Tasavvufta zâhir-bâtın meselesi

YORUM | YUSUF ÜNAL

Bir mecliste tasavvufî mevzuları konuşuyorduk. Sûfîlerin, “Bir şeyin zâhirini bilmeyenin bâtınını anlamaya çalışması, kabuğunu kırmadan cevizi yemeye çalışmak gibidir.” sözünü naklettim. Zannımca bu söz, şeriatı öğrenip uygulamadan hakikat ve marifete ulaşmak isteyen; Bağdatlı Rûhî’nin, “Gör zâhidi kim sâhib-i irşad olayım der/ Dün mektebe gitti, bugün üstad olayım der.” şeklinde tarif ettiği aceleci dervişleri uyarmak için söyleniyordu.

Meclistekilerden biri, “Sufiler hep bâtın bâtın diyorlar da nedir bu? Ben ilahî emirlere uymuş olsam yetmiyor mu ki bir de bâtın çıkarıyorlar ortaya? Hem bir de eşyanın bâtınından bahsediyorlar, eşya eşyadır işte; onun zâhiri, bâtını mı olur…” gibi sözler söyledi.

Sahi bu mesele üzerinde ben de pek düşünmemiştim. Bu kelimelere ülfetim olduğu için peşlerine düşmemiştim. Arkadaşın üst üste gelen sorularıyla afalladım diyebilirim. Onlar başka mevzulara dalınca sessizce kitaplığa gittim. Orada bulduğum bir iki kaynağın da yardımıyla meseleyi zihnime oturttum.

Zâhir ve Bâtın Allah’ın isimlerindendir. Üstelik Evvel ve Âhir isimleriyle birlikte “ümmehatü’l- esmâ” (ana isimler) denilen dört isimden ikisidir. Zâhir dış âlemde eserleri görünen, Bâtın iç âlemde idrak edilen demek. Bu iki isim arasında zıtlık ilişkisi değil, derinlik ilişkisi var. Gazali’ye göre, Allah duyularla idrak edilemez. Bu cihetle Bâtın’dır. Ancak onun varlığı aklî delillerle ispatlanabilir. Bu cihetle Zâhirdir.

Dünyanın Zâhir, ahiretin Bâtın; bitkilerin bize görünen dış yüzlerinin Zâhir, iç yüzlerinin Bâtın; bedenin Zâhir, ruhun Bâtın; evrenin görünen yüzünün Zâhir, tabiat kanunları dediğimiz görünmeyen kanunların Bâtın; insanların Zâhir, melekler ve cinlerin Bâtın ismine âyine olduklarını düşünebiliriz. Bunlara mülk ve melekût âlemleri de denir.

Yüce Allah Lokman suresi 20. Ayette şöyle buyurur, “Allah size zâhir ve bâtın nimetlerini bol bol verir.” Müfessirler buradaki zâhiri nimetlerin insana verilen yiyecek, içecek gibi nimetler; bâtınî nimetlerinse kalpteki duygular ve manevi haller olduğu üzerinde durmuşlardır.

Ayrıca Kur’an’ın her bir ayetinin zâhirî ve bâtınî manasının olduğu hadisle sabittir. Bu konuda âlimler ittifak etmiştir.

Bir söz için “zâhiri manası şudur” denildiğinde, söyleyenin ne söylediği ve söylenenin nasıl yapacağıyla ilgilenmek kast edilir. Bu yaklaşımla “ne” ve “nasıl” soruları cevap bulur.

Bir söz için “bâtınî manası şudur” denildiğinde ise, o sözün niçin söylendiğine ve hedeflenen davranışın hikmetine dikkat çekilmiş olur. Bu yaklaşım, sözün maksadına ulaşmayı ve anlamayı derinleştirmeyi hedefler. Böylelikle hedeflenen davranışın kalitesini artırmak umulur.

Benim anlayabildiğim kadarıyla bir şeyin zâhirini bilmek, onun nasıl işlediğini bilmek; bâtınını bilmek, niçin işletildiğini bilmektir diyebiliriz.

İbadetlerin zâhirî ve bâtınî yönü için şunu söyleyebiliriz; namazın rükû, secde gibi bedene ait şartları onun zâhiri; huşu, hudû ve ihlas gibi gibi kalbe ait amelleri onun bâtınıdır. Her ibadetin zâhirinin de bâtının da yerine getirilmesi gerekir. Bâtına yoğunlaşmak, bir şeyin kalitesini ve derinliğini artırma uğraşıdır.

Sûfîlere göre bâtınî manaya akılla ulaşılamaz. O ancak ilham veya keşifle elde edilebilir. Onlar bu bilgiye ulaşmayı hedefler. Bu yüzden tasavvufun bir diğer adı, “ilm-i bâtın”dır. Mutasavvıflar kendilerini “ulema-i bâtın”, medrese hocalarınıysa “ulema-i zâhir” olarak adlandırırlar.

Zâhirî manaları reddedip her şeyin yalnızca bâtınını kabul edenler bu meselede ifrata gidenlerdir. Bunlara Batinîler denilir ki makbul kabul edilmezler. Bâtınî manayı reddedip sadece zâhirî mananın geçerli olduğunu savunan Zahiriler ise tefritte kalmış kabul edilir. Tasavvuf ehli zâhir-bâtın dengesini gözetmeyi önemser.

Bediüzzaman Hazretlerinin mana-yı ismi, mana-yı harfi ayrımı da konumuza ışık tutabilir. Ona göre mana-yı ismi demek, bir şeyin sadece kendisini bilip tanıtması demektir. İsim kendisine delalet eder. Mana-yı harfi ise, bir şeyin başka şeyleri bildirip tanıtmasına denir. Harf kendine işaret etmez. Gölgesinde dinlendiğimiz bir ağacı, gölgesi için sevmek onu mana-yı ismiyle sevmek; onu Allah’ın bir eseri ve nimeti olarak sevmek ise mana-yı harfi ile sevmektir. Güzel bir şeyi gören biri; ilk bakışa göre “bu ne güzeldir” der, ikinci bakışa göre “ne güzel yaratılmış” der.

Buradaki mana-yı ismi ile bakmanın zahirî, mana-yı harfi ile bakmanınsa bâtınî bakış açısını yansıttığını söyleyebiliriz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin