Şakirt(!) mi, Birey mi?

YORUM | HAKAN ZAFER

Sabır, şükür, zikir gibi ibadetler, yapılması “zaten” gerekenlerin üzerindedir. Oralardan geçmiş kimselerin tercihleridir. Kendinden önceki soru (ya da sorun) atlanarak geçilemeyecek seviye belirleyicileridir. Karşı karşıya kalanlar arasında fark oluşturan durumlardır. Peygamber olsa, tebliğ yapmakla değil, tebliği yaptıktan sonra sabretmekle, nimeti kullanmakla değil onu asıl sahibine izafe etmekle tavsiye olunur.

Eyvallah ama ne şükrü hatırlatmak ne de sabrı tavsiye etmek, kavramların kendisinden bağımsız değildir. Her iki durum da paha biçilmez zikirdir. Şükrü hatırlatmak, başarıp sevinene tahammülü olmayanın, karşısındakinin ayağı nereye, nasıl basıyor bilmediği için “neme lazım, kayıp gitmesin sonra” diye tepeden bakanın tokadı değildir. Sabır tavsiye etmek de derdi, tasayı yok sayanın, “boş bırakırsan…” diye diye başkaları üzerinde tasarrufa soyunmanın ruhsatı değildir. O halde;

Tutmayın kendinizi, az da beğenin. Beraberinde yol gittiğini beğenebilmek erdem değil midir? Gün olmuş bilmem ne, hâlâ aklına, muhakemesine kıymet emanet edemeyeceğinle ne yol yürünür, ne yarılanmış yoldan dönülür.

Rahat olun. Kimsenin kulluğunu, ibadetini, ruhunu, imanını tartmayın. Hiç birimizi, kabul defterinin yanına gözetleyici koymadılar, herkes kul. Defterler açıldığında orada cümle âlemle birlikte, ancak göreceğiz.

Bi’ müsaade edin. İşi yarım yapanın, başladığı gibi devam ettiremeyenin, yarıya gelince şevki dağılanın, yaptığının insan eliyle de verilebilecek karşılıkları var ve bu karşılıklarla alakasını ayarlayamadığı için kendini kötü hissedenin, bunu size türlü yolla hissettirenin yol tıkaması diye bir şey var. “Önünde duran” insan yığını, yolcunun gidesini bırakmıyorsa kimseyi geride koymayın.

Korkmayın, az da güvenin. Bulunduğu yeri intikam aracına çevirmemiş, yer değiştirmeyi acıtmak bilmemiş, üzerinde topladığı hüsnü zanları silaha çevirmemiş, sabırla “bekleyen” ve haliyle “duran” kimselere, gerçeklik şehrinin ışıklarını göremeyecek kadar uzaklaşmış ideallere saplanmıyorlar diye “kopuk” denir mi hiç? Ölçüsüz, belirsiz hedeflerle sadeliği yok ederek mutsuz makinelere dönüşmektense bırakın kimimizin parantezi küçük, hatta küçücük olsun, ne olur ki? Güneşini kaybetmiş insana “güneşin doğup battığı her yer”i hatırlatıp parmağından can çekmenin var mı bir merhameti?

*****

Mustafa Akıncı, 2015 yılında KKTC Cumhurbaşkanı olarak seçildiğinde, “yıllarca istismar edilmiş ana-yavru vatan edebiyatını bir kenara bırakıp kardeş ilişkisi kurmamız gerekiyor” şeklinde bir demeç verince azar padişahı da altta kalmayıp Akıncı’ya, “ağzından çıkanı kulağının duyması lazım” demişti. Galiba insan, daha az sorun, daha kolay kontrol için evladı büyüsün istemiyor. Hem ufak tefek iken daha sempatik oluyor, kıyma hakkını kendinde görebiliyor. Büyümesi, şükredilecek bir nimetken “nasıl olsa evde dana çok” diye her günü kurban bayramına çevirmenin imtihan sırrıyla alakası, bilinenden çok çok uzaktır. Bıçak, İbrahim (as) bile olsan, kesmek için değildir. Bıçakla sınanan, kazanacak ya da kaybedecek olan, kurbanlık değil, elinde bıçak tutandır.

Hasılı

Kendileri adına endişe duymaktan onlar adına elden gelebileceği yapamadığımız kimseleri, nazarımızda “şakirt(!)”ten “birey”e geçirirsek korkmayın, kimse kopmaz evelallah.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. yazinizdaki mesaj cok guzel ve dogru. Ama anlamak icin niye bize iskence cektiriyorsunuz ki?
    ne olur bu tarzinizi biraz degistirin artik. Ben cok zorlaniyorum anlamakta. Daha basit-acik yazamaz misiniz?
    Sirf bu yuzden yazilarinizi okumuyorum bile. Sanat icin mi sanat yapiyorsunuz, halk icin mi anlayamadim.
    Edebi bir kabiliyetiniz oldugu asikar, ama inanin yemekteki tuzun fazlaligi gibi yarardan cok zarar veriyor. Lutfen daha sade, acik. basit.. yazin.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin