Türk Oblomov’u

YORUM | YAVUZ ALTUN

Rus yazar Ivan Goncharov’un 1859’da yayınlanan romanı Oblomov, gününün çoğunu yatağında geçiren, ilgisizlik, hissizlik ve uyuşuklukla malul bir aristokratı anlatır. Kısa zaman içinde dönemin Rus toplumunu niteleyen sağlam bir hiciv olduğu konuşulur. Kitap o kadar etkili olmuştur ki, “Oblomov” kelimesi bugün bile hevessizliği, tembelliği, uyuşukluğu, iktidarsızlığı, aylaklığı nitelemek için kullanılır.

Bu tembel aristokrat Oblomov’un bu kadar gerçekçi ve sarsıcı bir karakter olmasının bence iki sebebi var: (1) Onun hareketsizliği, salt tembellikten ya da imkânsızlıktan değil, hevesinin tarif edilmez şekilde kırılmış olmasından (kelimenin Rusça’daki kökü oblov kırılmak, koparılmak anlamlarına geliyormuş) kaynaklanıyor. Aslında hayalleri olan, adaletsizliğe itiraz eden bir doğası var, hatta yer yer naif de; ancak onun adım atmasının önünde bir nevi öğrenilmiş çaresizlik mevcut. Bu sebeple de aslında (2) onun tembelliği zihniyle değil doğrudan doğruya bedeniyle ilişkili. Gün boyu çıkmadığı yatağında insanlığın hepsiyle ilişkili görüyor kendini ancak odasından dışarı adım atmaya mecali yok. Aslında bir bakıma bildikçe, adım atmaya da korkar hâle geliyor. Gevezeleştikçe, hareketsizleşiyor.

Rus Bolşevik Devrimi’nin mimarı Vladimir İlyiç Lenin, Oblomov’u konuşmalarında sıklıkla kullanmıştı. Onun için Rusya’nın ivedilikle kurtulması gereken şey, topluma sinmiş bu Oblomov karakteriydi. Kendisinden önceki ve sonraki Marksist geleneğin alışılagelmiş uzun kavramsal tartışmalarının ortasında, Lenin entelektüel kimliğiyle birlikte bir aksiyon insanı olarak ortaya çıkmıştı. Çoğu zaman Goethe’den şu alıntıyı söylerdi: “Tüm teori gridir dostum; ebediyen yeşil kalan ise hayat ağacıdır.” Lenin’e göre Oblomov romanının konusu, insanın harekete geçmedeki korkusu ve tembelliği üzerineydi.

Elbette Rus toplumu durduk yere Oblomov karakterine bürünmedi. Çarlık Rusya’sının baskıcı yönetimi, devasa bütçeli savaşlar (bir uçta Japonlar, diğer uçta Osmanlı), bunların getirdiği sefalet (19. yüzyıl Rus romanının her yerinden akar bu yoksulluk), hayatın değersizleşmesi, umutsuzluğun kökleşmesi… üstelik hepsi bir anda da olmadı. Yine de ama entelektüel hayat, Avrupa’ya öykünerek, varlığını sürdürüyordu. Rus romanı bir yandan o günün toplumunu resmederken, diğer yandan (çok da farkında olmadan) gelecekle ilgili kehanetlerini sıralıyordu.

Yani kabaca Oblomov gibiydi: Reel hayatta alabildiğine uyuşuk, zihin ve hayal dünyasında cevval bir varoluş biçimi. Ve bu toplumsal karakteri biçimlendiren neredeyse yüzyıllık bir baskı, çaresizlik ve yer yer aptallık dönemiydi.

Modern devletlerin günlük hayatın her alanına nüfuz eden uygulamaları (eğitim, yargı, askerlik, düzenleyici kurumlar vs.) bilerek veya bilmeyerek belirli bir “vatandaş tipi” üretir. Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık romanında o meşhur hikâyeyi tekrarlar: Bir avukat 1980 darbesinden hemen sonra Diyarbakır’a gider, taksiye biner ve taksiciye vaziyeti sorar. Taksici önce onun iyi giyimli biri olmasından yola çıkarak temkinli konuşur. Devletten memnuniyetini ifade eder. Ardından onun bir avukat olduğunu ve şehre işkence iddialarını araştırmak için geldiğini öğrenince de, duyduğu vahşi uygulamaları anlatır. Avukat şaşırır. Taksici kendinden emin, “İlki resmî görüşümdü, ikincisi şahsî görüşüm,” diyecektir. Pamuk, kitabın girişine kendi karakterine ait şu alıntıyı yerleştirmiştir: “Vatandaşlarımızın şahsi görüşleriyle resmi görüşleri arasındaki farkın derinliği devletimizin gücünün kanıtıdır.”

Rus Oblomov’u, kendine bir hayatta kalma reçetesi yazmıştı: Minimum hareket, maksimum hayalcilik. Türk Oblomov’u ise görüşlerini ikiye ayırmış, devletin gücü karşısında şizofreniye teslim olmuştu. Kamusal alanda, kerli ferli isimlerin belirli anaakım mesajlara mahkum kalışları, özel sohbetlerde ise daha açık şekilde fikirlerini ifade etmeleri, Türk Oblomov’unun sadece Diyarbakırlı bir taksici olmadığını gösteriyor bize. Rusya’da entelijansiyanın Sovyet döneminde bile fikirlerini savunmak için neler çektiği ortada. Türkiye’de bunun çok az örneğini görüyoruz maalesef, çoğu zaman sansüre bile değmeyecek gündelik sloganlar çıkıyor karşımıza.

Hareket kabiliyetimizi yitirdiğimiz gibi, hayal dünyamızda da kısırlaşma yaşıyoruz. Eskiden hep düşünürdüm, 1999 depremi gibi olağanüstü bir olayın sinema ve edebiyatta yeterince işlenmemesi, bize ne anlatmalı? Normal şartlar altında kurgu hikâye yazarları, böylesi dönüştürücü etkiye sahip olayların peşinde koşarlar. Milyonlarca insanın hayatını etkileyen depremin adamakıllı bir hikâyeye konu olmaması, entelektüel hayatımızın günlük hayatla iletişiminin kopukluğuna bir delil olmalı.

Ama daha derinde başka meseleler de var. Bu düşünce Oblomov’luğu, üzerimize çöken karabasanın sınırlarını görmeyi, otoriter devletin ruhlarımıza sızan karanlığını fark edip ondan kaçınabilmeyi de imkânsız kılıyor. Türk Oblomov’u, şark kurnazlığı ve köylü pragmatizminin üzerinde yükseliyor. Karşı tarafı “kandırmaya” yetecek kadar bir stratejik donanım ve “sadece sonuca odaklı” bir ahlak üretiyor.

Bunların acı, karamsar cümleler olduğunu biliyorum. Maksadım “halkı aşağılamak” da değil üstelik, zira bu karakterin ortaya çıkışında asıl etken neredeyse yüzyıldır süren devlet politikaları. Kötü ebeveynler gibi aile hayatını cehenneme çeviren, bu arada çocuklarının ruhunda binlerce yara açan “devletlûler”.

Ama öte yandan çocukların da “büyümeye”, bu karabasanı sırtından atmaya pek hevesi yok. Hâlen her türlü gelecek hayali, ebeveynlerin “değişme ihtimali” üzerine kuruluyor. “Şu seçimi bir kazansak var ya!” Bu halet-i ruhiyeye bir de rehine psikolojisini ekleyelim. Olayın sona ermesini ve “normal hayata dönmeyi” bekliyoruz hep birlikte. Nedir o normal hiçbir fikrimiz yok. Baskıcı otoriter rejimlerin devamını sağlayan şeylerden biri de bu felç durumu zaten. Her hafta düzenli olarak yüzlerce kişiyi gözaltına alan bir devlet mekanizmasından bahsediyoruz bu arada.

Gelgelelim, 1990’lardan bu yana devam eden, arada “nefes de alabilmiş” bir Cumartesi Anneleri anmasının, bu tepeden tırnağa tertemiz mağduriyet hikâyesinin bile entelektüel bir yaratıcılığın nesnesine dönüştürülememesi, bu hikâyelerin dünyayla bağlantısının kurulamaması, üstelik böyle bir zemin varken buradan 1990’ların geneline dair adamakıllı bir hesaplaşmanın gazete sayfaları dışında pek üretilememiş olması, demek istediğim şeye bir örnek.

Rehine psikolojisi, günübirlik çözümler üretmeye meyilli. Elimizdeki hayatın artık bundan ibaret olduğunu ve buradan çıkış için, yeni bir hikâye anlatmaktan başka da işimiz olmadığını görmek, acı verse de, gerekli. Sosyal medyada görünür muhalefetin, sokağa hiç dokunmaması, bilmem kaç milyon oy alan muhalefetin seçmenlerine hitap eden, onlarla etkileşim içinde büyüyen, gelişen ve böylece “ebeveynlere” meydan okuyan bir kültür havzasının oluşmaması, Türk Oblomov’unun marifetleri.

Bir yabancı gazeteci şunu keşfetti yakınlarda: Türklerin şu sıralar en çok okuduğu kitaplar, yıllar önce ölmüş yazarlara ait. Çünkü onlar “garanti”, canımızı sıkan bir laf edip de huzurumuzu bozamazlar artık. Onların kitaplarını okuyup üstünde rahat rahat tepinebiliriz. Üstelik meseleler de geçmişe dair, tertemiz. Akarı yok, kokarı yok. Oysa bugünü, bütün kabullerimizi, rahatımızı bozacak sözlere ihtiyaç var. Nazilerin kötülüğü, bütün Batı’yı temellerinden sarstı. Albert Camus, bu kötülüğün “kökü dışarıda” kabul edilemeyeceğini, hepimizin hayatlarını köşe bucak araştırarak buna nasıl el birliğiyle sebep olduğumuzu, medeniyetimizin nasıl buna müsaade ettiğine bakmamız gerektiğini söylemişti.

Ama bunun da yanında, nasıl bir gelecek istiyoruz? Bizim öğrendiklerimiz arasında neler yanlıştı ve çocuklarımıza, bize anlatılan hangi yalanları söylemeyi bırakmamız gerekiyor? Madem Erdoğan’ın hikâyesini beğenmiyoruz, bizim hikâyemiz ne? Bizce Türkiye’de doğup büyümek ne anlama geliyor? Türkçe’yi nasıl, öğrenenlerin yepyeni zenginlikler bulabileceği bir dil hâline getirebiliriz? Hepsinden önemlisi, bu yeni hikâyenin kaynaklarını oluşturmak adına neler yapıyoruz? Hangi fikir alışverişleri ile geçiyor zamanımız? İyi ve güzel işler yapan insanlara destek oluyor muyuz yeterince?

Bütün bu sorular üzerine düşünmek için rehine durumunun geçmesini beklemeye gerek yok. Oblomov’un gölgesini kovup, kendi yetersizliğimizin farkına varıp, daha yükseğe bakabilmek için büyümeye çalışmak hemen şimdi yapmaya başlayabileceğimiz bir şey. Kendi hikâyelerinizi yazmaya çalışarak başlayabilirsiniz. Yazmak, aynı zamanda düşünmek, tefekkür etmek demek. Her şey normalmiş gibi yapmanın lüzumu yok ama madem hiçbir şey normal değil, alışkanlıkları değiştirmeli ve daha anlamlı işler peşinde koşturmalı.

Sürekli çağlayan bir “sivil” kültür havzası oluşturamazsak, gelecek kuşaklar da bizim kafa karışıklığımızdan beslenecek ve hiçbir şeyi değiştirememiş olacağız.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin