Tebuk seferi ve dünyevileşme

YORUM | AHMET KURUCAN 

Huneyn savaşında elde edilen ganimetlerin 6 bin savaş esiri, 24 bin deve, 40 binden fazla koyun-keçi ve 4 bin okka altın ve gümüş olduğu kitaplarımızda kayıtlıdır. Hikayesi uzun ama kısaca ifade edeyim. Savaşın sonlamasından sonraki 10 gün içinde kadınıyla erkeğiyle 6 bin kişilik savaş esirlerinin hepsi karşılıksız serbest bırakılmış, diğer mal varlıkları ise belli kriterler eşliğinde orduda görev alan kişilere dağıtılmıştır. Bazı kaynaklar bunların da sahiplerine geri verildiğini söylese de bu şâz bir rivayet olarak kalmıştır.

630 yılında gerçekleşen Huneyn gazvesinden yaklaşık bir yıl sonra Efendimiz ve ashabı bu defa Tebük seferi hazırlıklarına başlamıştır. Sebebi şu: Bizans İmparatoru Heraklius’a Efendimizin öldüğü yalan haberi ulaştırılmış, Müslümanların bir iç kargaşa ve aynı zamanda kıtlık içinde oldukları söylenmiş, o da bunu fırsata çevirme düşüncesiyle Bizans ordusunu toparlayıp güya Medine’ye doğru hareket etmiştir. Güya diyorum çünkü böyle bir şey yok.

Cephenin karşı tarafında bulunan Efendimiz ise bu haberleri ciddiye almış, düşman ile Medine’de değil onların topraklarında savaşma düşüncesiyle büyük bir hazırlık içine girmiştir. Hazırlıklar tamamlanır tamamlanmaz da 700 km’lik bir mesafeyi kat ederek Tebük’e varmış ama söylendiği gibi bir ordu ile karşılaşmamıştır. Bu yüzden Tebük savaşı veya Tebük Gazvesi yerine Tebük Seferi diye adlandırılır bu hadise.

Çok zor şartlar altında 30 bin kişilik ordu ile yapılan bu seferin istihbarat zafiyeti olarak görülmesi ne kadar doğrudur tartışılır. Zira detaylarını siyer kitaplarından ve bu seferin öncesi, esnası ve sonrasında cereyan eden hadiselere bağlı olarak inen ayetlerde kıyamete kadar bütün Müslümanlara ışık tutan, rehber olan nice İlahi emirler, yasaklar ve tavsiyeler sunulmuştur bu seferin ürünü olarak. Nitekim benim bu yazıyı kaleme almadaki gayelerimden biri işte bu ürünlerden iki tanesini göstermek içindir. İki hususun altını çizeyim.

Birincisi: Tebük ilk defa Arap müşriklerle değil dünyanın süper gücü diye nitelendirebileceğimiz iki güçten biri olan Bizans’a karşı yapılan bir mücadeledir. Adından da anlaşılacağı üzere sayısı 30 bini bulan “ceyşu’l usra”nın (zorlukların ordusu) çok büyük maddi ve manevi fedakarlıklarla toplanması, savaşta kullanılacak silahların ve levazımâtın temini ve hepsinin ötesinde 9 yıllık bir maziye sahip olup çiçeği burnunda bir şehir site devletinin Medine’den 700 km uzağa giderek dünyanın süper güçlerinden birine hem de onların topraklarında meydan okumaları o günkü konjonktür içinde Müslümanların yükselen üçüncü bir güç olarak kabulünü sağlamıştır. Bu durum Müslümanlara saldırmak için bahane arayan kabile ve/ya devletlerin kararlarını iki defa gözden geçirmelerine vesile olmuştur.

Yalnız Bizans ile yapılacağı baştan söylenen savaş için söz konusu hazırlıklar yapılırken gerek Medine’de gerekse orduya katılma haberinin ulaştığı yerlerde herkes koşa koşa karargaha akın etmemiştir. Kimileri bahaneler uydurmuş, Medine’de kalmalarını gerektiren hiçbir mazeretleri yokken mazeretler ileri sürmüş, münafıklar misali kimileri ordu içinde söylemleri ile fitne çıkartmaya çalışmış, kimileri de belki vazgeçilir düşüncesiyle yavaştan ve ağırdan almıştır. Bunların her biri Kur’an ayetleri ile sabittir. Benim yukarıda bütün Müslümanlara ders diye ifade ettiğim hususlar işte bunlardır.

Mesela savaş hazırlıkları esnasında içi başka dışı başka, niyeti başka eylemi başka insanlar için şunu söyler Allah ve tabiri caizse ipliklerini pazara çıkartır: “(Ey Peygamber!) Peşinen sahip olabilecekleri bir ganimet ve/ya kısa zamanda sona erecek yakın bir yere yapılacak sefer olsaydı, münafıklar ve cihada katılmamak için bahane uyduranlar mutlaka senin peşinden gelirlerdi. Ne var ki uzun süreli ve yorucu bir sefer onların gözünü korkuttu ve yıldırdı. Durum böyle iken onlar (Tebük seferi dönüşünüzde) kendilerini helak edercesine dil döküp ‘Eğer gücümüz olsaydı mutlaka sizinle birlikte sefere çıkarttık’ diye yemin edecekler. Oysa Allah biliyor ki onlar düpedüz yalan söylüyorlar.” (9/42)

O toplumda yaşayan bir insan olarak farz edin kendinizi. “Eğer gücümüz yetseydi muhakkak sizinle beraber sefere çıkardık,” diye yemin edenleri tanıyorsunuz. Sırt sırtasınız, omuz omuzasınız. Namazda aynı safta, pazarda aynı tezgahtan yan yana alışveriş yapıyorsunuz. Bu ayetten sonra ne yaparsınız? Onlar hakkında ne düşünürsünüz? Münasebetinizin seyrini nasıl ayarlarsınız?

Tıpkı Hendek savaşı öncesi bir takım kişilerin “Bizim evlerimiz düşman saldırısına karşı korumasızdır” (33/13) mazereti gibi mazeret uyduranlar da olmuş. Allah Resülü de muhtemel zorlu bir mücadelede bu düşüncede bulunan insanların ordu içinde karışıklığa sebebiyet verebileceğini öngördüğü için onları orduya almak istememiş ama münasebetleri de radikal bir şekilde kesmemiş. Aksine izin vermiş. “Tamam katılmayabilirsiniz,” demiş. Allah bu tasarrufu üzerine Efendimizi önce taltif, teşrif ve ta’zim etmiş ardından da aslında olması gerekeni ifade eden şu ayeti vahyetmiştir: “Kimlerin doğru söylediği sana âşikâr olmadan, yalan söyleyenlerin kimler olduğunu düşünüp tartmadan onlara (savaşa katılmamaları konusunda) niçin izin verdin?” Ve devam eder. Buraya dikkat edin: “(Ey Peygamber!) Allah’a ve ahiret gününe yürekten inanan ve Allah yolunda mallarını, canlarını ortaya koyarak cihad etmeyi göze alanlar savaşa katılmamak konusunda senden izin istemezler. Allah yolunda duyarlı ve sorumlu davrananları Allah çok iyi bilir.” (9/43-44)

Sahabenin savaşa katılmama konusunda ayak sürüyen ve neticede sahte mazeretlerle izin alanları isim isim bilmesine rağmen Kur’an bir sonraki ayetinde bunlara bir kez daha vurgu yapar, gerçek karakterlerini ve kişiliklerini ortaya koyar. Der ki: “Savaşa katılmama konusunda senden izin isteyenler, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri derin şüpheyle dolu olan ve bu şüpheyle bocalayan kimselerden başkası değildir. Onlar gerçekten sefere çıkmak isteselerdi bunun için hazırlık yaparlardı. Ne var ki Allah isteksizlikleri ve samimiyetsizlikleri sebebiyle onların savaşa katılmalarını hoş görmedi ve sonuçta kendilerini seferden alıkoydu. Onlara: ‘Kadınlar ve çocuklarla beraber siz de evlerinizde oturun bakalım’ denildi. Kaldı ki onlara sizinle birlikte savaşa katılmış olsalardı aranızda fitne-fesada yol açmaktan başka bir işe yaramazlardı. Üstelik içinizde onların sözlerine kulak verip aldanmaya, onlara casusluk yapmaya namzet olanlar da vardı. Allah o zalimleri-münafıkları çok iyi bilir.” (9/45-46-47)

Gördüğünüz gibi konsept ve kontekst bütünlüğü, başka bir tabirle sebebi nüzulü zihnimizin arka planına alıp ayetlerin nazil olduğu döneme hayalen ve fikren gidip literatürde iç ve dış bağlam dediğimiz çerçevede hadiseyi takip edebilirsek hem Allah’ın beyanının özgün manasını hem ilk  muhataplarına vermiş olduğu emri hem bundaki maksadını hem de nüzul döneminden asırlar sonra gelecek olan Müslümanlara ve insanlara ne türlü bir mesaj verdiğini daha net bir şekilde anlayabiliyoruz. Devamı da var ilerleyen ayetlerde. Ben maksadın ve meramın hasıl olduğu inancıyla burada kesiyorum. İsteyenler Tevbe suresinin 48. ayetinden itibaren okuyabilir.

Vurgulamak istediğim ikinci hususa gelince: Mekke’nin fethi ile güvenlik sorununu büyük ölçüde aşan, Huneyn sonrası elde ettikleri ganimetlerle de maddi imkanlar itibariyle en rahat dönemlerini yaşayan Müslümanlardan bazıları Tebük gibi zorlu bir sefere çıkmakta tereddüt ettiler. Çoklarımızın zihninde var olan sahabe algısına muhalif bu söylediğim. Bunun bilinci içindeyim. Ama doğruyu söylüyorum. Zira Kur’an anlatıyor bunu. Ayet ile sabit. Yukarıda yazdığım gibi savaştan belki vazgeçilir düşüncesiyle ağırdan alan insanlar var. Bunların hepsi münafık insanlardı diye kestirip atamazsınız. Sayıları az ya da çok böyleleri de vardı samimi Müslümanlar arasında. Baksanıza Allah onlara yönelik uyarısını gönderdiği ayete “Ey iman edenler!” diye başlıyor.

Bana göre bu gayet normal. Son tahlilde insandan söz ediyoruz. Sahabe de olsa, semanın kapılarının hemen her gün açılıp Allah ile konuşan, O’ndan kendilerine direkt emirler ve yasaklar getiren Peygamberle birlikte de yaşasalar bu bir vakıa. Nitekim Hilal b Umeyye, Ka’b b. Malik ve Mürara b. Rebi kıssası bu bağlamda çok meşhurdur. Tebük seferine katılmadıkları için Efendimizin dönüşte önce itabına sonra da boykotuna maruz kalan üç samimi Müslüman. Kur’an’ın onların affına ferman gönderdiği ayetinde belirttiği gibi “Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi” (9/118) diye iltifat ettiği kişiler de işte bu ağırdan alanlar arasındaydı.

Geriye döneyim ve vurgulamaya çalıştığım bu noktayı belirten ayetin manasını vereyim. Şöyle diyor Allah bu kişilere yönelik olarak: “Ey müminler! Nedir bu haliniz? Allah yolunda seferber olunuz emrine muhatap olduğunu halde, bulunduğunuz yere adeta çakıldınız kaldınız. Ne o, yoksa siz de mi (tıpkı müşrikler ve münafıklar gibi) ahiret yerine bu fani hayatı tercih ediyorsunuz. (Şunu bilin ki) bu fani hayatın üç günlük zevk ve sefası ahiretteki ebedi hayatın nimetleri yanında hiç kalır. Eğer siz Allah yolunda savaşmak üzere topyekûn seferber olmazsanız, bilin ki Allah sizi çok çetin bir azapla helak edip yerinize başka insanlar getirir.” (9/38-39)

Her şey alabildiğine net. Bir önceki yazımda belirttiğim üzere Huneyn, bu yazıda da göstermeye çalıştığımız gibi Tebük üzerinden yani nüzul dönemindeki verili toplumda verili hadiselerden hareketle Allah bize mesajlarını açık seçik ve net bir şekilde sunuyor. Buralarda geçen “cihad, savaş, Allah yolunda” gibi kavramları Kur’an’ın ilk muhatapları kendi konsepti bizler de kendi konseptimiz içinde ele alırsak bu mesajları çıkartmak bizler için hiç de zor değil. Yeter ki o zihniyete, o bakış açısına ve o metodolojiye sahip olalım.

Benim buradan anladığım inanan insanlar olarak fani dünya hayatının cazibe ve güzelliklerine yenik düşerek yerinde ve zamanında yapmamız gerekli olan şeyleri yapmadığımız zaman bunun çok büyük götürüleri olacaktır bizim ferdi ve toplumsal hayatımızda. Hem din de dahil olmak üzere hayatımızın hemen bir alanında. Tebük seferinin Kur’an’da bu kadar uzun bir şekilde ele alınması ve en küçük detaylarının bile anlatılmasının altında bu sebebin önemli bir rol oynadığı kanaatini taşıyorum. Mühim olan o perspektifi yakalayabilmek ve dersimizi alabilmektir.

Dünyevileşmeden mi bahsediyorsunuz diyebilirsiniz. Bu ayetlerin nazil olduğu dönemde sahnede olan ashab için çok ağır itham olur dünyevileşme kavramı ve nitelendirmesi. Belki bazıları için denebilir ama tamamı için mümkün mü? 30 bin kişi katılmış bu 700 km’lik sefere. Ama ya bizim için? Benim, senin, onun için? Takkeyi önümüze koyup düşünmeliyiz derim. Dün ile bugünlerimizi mukayese etmeliyiz, neredeydik ve neredeyiz demeliyiz. Eğer bu muhasebe ve murakabeyi yapmadan hayatın tabii akışı içine kendimizi salarsak yarın nerede olacağımızı kestirmek zor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Sayın hocam yazınızı büyük bir dikkat ve şevkle okudum . Ben dini eserler konusunda çok bilgili biri değilim . Okuduğumuz kitaplarda ya sadece hadisler var ve nerede kim tarafından nakledildiği yazıyor yada tefsirler ayetlerin sonunda iki satır burada şu olay üzerine ayetin geldiği söyleniyor . Peygamberimizin hayatını ayet ve hadislerle beraber anlatan bir eser yok , yani burada bu oldu bu ayetler geldi peygamben efendimiz (sav.) bunu söyledi bulmadım , varsa da bilmiyorum . Yazınız ve gelcekteki bölümlerini ilgiyle takip edeceğim ,inş kitap haline de gelir.

  2. Değerli Hocam,

    Imam Gazali, devrinin Nasuhlarını yerer ve onların sürekli Cennetten bahsetmesini, Cennet ehli amellerinden bahsetmesini eleştirir, Ihyasında, bu insanların devrin Sultanının zulmunde korktukları için, cehenneme götüren amellerden bahsetmemesini, zulmlerden bahsetmemesini şiddetle kınar.

    Hukukta da malum zımn-i red, zımn-i kabul kavramları üzerinden, bazen sessizliğin, tepkisizliğin kendisi bazen “hayır” duruma göre bazen “evet” demektir.

    Demem o ki, bilginin veriliş tarzı, sunumu, yönü, bazen bilginin eksik verilmesi, hatta verilmemesi, bilgilerin arasındaki denkliklerin göz ardı edilmesi, bir bilginin diğerinin lehine/aleyhine olacak şekilde fazlaca ön plana çıkarılması, aslında bir çeşit bilginin siyasallaşmanın/bir hedefin doğrultusunda verilmesi anlamını da taşır.

    Her söylediğin doğru olsun ama her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir… tespitine farklı bir bakışla, bazen doğruların kronojik sırasını karıştırmak, doğrunun bağlamını içerdiği durumun dışındaki başka bir olaya uygulamakta, bu bilginin/doğrunun özünü kaçırmamıza sebep olduğu gibi, bir maslahata binaen bilginin/doğrunun verilmesi de, aynı zamanda ona bir çeşit siyasallaşma/dünyevileşme boyanısını çalabilir.

    Bu bilginin dünyevi bir amaca yönelik kullanımı, bir çeşit araç olarak kullanılması mümkünse bu yanlış mıdır? Bilginin içeriğinin sanırım bunun cevabını şekillendireceğini söyleyebiliriz.

    Peki, ahirete yönelik olarak bir amaca yönelik bilginin ve özelinde Kuran ayetlerinin verilmesi, uhrevi niyetle, hayır niyetle verilmesi sakıncalı mıdır? Yaptığımız açılamlaar, Cenabı Hakkın ayeti üzerinden çıkarımlarımız, bir çeşit tefsir ise, burada niyetin hayır olmasından yola çıkarak bilginin/tefsirin içeriğini irdelememeli miyiz?

    Bu sorulara şu nedenle yazdım ve soruların kendi açımdan cevaplarını irdelemedim bilerek muğlak bıraktım.

    Amacım bu içsel tartışmayı sizinle birlikte yapmak, sizin bu yazınızdan yola çıkarak içime üflenen (inşallah rahmanidir) bazı hisleri paylaşmak, ama ötesi yazınızı analitik bir düzlemde ele almak, bu nedenle cevaplardan öte, düşünce biçimleri üzerinden bir tartışmanın aslında meramımın özü olduğunu belirtmek istiyorum.

    Değerli Hocam,

    Yazınızda belirttiğiniz hususlar, bir yönüyle, vazifeden geri kalmama, daha özelinde hizmetten geri kalmama, başlangıçtaki yerinden sapmama, imtihanın hala devam etmesi ve yükümlülüklerin sorumlulukların var olması manalarını vermeye çalışıyor diye düşündüm. Bu bağlamda da konuyu biraz açmak istiyorum.

    Yazınızda kısmen işlemiş olsanız da, geniş tanımla herkesi ilgilendirebileceğini söylesenizde, Ayetler özünde bir sefer emrinin varlığı ve ona riayet edilmemesini içermekte. Vakıanın özü, yapılması gereken SOMUT bir şeyin yapılmamasını içermekte. Orta da bir sefer emri var, ve buna müsait olmasına rağmen KATILMAMA var.
    Seferin kesinliği kadar, katılmanın zorunluluğu da tartışma gerektirmeksizin net ortaya konmuş durumda.
    Bunu nefislerle cihad, bütün bir hayatı ilgilendiren Rızai ilahi yolunda olma,hizmet etme ve onun gerekleri amelleri içermesine yönelik geniş tanımla anlatmak mümkün olsa da, olayın şiddeti, zamansal olarak birden yaşanıp bitecek bir sefer olması, sonuçları itibariyle oldukça önemli olması, geri kalmanın İslam devleti için telafisi güç veya imkansız neticeler vereceğinin ortada olması nedeniyle, hayat boyu Rızai İlahi yolunda adanmışlığı ilgilendiren amellerle bir tutulmaması da, o bağlamda yapılacak bir uyarıyla bir tutulması da belki geniş tanımla mümkün.

    Olayın bir yönü, Orta da bir Devlet var, devlet olarak alınan bir karara karşı gelme durumu, seferden geri durma durumu var. Bunu geniş bir tanımla Rızai ilahi yolunda hizmet etmekten geri durma ile yeknesaklıkla bir tutmak, ayetteki şiddetli ikaz cephesinden bakılırsa, suçun şiddeti nevinden cezasının nevinin de belirlendiği gibi bir durumun varlığı ortadayken, bunu geniş tanımla yorumlamak, cezasının, ayette bahsedilen itaptan nasibini alması sonucunu doğruru ki, burada bir çeşit nispetsizliğin varlığının olup olmadığı hususunu izanlarımıza bırakıyorum.

    Bir sonuca ulaşmıyorum, ancak izanlarımıza samimi olarak sormak istiyorum, Sefer gibi somut, insan hayatında birkaç defa karşısına çıkacak, üstelik bir devlet otoritesi emriyle ve bir peygamberin emriyle spesifik bir duruma karşı gelmede Cenabı Hakkın iman edenleri şiddetli uyarmasını, bu bağlam dışında geniş tanımla yorumlamak, Her Suçun nevi cinsinden Cezasının da olacağı ilkesine aykırı düşmez mi?

    Girişte dikkat ederseniz, bilginin bir maslahata ynelik olarak kullanılmasından bahsetmiş, bilginin anlatım şeklinin,yönünün bir maslahatı içereceğinden bahsetmiş, bir amaca yönelik araçsallaştırılan bir bilginin anlatımın, anlatım şeklinin, ne derece o bilginin saflığını etkileyip etkilemeyeceğini, bağlama tam uymaması yönüyle, bir yönüyle doğruluğunun lekeleneceğini belirtmiştim.

    Uhrevi bir amaçla, bir ayetin mealini/tefsirini vermenin, geniş tanımlama yaparak başka bir uhrevi amaca yönelik eylemlerde de onu kullanmanın,doğru olup olmayacağını bir düşünce olarak ortaya koymuş ve soru işareti olarak bırakmıştım.

    Kendi özelimde, hizmet etmek isteyen insanlara yönelik bazı ikazları başta kendiniz olmak üzere, muhatap kabul eden başkalarına da , bu ayetin bağlamıyla muhatap ettiinizi düşündün. Elbette, tevil de edebilirsiniz.

    Bazı yorumlarım da da değindiğim üzere, ilahiyat dünyasının kullandığı dilin yönünü bazen sakıncalı bulduğumu söylemiştim. Nasıl ki Gazali döneminde insanlar ahiret amelini aşırı ön plana çıkarıp, siyasi nedenlerle, korkularla cehenneme götürecek amelleri geri plana atarak, müjdelemekte ifrata giderek, bir çeşit dengeyi bozdularsa, bazen de , gereğinden fazla insanı korkutmak, müjdelenmesi gerektiği bir zaman dilimindeyken korkusunu celbedecek bir nasihat diliyle karşılaşmasının da bir çeşit tefrit olduğunu düşünmekteyim.

    Ayrıca, Kuranda islam toplumunun ,iman edenlerin psikososyal gelişim evrelerinde, ve siyasi gelişim süreçlerinde, ayetlerde kullanılan dilin çeşitliliğine dikkatinizi çekmek istiyorum.

    Sizce, zorluk ve şiddetli muasara altında iken, iman edenlere, sabretmenin, cennetle müjdelemenin vurgulandığı, bolluk, bereket, rahatlık döneminde ise lüzumu gereği bir şeyler yapılması gerekiyorsa, bunu yapmayanların, gaflet hali için uyarılıp, cehennemin hatırlatılması, azapla uyarılması nevinden ayetlere rastlanmaz mı? Bunu da bir soru olarak bırakmak istiyorum.

    Değerli hocam,

    Biraz daha özele inersek, belki kastınızdı belki değildi bu konuda affınıza sığınarak, şunu demek istedinizse eğer, hizmet insanına toparlan kendine gel, silkelen toparlan, başta ne isen şimdide o olmalısın benzeri bir uyarı yapmayı murad ediyorsanız, bu yazınızda bu amaca yönelikse, bu konuda bir itirazımın olduğunu belirtmek istiyorum.

    Hizmet insanı ne bir devlettir, ancak sizin geniş tanımla muhatap kitleyi ve eylemleri de genişleterek muhatabı olduğunu saydığınız hizmet hareketi, bahsettiiğiniz Mekke Fethi sonrası dönemi yaşamamaktır.

    Mekkenin fethi, sonrası rahatlama süreçleri, ganimetler, dünya hayatının gülmesi ve ardından gelen Huneyn ve Tebük. Orta da sistemleşmiş bir Site var, hadi hizmet hareketini de bir topluluk olarak farklı bağlada buna katalım,

    Değerli hocam vakıa şu ki, hizmet hareketinin insanlarının bulunduğu dnem Tebük seferi değil, olsa olsa, Hendek savaşı ve o sabırla dayanma dnemi olabilir.

    Başta yaptığım girişi de bu nedenle yaptım, bütün hayatı tarumar edilmiş, hapislere doğrulmuş, sürgünlere yollanmış insanları, Mekkeyi fethetmiş, nimete ganimete gark olmuşta ardından gelen seferlerde rahatlığın etkisiyle geri duruyor olarak ele almak, nasihatların ynünü bu yönde yapmayı hatarlı buluyorum.

    Sabra ihtiyacı olan, tek derdi mahpustan, içinde bulunduğu zulmden yahut gurbette olsa dahi açmazdan, çıkmazdan kurtulmak olan insanları, ununu elemiş askıya asmış, işi gücü rast gitmiş insanlar mertebesinde görüp Tebük seferininin tefsiriyle muhatap etmek, bir kronolojik zamanlama hatası olarak görmekteyim.

    Boykot döneminde, iman edenler zulmlere karşı sabırla imtihan olurken, onlara irşad vazifesinin ön plana çıkarıldığını okumadım, yahut bir Sefer emri de gelmemişti, hatta fiziksel mukavemet yapmak hoş bile karşılanmıyordu, aksi var ise eğer okudunuzsa siz bunu bir yazınızda belirtin. Ama fikrim şu ki, her zamanın bir ruhu o ruha hitap eden ayetler, hadisler vardı.

    Nasıl ki, Hendek kazılırken “Kisranın Anahtarları bana verildi” diye müjdelemeyi, moral vermeyi, sorumlulukları-mücadeleyi önplana çıkarıyorsa Peygamberimiz, sanırım bugünün dili de, bugünün iman edenlerininde, özelinde hizmet insanlarının da muhatap olması gereken dil, benzeri olmalı. Müjdeleme, sabretme üzerine.

    Ne zaman manevi anlamda Mekke fethedilir, ne zaman bolluk rahatlık dönemleri olur, ne zamanki kendini derler toparlar inananlar, işte o zaman geniş bağlamda bu yazınızın tam olarak muhatabı olur.

    Herkesin mazlumları çekiştirdiği, binbir gailelerle mahpustakinden gurbettekine, zoraki bir mücadeleye atılmış insanları, henüz ulaşmadıkları potansiyelleri üzerinden, gelecekte namzet olacakları konumları bugün elde etmişçesine muhatap alıp, müjdelemek yerine korkutmanın zamanı olmadığını düşünüyorum.

    Hürmetle…

  3. Yorumunuz çok güzel sonuna kadar okudum ama biz normal değil ultra süper light Mekke dönemi yaşıyoruz . Mekke doneminde sahibinin sırtından sopa demir işkence eksik olmazdı yinede dinlerinde en ufak tereddüt ve dönme olmazdı . Bizde emniyete dahi gitmeden itirafçı olan sürüyle insan var , tereddüt geçiren dönenlerin sayısı belli değil . Bu mekke dönemi biter mi biter bitecek inşallah ama bedirler Uhud Hendek tebukler bizim durusumuza bağlı bundan dolayı hiç ümidim yok .

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin