensel değerler olduğunu” insanlara anlatmakla ve devleti reforme etmekle geçti! Demokrasi ve insan hakları mücadelesi, Türkiye’de oldukça köklüdür. Her ne kadar Rusların veya Çinlilerin ya da İranlıların tarihsel açıdan demokratik hukuk devleti ile alakaları hemen-hemen hiç olmasa da, Türkiye’de durum farklı. Türk tarihi, önemsiz addedilemeyecek bir demokratikleşme ivmesine uzun soluklu bir dönemde şahit oldu. Birçok kurum ve gelenek anayasal sisteme entegre edildi ve uygulanmaya çalışıldı. Her zaman başarılı olunduğunu söylemiyorum. Ama son 100 yıldır Türkiye demokratikleşen bir ülke oldu. Özellikle 2001-2010 yılları arasındaki on yıl, Türk demokrasisini evrensel standartlara çok yaklaştırmıştı.

Gelelim ABD ile ilişkilere

Türkiye demokratikleştiği oranda Batılı kurumlarda ağırlığı artan, yumuşak gücü yükselişte olan bir profil çiziyordu. Bölgesinde örnek alınan ve örnek gösterilen bir demokrasi birikimine ulaşılmıştı. Türk pasaportu giderek değer kazanıyordu. Türk lirası ve hisse senetleri değer kazanmaktaydı. Türkiye son derece iyi dış yatırım çekebilen bir cazibe merkeziydi. Bu çerçevede müttefikleri olan ABD ve diğer NATO üyeleriyle son derece olumlu ve yapıcı bir işbirliği içerisindeydi. O dönemde Rusya’dan füze sistemleri almak veya Ruslara nükleer tesis kurdurmak gibi niyetler mevcut muydu? Ya da Çin’le beraber balistik roket üretmek gibi bir irade var mıydı? Türkiye o dönemde Ortadoğu’da Sünni mezhebinin yayarına bir dış politika yöneliminde bulunacak desek, sanırım bizi tımarhaneye kapatırlardı! Türkiye Afganistan’da uluslararası güce komuta eden, Somali’den Irak’a, müttefiklik ilişkileri içinde işbirliğinde bulunan, dış politikada ve istihbarat paylaşımında güvenilen bir Avrupalı NATO üyesiydi!

Bugün problem olarak görülen ABD ile o zamanlar gayet uyumlu bir ilişki söz konusuydu. Peki, ABD bizim dostumuz muydu? Hatırlayalım: “Uluslararası ilişkilerde dostluk yoktur, ortak çıkarlar vardır!”. Ortak çıkarların ortak algılar üzerinde oluşması lazım. Türkiye, o dönemler Batılı müttefikleriyle dünyada ve çevresinde yaşanan gerçekliği benzer bir biçimde algılıyordu. Herhangi bir “normal” yönetim için, örneğin Suriye’nin dengesinin bozulması “istenmeyen” bir gelişmedir. Çünkü kitlesel göç gibi, uluslararası terörizm gibi birçok yan etki, sizi etkileyebilir. Bunu istemezsiniz! Fakat Türkiye Arap Baharı denen Ortadoğu kalkışmalarından sonra, hesap kitap yapmadan balıklama bu çatışmalarda taraf oldu. Özellikle Suriye’nin istikrarsızlaşmasında Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun rolü çok önemlidir. Türkiye, Suriye’nin istikrarını esas alan bir politika izlemek yerine, El Nusra ve El Kaide türevi ne kadar cani İslamcı terörist örgüt varsa, hepsini destekledi. Bölgede IŞİD’le petrol ticaretine girecek veya İslamcı IŞİD ve diğer radikal teröristleri devlet hastanelerinde tedavi edecek kadar ipin ucunu kaçırdı! Lojistik destek verdi, İslamcı katillerin Türk topraklarından geçmelerine ve Türkiye’nin İslamcı terörizm geçiş güzergâhı haline gelmesine göz yumdu, hatta bunu istedi!

ABD Türkiye’nin IŞİD ile mücadeleye yeterince destek vermemesi meselesinde Erdoğan’ı defalarca uyardı, El Nusra gibi gruplara desteği kesmesini telkin etti. Fakat Türkiye’nin sahada farklı plan ve beklentileri vardı. Erdoğan İslam halifesi olmak gibi saçma sapan ve reel karşılığı olmayan bir hülyaya kapılmıştı. Bu arada İran’a uygulanan BM ve ABD ambargolarını delme konusunda yardım etti. Zarrab Türkiye’de, Babek Zencani İran’da, İran paralarını sözde İran ile altın ticareti kisvesi üzerinden akladı, İran’ın nükleer silah geliştirmesine destek verdi. Hatta İran’ı uluslararası platformlarda ABD’ye rağmen desteklemekten imtina etmedi. O zamanlar Zaman gazetesinde bunu yazdım ve eleştirdim. Sordum: Türkiye’nin İran’ın nükleer programını desteklemekte ne gibi bir çıkarı olabilir? Hiçbir cevap alamadığım gibi, AKP’ye yakın birçok çevre tarafından da “uyarıldım”! Türkiye Ortadoğu’da ayakları hiçbir şekilde yere basmayan bir politik manevraya girişirken, ABD sessizce Türkiye’den ümidini keserek Suriye’de seküler ve IŞİD karşıtı Kürtlere desteğe başladı. Esasında Türkiye de bu Kürtlerle samimi ilişkiler içindeydi. Liderleri Salih Müslim ile defalarca Ankara’da görüşülmüş, Kobani krizinde Irak Peşmerge birliklerinin Türk topraklarını kullanarak Suriye Kürdistan’ına geçişine izin verilmişti. Zaten Habur’a seyyar savcı gönderen Ankara PKK militanlarına af çıkartarak Oslo pazarlıklarının gereğini yerine getiriyordu. Sonrasında Dolmabahçe Mutabakatı çerçevesinde PKK’nın silah bırakmasına gidecek süreç devam ediyor, ilerliyordu! 17-25 Aralığa dek bu sürdü.

Dönüp dolaşıp 17/25 Aralık’a geliyoruz, değil mi? Evet! Çünkü bu bir milattı. Bu tarihte Erdoğan, suçüstü yapıldığı için köşeye sıkışmış vaziyette, denize düşen yılana sarılır misali, derin devlete gitti. Anlaşarak, 180 derece dönüp “Türk Ordusu’na kumpas kuruldu!” noktasına geldi. Artık her şeyi yapmaya hazırdı! Öyle de oldu!

Derin devlet, Avrasyacı (Rus yanlısı, NATO karşıtı) bir cuntanın elindeydi. Esasında 28 Şubattan beri bu cunta Batı’ya artık gerek yok, biz işimize bakalım tezini işliyor, Türkiye’yi Avrasya steplerinde risk almaya çağırıyordu. İşte 17/25 Aralık sonrası ellerine altın bir fırsat geçti! Erdoğan, kirli işlere bulaşmış ve Yüze Divan’dan sıyrılmak isteyen profilde, Kürt politikasını değiştirdi, liberalleşme ve demokratikleşmeyi durdurdu, AB’den ülkeyi kopardı, liberalleri ve Kürtleri tasfiye etti. Bu işleri AB ve ABD ile aynı kulvarda yapamazdı, bu nedenle Rusya’ya yöneldi, derin devlet de zaten bunu istemiyor muydu? İşte artık her şey olmuştu! Avrasyacı-İslamcı ittifakı (veya koalisyonu) Türkiye’yi NATO-ABD-AB konusunda yeniden değerlendirme yapmaya mecbur bırakıyordu. Rusya’ya yaklaşıldı, Türkiye radikalleştirildi, rotadan saptırıldı. Ekonomi ve dış politika rayından çıkartıldı. İstikrar bitti, yerine belirsizlik ve fevri tepkisel hamlelerle dolu, akıl dışı bir yalpalama dönemi aldı!

ABD’nin ve Türkiye’nin artık tüm algıları farklılaşmıştı. Ortak çıkarların olması için ortak algıların olması lazımdır dedik. Ortan algılar olmayınca, ortak çıkarlar da artık yoktu! ABD ve Türkiye eskiden de dost değillerdi. Çünkü devletler arası ilişkilerde dostluk olmaz! Ama müttefiktiler, ortak çıkarlar üzerine inşa edilen bir müttefiklik ilişkisi vardı. Hiçbir müttefiklik ilişkisi (özellikle arada asimetrik güç farkı varsa) mükemmel olamaz! Ama rasyonel olabilir. Bugün bu yok artık. Peki, soruyorum: Türkiye bu riski neden aldı? Ne elde etti? Daha çok güvenlik? Daha iyi ekonomi? Daha fazla bölgesel etki? Ne! Hiçbir şey! Bir Amerikalı uzmanın dediği gibi, ilişkileri Rus ruletine benzetecek olursak, ABD kendi ayağına ateş ediyor, ama Türkiye kafasına. Rus ruleti demişken, oyunun asıl kazanının Rusya olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Anlamayanlar olabilir, onlar Rusya’yı bizzat “yaşayarak” öğrenecek. Ha, çok geç olacak, o başka!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin