Şener Şen tepkiyi neden hak ediyor?

İnsan olmak zordur. İnsan kalabilmek ise çok daha zor… Bu yüzden olsa gerek Anadolu’nun gönül mimarlarından Alvarlı Efe Hazretleri sürekli “Allah bizi insan eyleye!” diye dua edermiş.

Normal şartlarda bir insanın ne kadar “insan” olduğunu anlamak kolay olmayabilir. Ama olağanüstü şartlar kimin ne kadar insan olduğunu da eleveren enteresan süreçlerdir. Çünkü, o meşhur sözde ifade edildiği gibi, hakikaten de, insanların gerçek karakterleri istisnai durumlarda ortaya çıkıyor.

Bunları bana düşündürten, 2016 yılını Almanya’nın 1934 yılı şartlarında bitiren Türkiye’de sanki her şey normalmiş gibi davrananların aymazlığı oldu. Çok üzülerek söylemeliyim ki, “Hababam Sınıfı”ndaki “Badi Ekrem” tiplemesiyle taa 1975’ten beri hayatımızın bir parçası haline gelen Türk sinemasının devlerinden Şener Şen de, sayıları on milyonları bulan aymazlar kafilesindeki yerini aldı.

HAYATININ UTANÇ VERİCİ BİR FASLI OLARAK HATIRLAYACAK…

Her gün geceyarıları evleri basılarak gazetecilerin, akademisyenlerin, aydınların, siyasetçilerin, sanatçıların, öğretmenlerin, hayırseverlerin, evhanımlarının tutuklandığı hoyrat bir dikta rejimi altında zulmün her türü zirve yapmışken, bu düzenin baş aktörü Erdoğan’ın elinden ödül almak Şener Şen gibi toplumun büyük saygı gösterdiği bir sanatçıya hiç mi hiç yakışmadı. Tarihe nasıl bir iz bırakacağından adeta habersizmişcesine yer aldığı Erdoğanlı fotoğraf kareleri, hiç şüpheniz olmasın ki, ileride kendisi tarafından da hayatının en utanç verici faslı olarak anılacaktır.

Şener Şen, ödül kabul konuşmasında, “Hikâyeler hayatı nasıl yaşayabiliriz konusunda bize yol göstericilerdir. Ben canlandırdığım karakterleri, iyiye ve doğruya hizmet etmesi için özenle seçtim. Bir aktör için intihar sayılabilecek uzun yıllar istediğim hikâyeyi bekledim. İyiyi, doğruyu ve güzeli arayan toplumların her zaman barış içinde yaşayacağına inandım. Bu ödülü toplumsal barışımıza bir katkısı olması umudu ile kabul ediyorum” diyordu.

Belli ki halkın gönlüne taht kurmuş gerçek bir sanatçı için asıl intiharın o an yaptığı şey olduğunun farkında değildi. Ama kendisini “Bu ödülü toplumsal barışımıza bir katkısı olması umudu…” vurgusuyla kabul ettiğini söylemek zorunda hissetmesi, aslında ne yapmakta olduğunun bilincinde olduğunun bir işareti olarak da kabul edilebilir. Feleğin çemberinden geçmiş 75 yıllık uzun bir hayat tecrübesinden sonra, toplumsal barışı dinamitleyenin, ülkede huzur ve güvenin en büyük katilinin topluma attığı kin, nefret ve düşmanlık tohumlarıyla Erdoğan’dan başkası olmadığını Şener Şen’in bilememe olasılığı var mıdır?

ELIA KAZAN VE MARLON BRANDO GİBİ OLAMAMAK…

şener şene nispetHâlbuki Elia Kazan ve Marlon Brando örneklerinde olduğu gibi büyük bir sanatçı olmak büyük bir insan olmayı da gerektirir. Kayseri Germir kökenli Rum bir ailenin çocuğu olan Elia Kazan, iyi bir eğitmen, efsanevi bir yönetmen, büyük bir sanatçı ve büyük bir insandı. 20. yüzyılın en önemli sinema oyuncusu olarak gösterilen Marlon Brando başta olmak üzere pek çok önemli aktörün eğitiminde rol almıştı. Şahane filmler yönetmiş ve en iyi yönetmen dalında iki kez Oscar Ödülü kazanmıştı. İşte bu Kazan, ABD’de hastalıklı cadı avcılığının zirve yaptığı McCarthyism yıllarında yerini karaktersiz muhbirlerin arasında değil, ahlaksız cadı avcılarının arasında değil, hedefe konulanlar arasında almıştı. 1952’de Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi tarafından sorgulanan Kazan, buradaki ifadelerinden ötürü de ağır bir lince uğramıştı.

Elia Kazan’ın talebelerinden Marlon Brando da inançlarını çıkarlarına feda etmeyen büyük sanatçılardandı. Hollywood’un sorunlu ilişkilerine meydan okuyan Brando, “Hala Hollywood’da bulunmamın tek nedeni parayı reddedecek ahlaki cesaretimin olmayışıdır” diyecek kadar cesurdu. 1972’de “Baba” filmiyle aldığı Oscarı reddedecek kadar da asiydi. ABD’nin Kızılderililere uyguladığı politikayı protesto etmek için 2. Oscarını almaya dahi gitmemişti. Kızılderili ve siyahların hakları için aktif çalışan Brando, Hollywood’un Kızılderililere karşı tutumunu pek çok yollarla protesto etmiş, pekçok düşman edinmişti. Ne devrin, ne içinde bulunduğu sektörün kodamanlarının dümen suyuna girmeye tenezzül etmemişti.

Maalesef her sanatçı Elia Kazan ve Marlon Brando gibi olamıyor. Dikta rejimlerinin bir parçası haline gelmekten kaçınmak ya da daha da önemlisi zulüm furyasına karşı çıkabilmek onuru herkese nasip olmuyor. Öndegelen sanatçı ve aydınlar gibi köklü geçmişi ve geleneği olan koca koca kurumlar bile yakasını bu furyadan kurtaramayabiliyor. Mesela, 18 Ekim 1386 tarihinde kurulan Almanya’nın en eski üniversitesi Heidelberg’in başına gelen gibi.

‘ÖĞRENME KİTABI DAİMA AÇIKTIR’DAN KİTAP YAKMAYA…

Yüzyıllar boyunca “Öğrenme kitabı daima açıktır” sözünü motto olarak benimseyen Heidelberg Üniversitesi’nin 1933’ten itibaren Hitler’e destek vermekle, yüzlerce akademisyeni ve öğrenciyi okuldan uzaklaştırmakla kalmayıp Üniversite Meydanı’nda kitap yakar hale gelebileceğini kim tahmin edebildirdi ki? Giriş kapısı üzerindeki “Yaşayan Ruh” yazısını bile “Alman Ruhu” ile değiştiren bu üniversite, o dönem yaptıklarının ve özellikle de 100 binin üzerinde zihinsel engellinin katliyle sonuçlanan Hitler’in öjenizm ve ötenazi politikalarına destekte başı çekmesinin utancını bugün bile yaşıyor.

Aydınların, sanatçıların, köklü kuruluşların istinai dönemlerde kendi ahlaki varlıklarını inkâr ederek, birer zulüm aygıtına dönüşen dönemin despotlarına nasıl payanda olduklarının örneklerini saymakla bitiremeyiz. Fathali M. Moghaddam’ın “Diktatörlüğün Psikolojisi – The Psychology of Dictatorship” kitabında tanımladığı şekilde, demokrasi-diktatörlük sarkacının uçları arasında gidip gelen Türk siyasi tarihinin değişik evrelerinde olduğu gibi, diktatörlüğün pençesine düşmüş Almanya, İtalya, Portekiz, İspanya, Şili, Arjantin, Rusya, Çin ve benzeri pek çok ülkenin tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Ülke yönetiminin demokrasi mi yoksa diktatörlük mü olduğuna dair basit bir test öneren Moghaddam, herhangi bir vatandaşın yaşadığı şehrin sembol bir meydanına çıkarak yönetimi eleştirmek yoluyla mevcut durumu kolayca test edebileceğini söylüyor. Vatandaş şayet tutuklanma, hapse atılma ve fiziksel şiddete uğrama korkusu olmadan bunu yapabiliyorsa sarkaç demokrasiden yanadır, diye de ekliyor. Değil meydana çıkmak, en son gazeteci Ahmet Şık örneğinde olduğu gibi, sadece eleştirel bir Twitter mesajından dolayı insanların evlerinin güneş doğmadan basılarak gözaltına alındığı bir ülkede böyle bir teste ihtiyaç var mıdır dersiniz?

NESİLDEN NESİLE AKTARILAN ÇARESİZLİK…

Şener Şen gibi efsanevi sanatçıların bile uyum gösterme çabasına giriştiği diktatörlüklerin özelliklerini sıralayan Moghaddam, seküler diktatörlerin de varolduğuna sıkça değinmekle birlikte, dini istismar eden, orduyu kendine siper eden diktatörlüklere daha fazla odaklanmıştır. Moghaddam’a göre daha büyük tehlike ise, ebeveyinlerin karşı çıktıkları diktatörlükleri çocuklarına kabul ettirme telaşesidir. Diktatörlükle yönetilen ülkelerde, diktatörlükten nefret eden ve gerçek bir demokrasinin hayalini kuran birçok ebeveynin, çocuklarına daha iyi fırsat kapıları açabilmek için, onları dikta rejimine uyum göstermeye teşvik etmeleri sıklıkla yaşanır. Bu hal, diktatöre karşı çıkmama dürtüsünü nesilden nesile aktarmış olur.

Zaten bir süre sonra ortalığa bir ölüm sessizliği hâkim olur ve Moghaddam’ın ifade ettiği gibi, “diktatör, hangi konu hakkında ne söylemiş olursa olsun kutsal gerçek muamelesi görür.” Moghaddam, Sigmund Freud’un “İnsan kalabalıklarını tutkuyla bir araya getirmek daima mümkündür, yeter ki, onlara öfkelerini kusabilecekleri başka kalabalıklar gösterin” sözünü haklı çıkarır şekilde, zalim diktatörü halkın gözü kapalı desteklemesi için iç-dış tehdidin abartılmasının kaçınılmaz olduğunu kaydeder. Erdoğan’ın uydurduğu “FETÖ” ve benzeri düşmanlarla sürekli yapmakta olduğu da bu değil midir zaten?

KOŞAR ADIM TOPLU AKIL TUTULMASINA DOĞRU…

Amaç bellidir: Dikta rejimi ile ilgili düş kırıklıklarının; ötekileştirilen hedeflere yönlendirilerek savuşturulması… Rejime öfke ve saldırganlığın, günah keçileri üzerinden giderilmesi… Karşıt görüş fikrinin, ölümcül günah düzeyinde tabulaştırılması… Bu çifte standartlar ve boyun eğmelerin sonunda ahlakın aşınması ve sonucunda Nazi rejimi benzeri bir düzen yaratmaya dek varan bir toplu akıl tutulmasının yaşanması…

Kitabında hedef gruplara yöneltilen saldırganlığın yanı sıra kurgulanmış ve abartılmış dış tehditler taktiğini de inceleyen Moghaddam, şöyle der: “Bu taktik, milliyetçiliğin ve savaşçı siyasetin -militarizm- yanı sıra ortak çıkar gruplarının kaynaşmasıyla da ilişkilidir. “Bakın düşman kapımızda!” korkusunun sürekli taze tutulduğu aşırı milliyetçilikle ve militarizmle beslenen bir atmosferde, kurallara körü körüne riayet ve boyun eğme davranışları had safhaya çıkabilirken, bireyler arzu edilen toplum tablosuna uymaya zorlanabilirler. Diktatör ve yandaşları, saldırıları “ötekiler” olarak tanımladıkları hedeflere yönlendirme stratejisi olarak, sürekli dış ve iç düşmanlar yaratırken, toplumu kendi yönetim şekillerine uygun bir hizaya gelmeye zorlarlar.”

ERDOĞAN’IN ‘ELİT SAVUNMA HATTI’

Tüm diktatörlüklerin özünü kayıtsız şartsız “itaat ve uyum” arayışının oluşturduğuna işaret eden Moghaddam, diktatörlüğü kişisel bir davranış tarzı olmaktan ziyade politik bir sistem olarak ele alır. Diktatörlüklerde ideolojilerin yaşamsal öneme sahip bir rolü olduğunu kaydeden yazar, “Egemen güçleri meşru kılan sahte bilinç ve sahte ideolojiler, diktatörlüklerde güçlü elitin üyelerini bir arada tutmak açısından büyük önem taşırlar… Diktatörlüklerde ideolojinin rolü, yöneten elitleri sıkıca kaynaştırmak, adeta tek vücut haline getirmektir ki böylece toplumu kontrol altında tutmak için kaba güç kullanırken yaptıklarını meşru ve haklı görebilsinler,” saptamasında bulunur.

Diktatörlüğün dayandığı elitin ortak bir ideoloji (Türkiye’de daha ziyade menfaat) çevresinde şekillenen kenetlenme sayesinde ayakta durduğunun altını çizen Moghaddam, diktatörlüğü çökertmenin yolunun da aynı yerden geçtiğini söyler. Bu yolu şöyle tarif eder: Bir karşı elit yaratılmasına destek olarak iktidar elitinin ideolojik kenetlenmesine meydan okuyan, iktidar elitinin tabakalarını ayırıp uzaklaştıracak her yol mutlaka denenmelidir.

Bu açıdan bakıldığında, belirli bir bilinç düzeyini temsil eden Şener Şen’in almaktan imtina etmediği ödül, Erdoğan’ın özenle inşa ettiği siyasal İslamcı dikta rejiminin çevresindeki güç halesini pekiştirmekte kullandığı elit takviyesine büyük bir katkı niteliğindedir. Bu durumda bile Şener Şen’in, Erdoğan dikta rejiminin elit savunma hatlarına asker yazıldığını söylemek abartılı olsa da, bu aymazlığını zararsız görmek mümkün değildir. Güçlü eleştirileri ve hatta sert kınamaları sonuna kadar hak etmektedir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin