Sevinç Özarslan: ‘Türkiye’nin yakın geleceği farklı mağduriyetlere gebe’

Sevinç Özarslan yaptığı işlerle son yılların Türkiye’sine damga vurmuş bir gazeteci. Birçok kişinin ‘Türkiye’deki mağduriyetleri dünyaya duyuran kişi’ olarak tanıdığı Özarslan, Türkiye’de yaşanan insan hakları mağduriyetlerini ve hukuksal ihlalleri yaptığı haber ve paylaşımlarla dünya kamuoyuna duyurmasıyla biliniyor.

Türkiye’de özgür medyanın susturulduğu, basın ve yayın organlarının devletleştirildiği ve gerçek habere ulaşmanın artık çok güç olduğu bu günlerde Türkiye’de olup biten olayları takip edebilmek ve haberdar olabilmek başı başına bir mücadele. Ülkede soru soran gazetecilerin bile hapse atıldığı bir dönemde ve insanların doğru bilgiye ulaşabileceği tüm kanal ve mecraların kapatıldığı veya ulaşıma engellendiği bir zamanda, Özarslan ve onun gibi gazetecilerin yaptığı haberler çok daha kıymet ve önem arz ediyor.

Politurco’dan Engin Yiğit, Sevinç Özarslan’la röportaj gerçekleştirerek yaşanılan süreci konuştu.

İşte o röportaj;

Okuyucularımıza öncelikle kendinizi tanıtabilir misiniz?

Ben İstanbul’da yaşayan sıradan bir kültür-sanat gazetecisiydim. Sıradan kelimesi mütevazılık olarak algılanmasın, gerçekten öyle. Kendi halimde, resim, tiyatro, sergi, sinema, geleneksel sanatlar gibi kültür-sanat olaylarını takip edip haberler yapmaya çalışıyordum. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik mezunuyum. Mezun olduktan sonra çeşitli gazetelerde çalıştım. Sabah grubunda gazeteciliğe başladım. Sonra kültür-sanat gazetesi Yeni Binyıl’a geçtim. Çok güzel bir gazeteydi. Orada çok şey öğrendim. Birçok değerli gazeteci ve yazarı tanıma imkanım oldu. 2001 ekonomik krizinden sonra Yeni Binyıl kapatıldığı için bir süre sanat galerileri ve yayınevlerinde çalıştım. 2005 yılında Zaman gazetesinden teklif geldi. Kayyım atanana kadar Zaman’daydım. Kayyımlar beni işten çıkarınca Yeni Hayat gazetesine geçtim. 

Tabi ki muhalif çoğu gazete 15 Temmuz’dan sonra kapandı. Terörist diye damgalandık. Maddi manevi bütün haklarıma Erdoğan hükümeti tarafından el konuldu. Ben de bu süreci daha serin ve selametle atlatabilmek adına eğitim için yurt dışına çıkmaya karar verdim. Amacım dil öğrenmek, başarabilirsem master yapıp Türkiye’ye dönmekti. Evet, amacım aynen buydu. Çünkü hakkımda Türkiye’den ayrılmama neden olabilecek herhangi bir yargı kararı yoktu. Yani ülkemden kaçmadım. Ben hiçbir zaman Gülen Cemaatinin iddia edilen hiyerarşik yapısının içinde bulunmadım. Sadece Gülen Cemaatinin kullandığı iddia edilen Bylock diye bir program olduğunu bile 15 Temmuz’dan sonra öğrendim. Bunları şunun için söylüyorum; Yargıtay kararına göre bunlar ‘suç’ ya, ben pasaportumla, uçakla ayrıldığım ülkeme geri dönebilir, sessiz sedasız paşa hayatıma devam edebilirdim. Ve birçoklarının yaptığı gibi ‘her şey ülkemde ne güzel ne güzel’ diye şarkılar söylerdim. Oysa 15 Temmuz’dan sonra Türkiye tamamen hukuksuz bir ortama sürüklendi. Yakından tanıma imkânı bulduğum masum insanlara çok büyük bir haksızlık yapıldığını görünce dönmemeye, Avrupa’da kalıp hukuksuzluklarla mücadele etmeye karar verdim. Hayatımın kararıydı. Ne kadar zor bir karar olduğunu yıllar geçtikçe daha iyi anlıyorum. Şu an Almanya’da yaşıyorum. 

“Zaman kapanana kadar” dediniz…

2005 yılının sonu gibiydi Zaman’a başladığımda. O dönemde bir yayınevinde çalışıyordum ve Zaman’dan iş teklifi aldım. Gazetecilik mesleğini seven biri olarak bu teklifi kabul ettim. Zaman’da çalışmaya başladıktan sonra hem yaptığım iş hem de sevdiğim insanlar olduğu için kapanana kadar orada kaldım. Yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarından sonra Erdoğan hükümeti, muhalif medyaları susturma planını devreye soktu. 4 Mart 2016’da Zaman’a kayyım atadılar. Kayyımların ikisi avukat, biri de şairdi. İsimlerini unutmam mümkün değil: Sezai Şengönül, Avukat Tahsin Kaplan ve Avukat Metin İlhan. Kayyımlar beni bir ay sonra işten çıkardı. 

Neden çıkardılar? 

Kayyımların atandığı ilk gece, Sabah gazetesinin internet servisinde çalışan Yunus Göksu kayyımlarla birlikte gazeteye gelmişti. Daha sonra öğrendiğime göre amaçları Zaman’ın internet sunucusunu bulmak ve kapatmakmış. Yunus’u tanıyordum. İslamcılar diye tanımlanan camiadan tanıdığım bir arkadaşımızdı. Benim AKP’li yazar çizer gazeteci çevresinden çok arkadaşım vardı. Cemaat çevresinden çok onlarla yakın arkadaşlıklarım oldu. Bu bilinçli bir şey değil, kendiliğinden gelişen bir durum. Evim Fatih’teydi, sanırım biraz ondan da kaynaklı. Yunus’un gazeteye gelmesi beni çok üzmüş ve sinirlendirmişti. Yakından tanıdığım bir meslektaşımın çalıştığım işyerinde ekmeğimize göz dikmesi çok ağırdı. Onu görünce yanına gittim, “Burada ne işin var? Çocuklarına ne diyeceksin?” diye yüzüne haykırdım. Aramızda tartışma çıktı, zaten her yerde polisler vardı, bizi ayırdılar. Ertesi gün Zaman binasının girişinde yine karşılaştık ve tartışmıştık. Bunları duyan yeni yönetim beni bütün tazminat haklarımı elimden alarak işten çıkardı. 

Türkiye’de özellikle 15 Temmuz sonrası ciddi insan hakları problemleri yaşanmaya başlandı. Milyonların hayatını kötü etkileyen bir sürece girildi. Nasıl oldu da Türkiye insan hakları noktasında bu kadar kötü bir seviyeye geldi?

Türkiye’de insan hakları hiçbir zaman iyi olmadı. İlk defa böyle olaylarla karşılaşıyormuşuz gibi bir algı var. Hayır, öyle değil. Avrupa Hakları Sözleşmesi’ni en çok ihlal eden ülkelerden biri Türkiye. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin en çok mahkûm ettiği ülkelerden biri de Türkiye’ydi. Günümüzde de durum çok farklı değil. Belki bir dönem vakalar azaldı ama yine vardı. Üniversite okurken çok iyi hatırlıyorum, Manisa Davası olmuştu. Manisa’da bir grup solcu lise öğrencisine paralı eğitimi protesto ettikleri için 1990’lı yıllarda emniyette işkence yapıldı. Bu olay Manisa Davası diye tarihe geçti. Uluslararası bir dava haline geldi. Yine yıllardır Kürtlere yapılanlar var. Merkezi Ankara’da olan İnsan Hakları Derneği hak ihlaline uğrayanları yıllardır gündeme getiriyor, raporlar hazırlıyor. Ergenekon davaları döneminde de hak ihlalleri yaşandı. 

15 Temmuz’dan sonra ise bu hak ihlalleri çok fazla arttı. Açıkçası herkes gibi ben de şoktayım. Özellikle hamile ve lohusa kadınların, bebeklerin hastaların böyle topluca kitle halinde tutuklandığı başka bir dönem var mı bilmiyorum. Anneler 1 günlük bebeğiyle hapse gönderildi. Kanuna rağmen 9 ayını cezaevinde geçiren hamile kadınlar oldu, hâlâ tutuklananlar var. 

İşin kötü yanı hak ihlallerini belgeleriyle haber yapmamıza, kanıtlamamıza rağmen toplumun büyük bir kısmı kesinlikle bunlara inanmıyor. Bir kesim de “Oh olsun” diyor. Böyle bir insanlık seviyesiyle karşı karşıyayız. ‘Acaba gerçekten haksızlık olmuş olabilir mi’ diye soranların sayısı çok az. Devlet ve iktidar hakkı ve hukuku tesis eden taraftır, Türkiye’de ise hakkı ihlal eden, adaletsizliği ülkenin geneline yayan taraf oldu maalesef.

15 Temmuz sonrasında bu ihlallerin neden arttığını düşünüyorsunuz?

Öncelikle olağanüstü denebilecek şekilde çok insan tutuklanıyor. Bir ülkede 1 milyondan fazla insan terörist olabilir mi? Cezaevlerinin kapasitesinin çok üzerinde tutuklu var. İnsanlar 15-20 kişilik koğuşlarda 45 kişi kalıyor. Bu kadar çok tutuklamanın olduğu bir ülkede hak ihlallerinin olmaması imkânsız. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Ramazan’ın ilk günü iftarını Ankara Açık Cezaevi’nde açtı. Orada yaptığı konuşmaya göre Türkiye cezaevlerinde neredeyse, yüzde yüz hiçbir ihlal yokmuş! Yani bu açıklama hayatın olağan akışına uygun bir şey mi? Mümkün değil. Bunca yaşanmış ihlal olayları ve işkencenin varlığının bile resmi kurumlar tarafından tescillendiği bir ortamda Adalet Bakanı ‘cezaevlerimiz harika ve adalet sistemimiz her şeyiyle yolunda’ diye açıklama yapabiliyor. Herkes devleti babasının çiftliği gibi görüyor. Hesap soran bir mekanizma yok. Bir haksızlık, hukuksuzluk olduğunda güvenebileceğiniz bir merci yok. Mesela görüştüğüm mağdurlara ‘hakkınızı arayın, susmayın, sineye çekmeyin’ dediğimde, ‘kimi kime şikâyet edelim?’ diyorlar.

Türkiye’de insan hakları noktasında mağdur edilen kesimler kimlerdir ve neden bu kesimlerin bu mağduriyetleri yaşadığını düşünüyorsunuz?

Şu anda yoğun bir şekilde Kürtler ve Gülen Hareketi’ne üyelik iddiasıyla yürütülen soruşturmalar kapsamında tutuklanan insanlar yoğun bir şekilde hak ihlalleri yaşıyorlar. İki hafta önce Silivri 5 No’lu L Tipi Cezaevinde işkenceyle öldürülen Ferhan Yılmaz olayı çok ciddi, vahim bir olay. Helikopterden atılan köylüler, son dönemde artan şüpheli ölümler, intihar vakaları var. Van Cezaevi’nde 20 yaşında Can Güder şüpheli bir şekilde öldü. Bir iddiaya göre ‘adil yargılanmadığını savcıya direk söylüyor ve intihar ederim diyor. Buna rağmen genç cezaevine gönderiliyor. Anayasa Mahkemesi’nin son verdiği karara göre devlet cezaevindeki intiharlardan da sorumlu. Kişiyi, kendisinden bile korumakla yükümlü. 

Gülen Cemaati’nin yaşadığı mağduriyetlerin temelinde bu grubun toplum nazarında şeytanlaştırılmaları olduğunu düşünüyorum. Cezaevlerinde 10 binin üzerinde kadın var. Çoğu 15 Temmuz bahanesiyle hapse atıldılar. Sanki 15 Temmuz’u bu kadınlar yaptı. Darbeyi kim yapmaya kalktıysa gerçek failleri bulunsun, yargılansın ve adalet yerini bulsun. Herkes bunu bekliyor. Darbeyi kimin yaptığını bulmak yerine çoluk çocukla uğraşıyorlar. 

15 Temmuz davalarını izleyen doğru dürüst gazeteci yok Türkiye’de. O davalarda o kadar çelişkili olaylar ortaya çıkıyor ki… Ama AKP iktidarı suçlu psikolojisiyle çoluk çocuğa saldırarak kendilerini haklı çıkartmaya çalışıyor. Daha dün, sahur vaktinde yapılan bir operasyonun drone ile çekilmiş görüntüsünü yayınladılar. Tamamen kurgu bir operasyon. Ev aramasında bir deste 1 dolarlık banknotları tutuklama gerekçesi yapıp alıp götürüyorlar. Bir insan evinde zarfın içinde bir deste 1 dolar neden tutsun ki! Hadi var diyelim, bunun neyi suç olabilir? 

Türkiye’de yaşanan insan hakları mağduriyetleri nelerdir?

Gözaltı merkezlerinde ve cezaevlerinde işkence, darp, tehdit, baskı. Uzun tutukluluk. Mülakat adı altında yapılan kanun dışı sorgulama. İnsanları aileleriyle tehdit ettiler. Eşine, kızına tecavüz ederiz bile dediler. Genç kızlar sorguda tacize uğradı. Gün ışığında insan kaçırmalar ve bunların hem ülke içinde hem yurt dışından yapılıyor olması. Mülakat adı altında yapılan sorgulama kesinlikle kanun dışı, hiçbir şekilde yapılmaması gerekiyor ama yapıyorlar. Gecenin bir yarısı insanları nezaretten alıp farklı bir odaya götürülüyorlar, orada önce tatlı tatlı sorular soruyorlar. Aslında yapmak istedikleri, insanları itirafçılığa zorlamak, isimler vermelerini istiyorlar. Konuşturamadıklarını da dövüyorlar. Gökhan Açıkkollu olayını artık herkes biliyor. Mersin Emniyeti’nde ölümüne dövdükleri ve sakat bıraktıkları insanlar oldu. Aydın Aydoğan Gezi olaylarının olduğu dönemde İstanbul Emniyeti’nde ciddi bir şekilde darp ediliyor, hukuki yollara başvurup haklarını arama yoluna gidiyor. En son AYM hak ihlaline uğradığına karar verdi ve kendisine 45 bin TL tazminat ödendi. Bazen insanlar hakkını aramayı devlete karşı çıkmak olarak algılıyor. Hak aramak devlete karşı çıkmak değildir. Hepimiz vatanımızı, devletimizi seviyoruz. Orada hiçbir sorunumuz yok. Sadece hak arıyoruz. Bunu anlatmakta çok zorlanıyoruz. Kimileri de bir sonuç olmuyor diye hiçbir şey yapmak istemiyor. Önemli olan sizin üzerinize düşeni yapmanız, sonuç Allah’ın takdiri. 

Türkiye’de işkence yapıldığı BM’nin ve AB’nin raporlarına girdi. Türkiye ve işkence gerçekliği hakkında ne söylemek istersiniz?

Evet, işkence Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği raporlarına girdi. Ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin kararlarıyla da Türkiye’de işkence yapıldığı tescillendi. Antalya’da tutuklu olan coğrafya öğretmen Eyüp Birinci ve Afyon’da tutuklu olan öğretmen Ahmet Aşık’a gözaltında iken işkence yapıldığı AYM kararlarıyla resmileşti. 

Okurlar beni burada mazur görsünler ama bir gerçeği ifade etme saadetinde söylüyorum, gözaltında insanlara coplarla tecavüz edildi. Ankara’da resmi olmayan, adına “çiftlik” denilen gözaltı merkezlerinde insanlara elektrik verildi, askıya asıldılar, başlarına çuval geçirildi. Mahkemelerde bunlar ortaya çıktı.  Tüm bu resmi kararlara ve raporlara rağmen hala Türkiye’de işkence olup olmadığı tartışılıyor. Ve bunu öyle halktan insanlar değil, gazeteci, yazar ve aydın olduğunu düşündüğümüz kesim yapıyor. Ama artık kimse Türkiye’de işkence yok diyemez. 

Burada bahsedilen insanlar resmi olarak tutuklanan insanlar mı yoksa kaçırılan insanlar mı?

Kaçırılan insanlara resmi olmayan gözaltı merkezlerinde işkence yapıldı. Yani, bir süre işkence altında tutulduktan sonra bırakıyorlar bu insanları. İşkence görenlerden bazıları konuştu ve yapılan insanlık dışı muameleleri mahkemede anlattılar. Mesela Ayten Öztürk sol davaları yüzünden tutuklanan bir kadın. Lübnan’dan Türkiye’ye getiriyorlar. 6 ay işkence gördüğünü açıkladı. Savunmasında tutuklandıktan sonra “Koğuş arkadaşlarım vücudumda 800 küsur yara saydılar” demişti. Bunlar resmi kayıtlara geçti. Şu anda sosyal medyada her gün uğradığı işkenceleri anlatıyor. Yani böyle bir çağda işkenceyi konuşuyor olmaktan dolayı büyük bir şoktayım ve utanç duyuyorum.

Türk toplumu bu yaşanan mağduriyetleri işkence olarak görmüyorlar mı? 

Görmüyorlar maalesef. Dayağı işkence olarak görmüyorlar mesela. “İki tane patlatsın ne olacak ki” deniliyor. İşkence görenlerin bir kısmı da bu düşüncede. Mesela röportaj yaptığım bir adam “Ben öyle iki tokattan yıkılacak ve şikâyet edecek biri değilim. Vursun bir şey olmaz. Benim kafama silahın kabzasıyla vurdular.” demişti. İki tokat vurabilirler demek istiyor. Bu kesinlikle hukuka aykırı. Silah kabzasıyla başına vurulduğu için felç kalan bir insan bunu söylüyor. 

İşkencenin hem fiziksel hem de psikolojik boyutu var. Tehdit, baskı, alay, küçük düşürmek, yalnızlaştırmak, korkutmak bunlar psikolojik boyutu. Taciz, tecavüz, darp, elektrik, su ile boğmaya çalışmak, deli gömleği giydirmek vs. gibi uygulamalar fiziksel işkenceye giriyor. Bunların hepsi 15 Temmuz’dan sonra yapıldı. 

Türk toplumunun bu konuda hassas olmamasının nedeni işkence gibi önemli bir konuda farkındalık ve eğitim gibi konuların eksikliğinden dolayı mı yoksa toplumsal bazı nedenlerden dolayı mı kabullenildiğini mi düşünüyorsunuz?

Toplumun tutuklanan insanlara şöyle bir bakışı var: Oraya düşmüşse mutlaka bir şey yapmıştır. Orada istediklerini yaparlar, konuştururlar. Bu konular dizilerde bile normal gösteriliyor. Yargı dizisinde savcı abi, cinayetten tutuklu kardeşine “Ben olmasam seni burada öttürürler” diyebiliyor mesela. Bir savcı bunu söylüyor. Bu ne demek? Sana burada her türlü işkence yapılır. Bazı TRT dizilerinde adam kaçırma, işkence sahneleri ballandıra ballandıra anlatılıyor. Bu yöntemler sanki normal devlet politikası gibi gösteriliyor. Güç bizde, istediğimizi yaparız diyorlar. Bunların farkında olmamaları imkansız, bilerek yapıyorlarsa Türkiye adına utanç verici. Hak arama, insanlara yapılan haksızlığa karşı, kim olursa olsun ses çıkarma konusunda gerçekten çok zayıf bir milletiz.

AB ve BM raporlarının ve AİHM’in kararlarının Türkiye’ye neden bir etkisi olmuyor? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 

Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının çoğunu uygulamıyor, tanımıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni gerçekten anlamakta zorlanıyorum. Türkiye hem Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tarafı olarak AİHM’nin kararlarını uygulamak zorunda ama umurlarında değil. AİHM de vurdumduymazlıkla alakalı hiçbir yaptırım uygulamıyor. Açıkçası AİHM ve BM gibi kuruluşlara güvenimi çoktan kaybettim. Türkiye’de yaşarken bu kurumları daha güvenilir buluyordum. Avrupa’da yaşadıkça uluslararası kurumların kararlarının da siyasi olduğunu gördüm. Mesela AİHM’nin 2 yıl önce kaçırılan Yusuf Bilge Tunç ile verdiği karar bence tamamen siyasi. 

AİHM’in ‘Türkiye zaten kararlarımızı uygulamıyor’ deyip, devlet hakkında kararlar verebileceğini düşünüyor musunuz?

Yani şunu demek istiyorum. Yusuf Bilge Tunç’la ilgili verdikleri karar gerçeğe uygun değil. Kararda mealen deniliyor ki, “Etkin bir soruşturma yapıldı, herhangi bir sorun yok.” Yusuf Bilge Tunç’un arabası kaçırıldıktan 10 gün sonra ailesinin gayretleriyle bulundu. Olay yeri incelemesi ise 6 ay sonra yapıldı. Etkin soruşturma bunun neresinde? Araba önce orada bekletildi uzunca bir süre ve 6 ay sonra gittiler. Şimdi AİHM bu kararı hangi belgeye göre verdi? Bunları anlamak çok zor. Ayrıca bu adam buharlaşmadı ya… Bir insan 2 yıldır kayıpsa bunun sorumlusu elbette devlet, bulup ortaya çıkarması lazım. AİHM’nin bunu da göz önünde bulundurması gerekirdi. Kaçırılan diğer insanlar ortaya çıktı. Birkaç kişi çıkmadı. Yusuf Bilge Tunç onlardan biri. Başına ne geldi, adama ne yaptılar, herkes bunu merak ediyor. 

Türkiye’de 400 civarında bebeğin hapiste olduğu söyleniyor. Bebekler neden hapisteler?

Adalet, hak, hukuk söylemleriyle iktidara gelen AKP, bebekleri ve çocukları hapse atan bir iktidar olarak tarihe geçti. Adalet Bakanlığı verilerine göre cezaevlerinde anneleriyle birlikte kalan 0-6 yaş arasında 396 çocuk bulunuyor. Türkiye genelindeki cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü olan 12-18 yaş arasındaki çocuk sayısı ise 2 bin 76. Bu rakamlar da sürekli değişiyor. İki sene öncesine kadar 780 çocuk ve bebek cezaevindeydi. Birdenbire düştü bu rakam. 

Biliyorsunuz cezaevlerinde çocuk koğuşları var. Şakran Cezaevi bunlardan biri ve burada yüz metrekare civarında bir alanda en son 14 çocuk ve 14 anne birlikte yaşıyordu. 0-6 yaş arasındaki bir çocuk annesinden, anne de evladından ayrılamaz, hapiste olmalarının nedeni bu. Mecburen oradalar. Üstelik çoğunun babası da cezaevinde. Bazı çocuklara dede ve babaanneleri bakıyor ama bu her aile için mümkün değil. Küçük olanlar veya yeni doğanlar zaten anneye muhtaç oluyorlar, anne sütüyle besleniyorlar. 

Dede ve babaanne gibi yakın akrabalarıyla kalan çocuklar çok büyük travmalar yaşıyorlar. Mecburen annelerinin yanına gidiyorlar. Anne-babası tutuklu olan çocuklar cezaevini işyeri olarak biliyor. Çocukların siyasi olarak yapılan bu tutuklamaları anlama imkanı yok, bu onlara nasıl açıklanabilir ki. Aileler çok çaresiz. Beş yıl içinde o çocuklar büyüdüler, ilkokul çağına geldiler, okuma yazmayı söktüler ve artık gittikleri yerin işyeri olmadığını anlıyorlar. Bir arkadaşımın kızı “Burası işyeri değil, cezaevi biliyorum, buraya hırsızları atıyorlar, babamı niye buraya attılar, babam ne yaptı” diye sormuş. Kadıncağız evladının sorusu karşısında günlerce uyuyamadığını söyledi. Böyle çok ciddi travmatik olaylar var. 

İlk zamanlarda bazı ailelerin çocuklarını alıp Çocuk Esirgeme Kurumu’na verdiklerini duymuştuk. Bu durum çok ciddi tepki almıştı. Bu uygulama halen devam ediyor mu?

Çocuk Esirgeme Kurumu’na verilme durumu ilk başlarda yapıldı ama çok tepki çekince bundan vazgeçtiler. Son zamanlarda bu tarz bir olayla karşılaşmadım. 

Hapishanelerde mahkumlara yeterli yemek verilmediğine dair haberler duyuyoruz. Bu çocuklu tutuklulara yeteri kadar yemek veriyorlar mı? 

Çocuklara özel hiçbir zaman yemek çıkmıyor ve çıkan yemekler de onlara uygun olmuyor. Anneler çocukların yemek ihtiyaçlarını kantinden gidermeye çalışıyorlar. Bu da ekstra yük demek. Maddi imkanınız ölçüsünde çocuğunuza bir şeyler alıp yedirebiliyorsunuz. Cezaevi kantinleri hem çok pahalı hem de istediğiniz her şeyi bulamıyorsunuz, ne getirirlerse onlarla yetinmek zorundasınız. Tabi verilen yemekler tutuklulara yetmiyor. Bazı cezaevleri bu konuda çok sorunlu, bazılarında sorun olmuyor. İzmit Gebze Cezaevinde tutuklu bulunan ihraç hakim bir anne iki aylık kızıyla hapse girmişti. Çocuğuna orada verilen kuru fasulye, patlıcan gibi yemeklerin suyundan yedirmek zorunda kaldığını görüş gününde ailesine anlatmıştı. Senin bebeğin beslenmiş, beslenmemiş, bunlar kimsenin umurunda değil.

Erdoğan rejimi neden Hizmet gönüllülerini kadın-erkek, çocuk-yaşlı, hasta-iyi demeden hapse atıyor. Bu insanlar ne yaptılar?

Ergenekon davaları döneminde bir ses kaydı düşmüştü internete. Bir paşa “Çoluk çocuk hepsini kırıp geçireceğiz” diyordu. Ben buna çok inanmamıştım. Nasıl bir söylem bu, hem ne yapacaklar ki diye düşünmüştüm. Gelinen noktada söyledikleri her şeyi yapıyorlar. Bu bir intikam meselesine dönüştürüldü. Darbenin sorumlusu bu insanlarmış gibi çoluk çocuğa, hamile kadınlara onursuzca bir saldırı var. Bunu başka hangi kelimeyle açıklayabilirim bilmiyorum. 4. evre bir kanser hastası neden hapse atılır ki? Doktor zaten yüzüne en fazla bir yıl yaşarsın demiş. Böyle bir insanı niçin cezaevinde tutuyorsunuz? İlla ceza vermek istiyorsanız denetim serbestlik diye bir yöntem var, ev hapsi diye bir yöntem var. Bunları uygulamak varken illa tutukluluk neden? Kaçma şüphesi yok. Hukukta en son çaredir bir kişinin tutuklanması. Bu tür hastaların da aralarında olduğu birçok insanın tutuklanmasını başka türlü açıklayamıyorum. 

Ergenekon yapısının intikam aldığını mı düşünüyorsunuz?

Artık Ergenekon mu bilmiyorum ama dini bir cemaatten intikam alınıyor. Ve bunu darbeyi bahane ederek yapıyorlar.

Kovid döneminde af çıkarıldı ve devlet siyasi tutuklulara bu hakkı vermedi. Bunun neden olduğunu düşünüyorsunuz?

Devlet siyasi tutukluları “tehlikeli tutuklu” diye görüyor. Bu insanlar ülkemizin eğitimli insanları. Aralarında doktor, öğretmen, gazeteci, hakim, savcı, avukat gibi insanlarla birlikte iş insanı, ev hanımı, üniversite öğrencisi, emekli ve gönüllülük esasıyla sivil dernek ve vakıfların aktivitelerine katılmış insanlar da var. 

Özellikle Ankara’da Sincan’da tutuklu çok hakim, savcı vardı. Bu insanları tehlikeli tutuklu diye Kırıkkale Keskin Cezaevine tek tek hücrelere gönderdiler. Yine Avukat Turan Canpolat var, kendisi şu an Elâzığ’da 2 No’lu Yüksek Güvenlikli Cezaevinde tutuklu. Üç yıldır, tavuk kümesi boyutlarında bir hücrede tutuyorlar. Turan Canpolat’ın hikayesi çok ilginç. Normalde 15 Temmuz öncesinde tutuklanan bir siyasi tutuklu olmasına rağmen, bir anda onu 15 Temmuz sonrası darbeyi planlayanlar dosyasına kaydırıyorlar. Darbe sırasında hapiste olmasına rağmen, darbeyle suçlanan bir hukukçu olarak tarihe geçti. Kendisi bu hukuki hataları, hakkında düzenlenen ve mahkemeye sunulan sahte evrakları ve zoraki suçlamaları mahkemede çürüttüğü için Malatya’dan Elazığ’a sürgün edildi. Turan beyin dava dosyalarını okudum, yazdığı mektuplara bakıyorum, mahkemelerde yapılan usulsüzlüklere ve haksızlıklara karşı hapiste olmasına rağmen her yolu deneyerek mücadele ediyor. 

Aflarla ilgili olarak; Türkiye’de önemli yıldönümlerinde genel aflar hep çıkmış. Cumhuriyetin 10., 20. yıldönümü gibi dönemlerde. Cumhuriyetin yüzüncü yılı olan 2023’te bu şekilde bir af çıkar mı diye herkes merakla soruyor. Bunun söylentisi de var kamuoyunda. Genel bir af çıkartılmadan ve uygulamayı görmeden böyle bir yorum yapmak doğru olmaz. 

Siyasi tutukları da konuşunca tüm dünyanın bildiği ve AİHM’in haklarında serbest bırakılma kararı verilmesine rağmen Selahattin Demirtaş ve Osman Kavallı’nın yaşadığı mağduriyet ve hala hapiste tutulmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Biraz önce dediğim gibi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni anlamakta gerçekten çok zorlanıyorum. AİHM’in buna bir çözüm bulması ya da ceza uygulaması lazım. Sadece karar verip bırakmakla bir sonuç olmadığı Türkiye’de görülmüş oldu. Herkesin bildiği üzere Selahattin Demirtaş ‘Vallahi de billahi de seni başkan yaptırmayacağız’ dediği için hapse atıldı. Osman Kavala hakkındaki davada da inanın hiçbir şey yok. Kavala’nın yakın arkadaşı Oya Baydar “Osman, Gezi Parkı olayları döneminde Emine Erdoğan’la ilgili duvarlara yazılan küfürleri görünce üzülmüş ve kendi imkanları ile adam tutup o yazıları duvarlardan temizletmişti. Kendisi de insanlara ‘burada bizim amacımız bu değil’ mesajı vermiş biri. Olaylar öyle noktaya geldi ki tüm suçlamalar Kavala’nın üzerine yıkıldı ve o günden beri hala hapiste. Ondan da intikam alıyorlar.” demişti. 

Yani nasıl ki Gülen Hareketi’nden intikam alınıyorsa, aynı şekilde Kavala’dan ve Demirtaş’tan da intikam alıyorlar. Muhalif olan herkesi yok etme politikası güdülüyor. Tabii ki Türkiye’de hukuk değil, keyfilik söz konusu, keyfilik anlayışı hüküm sürüyor. Bunca karar olmasına rağmen hala bu insanların serbest bırakılmamasının başka bir açıklaması yok. Binlerce insanı resmen rehin tutuyorlar. 

Peki bunları serbest bırakılma ihtimaline yakın zamanda görüyor musunuz?

Yok, öyle hiçbir umudum yok açıkçası ama belli de olmaz. Bakarsınız bir gün pat diye de bırakabilirler. Türkiye’de hiçbir şey öngörülemiyor. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin normalde bir yaptırımı olmalı dediniz. AİHM’in bu noktada nasıl uygulamaları var, kararlarını uygulamayan taraf ülkelere karşı?

Uyarı ve ceza mahiyetinde uygulamaları var, genel mevzuatına çok hakim değilim. Almanya’da doktora yapan birkaç kişi sürgün gazetecilerle röportajlar yapmıştı. Bana Avrupa’daki hukuk sistemine güven duyup duymadığımı sormuşlardı. Güvenmediğimi söyledim. Tutuklu gazeteciler Hidayet Karaca, Mehmet Baransu davaları yıllardır AİHM’nin önünde bekliyor. Hala sonuçlanmadı. Ama Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan gibi gazeteciler tutuklandığında yapılan başvurular üç ay içinde sonuçlanmıştı. Şimdi AİHM bu dosyaların önceliğini neye göre karar veriyor? AİHM Başkanı Spano “Çok fazla dosya var, tabi bu kadar uzamaması gerektiğini ben de biliyorum” gibi hiç tatmin edici olmayan bir açıklama yaptı. 

Cemal Kaşıkçı dosyasının Türk yetkililer tarafından Suudi Arabistan’a verilmesi konusunda karar alınması ile ilgili dünya kamuoyunda ciddi tartışmalar başladı. Bu konunun da yaşanılan hukuki problemlerden kaynaklandığını düşünüyor musunuz?

Cemal Kaşıkçı Türkiye sınırları içerisinde öldürüldü ve bu cinayeti de kendileri ortaya çıkardılar. Şimdi dava kapatılıyor ve Suudi Arabistan’a veriliyor. Bu tamamen siyasi çıkarlarla alakalı bir durum. Yeni bir iddiaya göre eski Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, davanın Suudi Arabistan’a devredilmesini istemediği için görevinden alındığı yönünde. Yeni bakan Bekir Bozdağ’ın yaptığı ilk işlerden biri Kaşıkçı dosyasının devriydi. Elbette tüm bunların hukukla bir ilgisi olmaz.

O zaman Türkiye’de hukuk siyasetin emri altında denilebilir mi?

Uygulamalara bakınca öyle görünüyor. Geçenlerde Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca ‘yargıdaki en büyük sorunlardan birinin hakim ve savcıların yüzde 60’ının kıdemsiz’ olduğunu söyledi. Bu ne demek? Hakim ve savcılarımız tecrübesiz. Bir insanın hayatıyla oynamak bu kadar kolay mı? 5-6 yıldır cezaevinde tutulan insanlar var. Yıllardır hücrede tutulup gün ışığı görmeyen insanlar var. İnsanların hayatlarını bu tecrübesiz hakim ve savcıların eline mi bıraktınız? Devamında da Türkiye Hukuk Akademisi’nin hakim ve savcılara eğitim vereceğini belirtti. Yargıtay başkanının yaptığı bu açıklamalar şok edici. En önemli yargı dosyalarına bakan hakimler eğitim alacak deniyor, akıl alacak gibi değil. Bu da Türkiye’de hukukun yerin dibine geçtiğini gösteriyor.

Hapishanelerde ağır hastalar, bakıma ihtiyacı olan yaşlılar var ve bu insanların serbest bırakılması için kampanyalar yapılıyor. Ne yazık ki bu kişiler serbest bırakılmıyorlar. Bunun sebeplerinin ne olduğunu düşünüyorsunuz?

Ben öyle düşünmüyorum. Ayşe Özdoğan başta olmak üzere bırakılan pek çok insan oldu, oluyor. Sosyal medyada yapılan kampanyalar bence sonuç veriyor. Tabii ki bırakılmayan insanlar da var. Aslında bu işin bir matematiği yok. Kampanya yapılıp bırakılan da var, bırakılmayan da. Ankara Sincan Cezaevi’nde tutuklu olan felçli Mehtap Şentürk, yüzde yüz engelli KHK’lı polis Bilal Konakçı ve daha birçok insan durumları ağır olmasına rağmen tahliye edilmediler. Onların tutuklanmaması bile gerekir, evine polis gitmemesi gerekir, savcının yanına gitmemesi gerekir ama bunların hepsini yapıyorlar. 

Hukuk ve demokrasinin olduğu ülkelerde insanlar haklarını sosyal medyada aramıyorlar, mahkemelerine güveniyorlar. Mesela Almanya’da Twitter o kadar etkili bir sosyal medya değil. Merkel’in kendi hesabı bile yok. Bizim ülkemizde ise devlet kurumlarının içleri boşaltıldığı ve güven kalmadığı için insanlar sosyal medyada haklarını aramak zorunda kalıyor. Herkes Twitter’da çığlık çığlığa hak arayışı içerisinde. 

Sosyal medya kampanyaları neticesinde özellikle kadın cinayetlerinde çok başarılı sonuçlar alınıyor. İnsanların sosyal medyadan gösterdikleri tepkileri yetkililer daha çok ciddiye alıyorlar. Devlet kapısına gidiyorsunuz, yardıma ihtiyacım var diyorsunuz, aynı yetkililer bir şey yapmazken, tweet atıldığında sizi ciddiye almaya başlıyorlar. 

Bir paragraf açıp şunu da okuyucularınız için detaylandırmam lazım. Evet Türkiye’de cinayet, hırsızlık gibi adi suçlardan yakalan insanlar serbest bırakılıyor ama öğretmen, doktor, gazeteci, hakim gibi eğitimli insanlar hiçbir suçları olmamasına rağmen hapislere dolduruluyorlar. Aslında bu kısım Türkiye’nin hukuk durumunu özetliyor. 

Ceza sürelerini doldurmalarına rağmen hala hapiste tutulduğu söylenen kişiler var. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Cezaları netleşenler ve süresini dolduranların, son bir yıl kalan cezalarını karakola imza vererek dışarıda geçirmelerine hak tanıyan bir uygulama. Buna denetimli serbestlik hakkı deniyor. Ama bu hakkı siyasi tutuklulara genelde vermiyorlar. Bazı cezaevleri verdi ama bu sayı çok az.  Cezaevlerinde bir kurul oluşturuldu. Cezaevi müdürleri, psikoloğu, infaz koruma memurları var bu kurulda. Denetimli serbestlik hakkı gelen tutukluyla önce bunlar mülakat yapıyorlar. Tutuklunun örgütle ilişkisi var mı yok mu diye araştırıyorlar. Ona göre size tahliye ediyorlar ya da etmiyorlar. Bir kere bu kurulların kurulması hukuka aykırı. Sizi zaten mahkeme yargılamış, ceza vermiş, cezanızı çekmişsiniz, tahliye zamanınız gelmiş, cezaevinde bir kez daha yargılıyorsunuz. Bu olacak şey mi? Ayrıca bu kurulların uygulamaları da akıl alır gibi değil. Tarafsız koğuşa geçen insanları bile tahliye etmiyorlar. En son Manisa Akhisar Cezaevinde bir tutukluya “Sizin koğuşta hala örgütle bağlantısı devam eden kişi var mı?” diye soru sordular. Bu ne demek? Bize muhbirlik yap. Anlatabiliyor muyum? Bunlar tamamen hukuk dışı şeyler. Eğer tutuklu, kurula memnun olmayacakları bir cevap verirse, yani muhbirlik yapmazsa denetimli serbestlik hakkı yanıyor. 

Başka bir dosyadan da bahsedeyim. Gazeteci Aytekin Gezici, Hatay Cezaevi’nde 5 yıldır tutuklu. 7 yıl 8 ay ceza verilen Gezici’nin denetimli serbestlik hakkı bu nisan ayında geldi, bırakılması lazım. Ne yaptılar biliyor musunuz? Gezici’nin devam eden diğer davalarını sonuçlandırdılar ve cezası 13 yıla uzatıldı. Nedim Şener gibi isimler Gezici’yi hedef gösterdiği için ona karşı özel bir nefret var. Bir gazeteci olarak hapis yatan Nedim Şener, aynı hukuksuzluğu kendi meslektaşına yapmaktan kaçınmadı. 

Aytekin Gezici’nin de içinde olduğu, Adana’daki her kesimden 13 gazetecinin yargılandığı dosyada aslında hiçbir delil yok. Tamamen hedef göstermelerle ilerleyen bir dosya. Sözcü gazetesi köşe yazarı Saygı Öztürk, 15 Temmuz’dan sonra tutuklanacaklarla ilgili 29 Mayıs 2017’de “8 kriter göz önünde bulundurulacak” diye bir yazı yazdı. Bu yazıya göre; Bylock kullanan, örgüt yöneticisi olduğu iddia edilen kişilerle telefonda konuşan, hakkında gizli tanık ya da etkin pişmanlıktan yararlananların ifadeleri olan, talimatı üzerine Bank Asya’ya yeni hesap açtırıp para yatıran, hesabında para artışı olan, KHK ile kapatılan okullarda görev yapan, KHK ile kapatılan kurumlara bağış yapan, çocuğunu kapatılan okullarda okutan herkes bu kriterlere göre yargılanacaktı.

Aytekin Gezici, savunmasında Öztürk’ün yazısına atıf yaparak “Bende Bylock yok, Bank Asya yok, sendika yok, kuruma bağış yok, çocuklarımı kapatılan bir okula göndermedim, hakkımda tanık yok. Yani bu kriterlerin hiçbiri bende yok. Tahliyemi talep ediyorum” dedi. Ancak dikkate alınmadı.

Aytekin Gezici ve 13 gazetecinin yargılandığı davada, gazeteciler hakkında ihbarı yapan Selahattin Sekin isimli, bir dönem Cihan Medya Dağıtım’da dağıtım işleri yapan, daha sonra AKP’li siyasetçiler desteğiyle Metro TV’yi kurarak televizyoncu olan bir kişi de tanık sıfatıyla dinlendi. Başta Gezici olmak üzere Adana’daki tüm muhalif gazetecilerin tweetlerinden bir dosya oluşturup ihbar eden Sekin, mahkemede ihbar ettiği gazetecilerin sorularına cevap veremedi. Özellikle Gezici için söylediği “Ben hiç görmedim ama gazetede toplantılara katılıyorlardı.” sözüyle tezlerini savundu. Sekin’in yalancı şahitliği ile Aytekin Gezici hakkında hiçbir somut delil bulunmamasına rağmen yazdığı kitaplar ve paylaştığı tweetler delil olarak gösterilerek 9 yıl hapis cezası verildi. Mahkemeye Ergenekon’dan yargılanan Dursun Çiçek katıldı ve sonrasında yaptığı açıklamada “Bu dosyada suçlu tek bir kişi bile yok” demişti. 

Geçende sosyal medyaya bir polis özel harekât ekibinin ağır silahlarla bir bebekli ailenin evine operasyon yaptığı videosu düştü ve tartışmalara sebep oldu. Polis teşkilatı bir bebekli anneden mi korkuyor? Bu tür operasyonların sebebi sizce nedir?

Aslında bu operasyonu yapanların motivasyonu yani amaçları gövde gösterisi yapmak, makam mevki kazanmak. Bahsettiğiniz operasyonun emrini veren kişi İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş, iki sene önce Adana’nın müdürüydü ve çocuklu bir evin kapısını koçbaşı ile kırdırmıştı. Ve koçbaşıyla kırdıkları kapının videosunu Demirören Haber Ajansı’na (DHA) servis ettirdiler. Operasyonu yaptıkları yer Adana’da gecekondu mahallesi gibi bir yerdi. Baskın yapılan evde sıradan yurdum insanları yaşıyor. Güçleri böyle insanlara yetiyor. Videoda ‘Aç kapıyı’ deniyor, sabah vakti hemen kapı açılmayınca, kapının kırılması emrini veriyorlar, kameralar önünde. Kapıyı kırıp içeri girdiklerinde, bir amca “Oğlum çocuk uyuyor çocuk uyuyor” diye feryat ediyor. Zafer Aktaş bu operasyondan 5 gün sonra İstanbul Emniyet Müdürü oldu. Sizin de bahsettiğiniz ve emniyet tarafından paylaşılan o operasyon videosu, İstanbul Güngören’de 40 günlük bir bebeğin olduğu eve yapılıyor ve anneyi gözaltına alıyorlar. Kadını o gün serbest bıraktılar ama eşi uzun süren gözaltından sonra tutuklandı. 

Tabi bir de Gülen Hareketi’ne üyelik iddiasıyla yürütülen bu soruşturmaları ya da yeniden yapılanma adı altında yapılan bu operasyonları bitirmek istemiyorlar. Amaçları toplumu korkutmak, baskı kurmak, sindirmek. Kendi amirlerine de ‘operasyonlara devam ediyoruz, terör örgütleriyle mücadele ediyoruz’ mesajı veriyorlar. 

Bu yaşanan insan hakları mağduriyetleri insanların yaşam alanını sınırladıkça, insanlar ülkeden çıkmanın yollarını araştırıyor. Meriç en çok gündeme gelen noktalardan biri, ama burada boğulan ve ölen her yaştan insanlar oldu. Yaşam ve ölüm arasındaki bu mücadele hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Türkiye’de hiç kimseye yaşam hakkı bırakmadılar, mecburen artık başka bir yol bulmak zorunda kalıyor insanlar. Düşünsenize haksız yere tutuklanma ihtimaliniz var, yıllarınız hapiste geçecek, özgürlüğünüzden mahrum olacaksınız. Özgürlüğünü kaybetmek öyle kolay bir şey değil. İnsanlar kurtuluşu ülkeden çıkmakta görüyor. Mesela geçen gün Trabzon’da bir grup kadını gözaltına aldılar. Sebep? Kadınlar aralarında salça alıp satmış. Ticaret yapmak da yasak. Bu emniyetin dikkatini çekmiş, gözaltına alıp örgüt bağlantınız var mı diye sorguluyorlar. Böyle bir ortamda mecburen başka bir ülkeye gitmek zorunda kalıyorsunuz. Yaşam hakkı tanınmıyor. Yeme, içme, bir yere gitme, öl deniyor. 

Meriç’ten, Ege’den geçip Türkiye’yi terk etmek çok zor bir karar. Evet bu yollarda ölen insanlar oldu ama geçip yeni hayat kuranların sayısı ölenlerden kat kat fazla. Son dönemde ise durum biraz daha farklılaştı. Yunanistan mültecileri geri itiyor. Çünkü Avrupa artık mülteci istemiyor. Mülteciler gelmesin diye Erdoğan’la anlaşma yaptılar. Geri itme olaylarında Avrupa’nın çok masum olduğunu düşünmüyorum. Yolları onlar kapatıyor. Çıkarlar söz konusu olunca Avrupa bile kendine demokrat. Senin maruz kaldığı haksızlık konusunda ne kadar demokrat davranabiliyorlar çok emin değilim. Kimse durup dururken ülkesini terk etmiyor, bunu anlamaları lazım. Yoksa bir doktor, bir savcı neden Meriç’ten geçsin ki…15 Temmuz’dan sonraki ilk yıllarda geçişler daha kolaydı, şimdi zorlaştı. Çok riskli bir yol, buna rağmen yine farklı yollar bulunuyor, deneniyor. Yamaç paraşütüyle Yunan Adası’na iniş yapan KHK’lı polis bile gördük.  

Az önce bahsettiğiniz insanların yaşam alanlarının kısıtlanması konusunu biraz daha açar mısınız? Hangi manada bu kısıtlamalar daha çok oluyor?

Mesela KHK’lı öğretmen Menekşe Turen’in, kızının devlet okulunda maruz kaldığı ötekileştirmeyle ilgili söyledikleri çok üzücü, inanılır gibi değil. Turen, daha önce özel okula giden kızını, okul KHK ile kapatıldığı için devlet okuluna yazdırıyor. Çocuk daha okula gider gitmez ocu bucu diye etiketleniyor. Sınavda “Ne olmak istiyorsunuz?” sorusuna “Hâkim” diye cevap vermiş. Öğretmen, neden hâkim olmak istediğini soruyor, “Adalet için” diyor. Bunu duyan bir öğretmenin tavrı ne olmalı? Öğretmen “Ülkede zaten adalet var” diyerek kızın üzerine yürüyor. Sınıftaki diğer öğrenciler bile öğretmenin tavrına tepki göstermiş. Bir eğitimci bile sizi anlamıyor. Üç kişi bir araya gelip yemek yeseniz, yeniden yapılanma diye götürüyorlar. Kimseye gidemiyorsunuz, arayamıyorsunuz. Bu dönemde KHK’lı ailelerin çocuklarından çok intihar eden oldu. Çocukların psikolojileri gerçekten vahim. Hapisteki bir anne-babanın çocuğuyla ilgilenseniz, hal hatır sorsanız bu da problem. Bunu yapan insanları da tutukluyorlar ve iddianamelere “Birbirlerine maddi ve manevi destekte bulunuyorlar” diye yazıyorlar. İnsani zeminde gelişen ilişkileri bile örgüt faaliyeti olarak görüyorlar. Giresun’da bir eczacı, ilaç almaya gelen bir kadının eşinin hapiste olduğunu öğrenince “Abla bir daha buraya gelme” demişti. Buna benzer binlerce örnek, yaşanmış hikaye var. 

KHK’lılara iş verilmiyor deniyordu, bu hala aynı mı?

Evet KHK’lılar iş bulmakta hala zorlanıyor. 1980 darbesinden sonra bile KHK’lılar böyle zorlanmamış. Herkes istediği işte çalışmış, zengin bile olanlar var. Şimdi devlet sizi fişlemiş durumda. T.C. kimlik numaranızı girdiklerinde eğer karşısında 36 kodu çıkıyorsa siz KHK’lısınız demek oluyor, yani resmi söyleme göre teröristsiniz. Bütün kapılar yüzünüze kapanıyor.  

İş bulanlara da bazı iş verenler çok acımasız. KHK’lıları sigortasız çalıştırıyorlar, en zor işleri onlara yaptırıyorlar. Ne yazık ki, insan bir kere düştü mü, herkes bir şekilde senin o düşkünlüğünden faydalanmaya çalışıyor. 

Bu mağduriyetlerin bitmesi adına insan hakları örgütlerinin, medyanın ve ulusal-uluslararası organizasyonların yaptıklarını yeterli görüyor musunuz?

Yok tabi hiçbiri yeterli değil. Ne kadar yeterli olabilir ki? Yeterli olsa yani yaptırımlar olsa bu kadar olay olmaz. Her partiden bir temsilcinin bulunduğu TBMM İnsan Hakları Komisyonu hapishanelere gidip inceleme yapıyor. Afyon Cezaevi’ne gittiklerinde orada tutuklu olan Yargıtay eski hakimi Hüsamettin Uğur, komisyonla görüşmek istiyor ama görüştürmüyorlar. Ben bu komisyonda olsam o cezaevine gittiğimde tek başına hücrede kalan bir hakimi görmek isterdim. İzin vermiyorlarsa da diretirdim. İnsan hakları komisyonunun görevi bu. İnsanları yirmi günden fazla hücrede tutamazsınız. Kanunen yasak ama bir hakim yıllardır tek kişilik hücrede tutuluyor ve onunla görüşmeden oradan ayrılıyorlar. Türkiye’deki medyanın zaten yani yüzde doksanı iktidarın elinde. Onlar da tıpkı Adalet Bakanlığı gibi her şeyi güllük gülistanlık görüyorlar. Türkiye hakikaten vicdanlı, doğru dürüst, ahlaklı bir gazeteci yokmuş. Bu kadar hukuksuzluk ve haksızlık karşısında kimsenin sesi çıkmadı.

Türkiye’nin yakın geleceği ve bu yaşanan mağduriyetler hakkında bir değişim olabileceğini düşünüyor musunuz?

Yok hayır, yakında bir değişiklik olacağını düşünmüyorum. Bu soru da bana çok soruluyor. Bir şey diyemiyorum ben bu sorulara. AKP’liler bir taraftan sanki hiç iktidar gitmeyecekmiş gibi tüm devlet mekanizmaları ile halkı baskılarken, diğer taraftan da altlarını oyuyorlar bence. Adana’da Furkan gönüllülerine yapılan şiddet olaylarını ben böyle okuyorum. “Başörtülü polisler başörtülü kadınları dövüyor” algısının fotoğrafını çok net bir şekilde orada çektiler. Erdoğan başörtüsü söylemiyle iktidara geldi, bu söylemi dilinden hiç düşürmedi, bugüne kadar iktidarını sürdürdü ve kazandı. Birilerinin amacı bunu yıkmaya çalışmak. AKP’liler iyice körleşti herhalde, bunu görmüyorlar mı? Nihayetinde onların da altlarının oyulduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla Türkiye’nin yakın geleceği bence farklı mağduriyetlere gebe.

Sevinç hanım bu röportajı bizlerle yaptığınız ve sorularımıza içtenlikle cevap verdiğiniz için çok teşekkür ederim.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin