Sınırlı hükümet

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Devletin (veya hükümetin) yetkilerinin sınırlanmaması, demokratik temel insan ve azınlık haklarının ceberutça engellenmesine kapıyı aralayan en önemli nedendir. Özgürlükçü ve özgürleştirici siyasal düşünce, bir yandan insan hakları bağlamında eşitlik ile diğer yandan bireylerin kendi tercihleri doğrultusunda yaşayabilmeleri ideallerini birincil derecede savunulması gereken haklar olarak addeder. Bu alanın kısıtlanması doğrultusundaki birincil tehdit her türlü keyfi ve ihtiyari (hukuksal olmayan) iktidarlar ve rejimlerdir. Özgürlükçü ve özgürleştirici demokratik sistemlerde (liberal anayasal demokratik bir rejimde) temel koşul, bireyin özgürlüğünün sağlanması için siyasal iktidarın (gücün) sınırlandırılması ve yetki alanlarının kısıtlanmasıdır.

Yetkileri kısıtlanmamış bir devlette birey ve azınlık haklarının ve özgürlüklerinin garanti altına alınmasına olanak yok. Bu tür devletlerde otoriter eğilim içine giren herhangi bir iktidar, işine gelmeyen herhangi bir düşünceyi ve onu savunan birey ve kurumları kolaylıkla baskı altına alabilir çünkü. Bu bakımdan dünyada özgürlükler ve insan haklarına ilişkin mücadele, her zaman yetkileri kısıtlanmaya çalışılan bir devlet aparatıyla yapılmıştır.

Aynı mücadelenin sosyal tabanda güçlü efendi ve onun malı konumundaki hukuk haricinde bir statüsü bulunan köle arasında ya da karısı üzerinde kocanın kurduğu egemenlik bağlamında vs. gerçekleştiğini John Locke yazıyor. Bireysel bazda özgürleşme veya özgürleştirme bu bağlamda öne çıkıyor. Devletin karşısında kendisini koruyabilmesi gereken bireylerin, devletin tanrısal gücünü sonlandırmak veya “devlet baba” ataerkil anlayışını (despotizme rızayı) yıkmaktan başka çaresi yoktu. Her ne kadar birbirinden farklı siyasal sistemler doğurmuş da olsalar, dünyanın tüm coğrafyalarında tezahür eden ön-devlet modellerinin tümü bu tür pederşahi bir mantık üzerine kuruludur. Avrupa’da ortaya çıkan Ortaçağ feodal sisteminde birbirlerinin toprakları üzerinde kısmi paralel-egemenlikler kurabilen yapılar ortaya çıkmış olması, ardından Protestanlık mezhebinin doğması, derken din savaşları sonucunda 1648 Westfalya Barışı ardından teritoryal, sınırları kesinlik kazanmış, tek merkezli devlet anlayışının yerleşmesi, devletlerarası arenanın da iç politikada kamusal alanın da sekülerleşmesine olanak sağladı. Merkezi devlet güçlendi ve Ortaçağ devletlerinin gevşek egemenlik yapısının yerine, tek merkezden tüm ülke ve halk üzerinde egemen olan bir devlet anlayışı doğdu. Ancak bu yeni devlet, Reform, Aydınlanma, Rönesans, Modernleşme, Sanayi devrimi ve Bilimsel Devrim gibi potalarda sosyal yapıyı dönüştürdü. Artan sosyal mobilite (sınıflar arası geçişgenlik), kapitalizmin yerleşmesi, coğrafi keşifler ve kolonyalizm, çeşitli ideolojilerin doğmasına yol açtı. Bu sosyal laboratuarda, 18. yüzyıldan itibaren giderek yerleşen bir hukuk devleti anlayışı ortaya çıktı ve gelişimine bu güne dek aralıksız devam etti.

Hukuk devletinin gelişim tarihinde düz çizgisel, sürekli ilerleme gösteren bir eğri görmüyoruz. Aksine, Avrupa’da ve kolonilerinde palazlanan hukuk devleti yanında, sürekli patlak veren otoriter devletler ve onların yaşattığı büyük insanlık dramları, esas itibarla yetkileri kısıtlanmış ve “evcilleştirilmiş” bir devlet modeli karşısında, yetkilerini aşan ve haklar alanını talan eden bir başka devlet modeli arasındaki mücadele tarihidir bir bakıma. Bu mücadele tarihinde, birey haklarını önceleyen özgürlükçü-özgürleştirici devlet konseptinin karşısında, toplumu önceleyen ve “toplumsal ortak iyi” için bireyin hak ve hukukunu feda etmeyi savunan bir otoriteryan devlet modeli vardı. Bu toplumcu devlet modeli kimi zaman despotik monarşileri ve imparatorluklar, kimi zaman modernleştirici otoriter tek parti rejimleri (Kemalizm, Baas rejimleri vs.) kimi zaman NAZİ rejimi ve faşizm (Almanya ve İtalya), kimi zaman sosyalizm-komünizm (Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa sosyalist devletleri, Çin vs.) veya teokratik İslamcı devletler (İran, Suudi Arabistan), kimi zamansa otoriter veya hibrit rejimler (Rusya, Türkiye, Venezüella, post-Sovyet cumhuriyetler vs.) olarak tezahür etti. Bu vakaların her birinin ortak özelliği, iktidarın sınırlanmadığı veya tam olarak sınırlanamadığı rejimler olmasıdır.

Elbette esas mesele, Türkiye’deki siyaseti merkeze alan bir çözümleme yapmak. Bunun bilinciyle, bu denemede sosyopolitik koşulların kısaca ele alınmasıyla bu yazıyı sonuçlandırmak istiyorum. Bunu yaparken temel sorum şudur: “Neden Türkiye’de gücü ve yetkileri sınırlandırılmış bir devlet ya da hükümet konsepti yerleşemedi”? Bir diğer ifadeyle, bünye gücü sınırlandırılmış anayasal liberal demokratik bir politik sistemi neden reddedip duruyor?

Bu sorudan, bugün yaşanılan ağır sorunların, gücü kısıtlanmamış, sınırlandırılmamış bir iktidardan kaynaklandığını ileri sürdüğüm anlaşılıyor. Ancak daha da ileri giderek, ben bu olgunun sadece günümüz Türkiye’sine ilişkin bir problem olmadığını, aslında Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüze, Türkiye sosyal ve siyasal hayatında sürekli olarak bu sorunun karşımıza çıktığını ileri sürüyorum. Diğer bir ifadeyle, tüm siyasi tarihimizi “devletin gücünün sınırlandırılması” veya sınırlandırılmış iktidar üzerinden okumamız gerektiğini söylüyorum.

Türkiye’de siyaset büyük oranda gücü elde etmek – veya iktidara gelmek – olarak kavrandı ve kavranmakta. Oysa gelinecek iktidarın nasıl bir iktidar olacağı konusu, ana ilgi alanının çok periferisinde kaldı. Başka türlü ifade edecek olursak, iktidara gelen tüm toplumu kontrolü altına almak, hatta toplumu yeniden tasarlamak-dönüştürmek istedi. Bu “meşru” talepleri için, bireysel özgürlüklerin ayak bağı olmasını hiçbir siyasal güç tercih etmedi. Dahası, muhalefet de iktidara gelince gücünün kısıtlı olduğu bir sistemi arzu etmediğinden, merkezi iktidarın kurduğu sisteme eleştiride çok müsamahalı davrandı. Dahası, ideolojik olarak Türkiye’de devletin küçültülmesini tercih eden siyasi hareketlere ilgi her zaman marjinal ola geldi. Kemalizm, Marksizm, İslamcılık, merkez sol ve sağ, Ülkücü Hareket gibi siyasi ideolojiler, hareketler ve partiler, devletin güçlü, büyük, etkin olduğu bir yapıyı tercih ettiler. Güncel iktidarları eleştirseler de, sistemin bu devlet merkezci, devleti adeta kutsayan yönünü es geçtiler. Atatürk döneminde ortaya çıkan siyasi partiler kapatıldı. Demokrat Parti döneminde DP de aynı tek parti CHP’si gibi, kontrolü altına aldığı devletin güçlü olmasını tercih etti. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat, “devletin bekası” konusunu ön plan meşruiyet gerekçesi saydı ve her bir askeri müdahaleden sonra devleti daha da merkezileştiren ve devletle “zıt düşen” siyasi hareketleri zapt-ı rapt almayı ve dönüştürmeyi hedefleyen “nüans ayarları” oldu. Böylece siyasetin yanında bir “güçlü devlet” var ola geldi. Bu güçlü devletin en önemli özelliği, yetkilerinin sınırlandırılmamış olmasıydı.

Yetkileri sınırlandırılmayan devlet, böylece siyasi alanı kendi denetimi altına aldı. Birçok siyasi tartışma konusu, “devlet politikası” addedilerek siyaset dışı bırakıldı. Mesela Kürt sorunu veya dinin kamusal alandaki rolü tartışmaları böyle alanlardı. Fakat bunlara daha birçok başka konuyu da eklemek olanaklı! Kıbrıs, Ermeni Soykırımı, diğer resmi tarih konuları, Atatürk ve Kemalizm doktrini üzerine tartışmalar, Ege’deki Yunan adaları, Diyanet üzerinden vergilerle devlete sadık Sünni ideal vatandaş oluşturulması gibi onlarca hayati önemde ve tartışılması gereken, daha doğrusu ihtilaflı konu, merkezi bir devlet aygıtı himayesinde dokunulmaz alanlar oldu.

Türkiye’de solun Marksizm-Leninizm ve Kemalizm arasına sıkışmış konumu, devletin yetkilerinin sınırlandırılmasının önünde en ciddi engellerden biri ola geldi. Çünkü sağ geleneksel olarak zaten merkezi güçlü devleti savunuyordu. Sol da bu koroya katılınca, Türkiye’de ademi merkeziyetçi, küçültülen ve yetkileri (kapsama alanı) sınırlandırılan bir devlet konsepti yerleşmeyecekti. Böylelikle, devlet çıkarları söz konusu olduğunda birey haklarının feda edileceği, daha da fenası bunun vatanseverlik gereği kabul edilmesi gerektiği, ideolojik olarak topluma endoktrine edildi. Darbeler ve siyasi kısır mücadeleler tarihi de bu anlayışı deneyim yoluyla topluma benimsetti. Böylece yetkileri ve gücü sınırlı devlet düşüncesi Türk toplumsallaşma sürecinin bir parçası hiç olmadı.  Okullarda ve üniversitelerde İnkılâp Tarihi derslerinde öğrencilere işte bu “güçlü devlet” okutuldu.

Bu anlayış 1999’da somutlaşan ve 2005’te üyelik müzakereleriyle taçlanan AB sürecinde değişmeye yüz tutsa da, devletin ufaltılmasına ve gücünün sınırlandırılmasına karşım koyan bürokratik yapı, toplusal sosyalizasyonun sağladığı meşruiyet zeminini de arkalarına alarak, sürece açıktan muhalefet etti. Bu süreçte CHP devleti küçültmeye ve gücünü sınırlandırmaya odaklanan tüm AB reformlarına “Avrupa’ya verilen tavizler” olarak baktı. Ulusalcı bir okumayla, güçlü devletten yana pozisyon aldı. MHP zaten ideolojik olarak pro-faşist bir devleti öngördüğünden (mesela Başbuğ konsepti vs.) aynı şekilde gücü sınırlandırılmış ve ademi merkezileştirilmek istenen devlete tüm gücüyle karşı durdu. Bu tür bir dönüşümü, Kürt ayrılıkçılığını besleyecek bir zafiyet olarak gördü. Devletlû kesimler de bu algıya paralel bir anlayış içindeydiler. AKP, İslamcı kökleri gereği, iktidarı elde edene kadar devleti küçültmeyi ve gücünü sınırlandırmayı ön planda tuttu ve bu bağlamda Kürtlerin ve liberal kesimlerin desteğini konsolide etti. Ancak esas olarak o da devleti araçsallaştırarak seküler kamusal alanın dini esaslarla dönüştürülmesi (burada başörtüsü tutumunu asla kast etmiyorum!) ajandasıyla hareket etmekteydi. Dahası, yolsuzluk ve suça bulaşan AKP kadroları, meydana gelen siyasi erozyon ve korozyon nedeniyle, Ergenekon türü derin devlet yapılarının etkisine çok açık hale geldiler. 17 Aralık sürecini bastıran sivil darbe, yasamayı tümüyle yürütmenin etkisine soktu ve böylece görece olarak var olan gücü sınırlı hükümet, güçler birliğini sağlayıp tümüyle güçlenmiş bir süper-merkezi devlete dönüştü.

15 Temmuz sonrasında ise, bu temerküz eden yapı, iyice konsolide oldu. Dahası, geniş halk kitlelerince meşru olarak kabul gördü. Bu süreçte yapılan korkunç insan hakları ihlalleri, yukarıda anlatmaya çalıştığım sosyopolitik koşullardan dolayı hiçbir muhalif kesim tarafından savunulmadı. Kısmi olarak savunulan “insan hakları meseleleri”, özünde sadece her kesimin kendi mahallesinden olanlara verdiği taktiksel destekten ibaretti. Güçlü devlet böylelikle 20. Ve 21. yüzyılda gücünü en üst seviyeye çıkardı ve çok net bir despotik rejim kurdu. Bu rejimden bazen şikayet etse de, muhalefet partileri gücü sınırlanmamış devleti eleştirmek yerine, satıhtaki sorunları gündeme taşımayı tercih ettiler. Tüm partilerin bu “güçlü” devlet aparatını ele geçirmek istediği bir fetret devri yaşanıyor. Buna karşın, olacak bir iktidar değişikliğinde de, gücü sınırlandırılmış bir devlete uyanmayacağız.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin