Rüyanın gölgesinde yaşamış bir yazar: Umberto Eco

SANAT | M. NEDİM HAZAR

“Hayatta kalmak için hikayeler anlatmalısın.”

Önceki Günün Adası

Kimilerine göre çokça ünlü bir yazar, kimilerine göre akışkan bir yorumun ve bir o kadar da yönü ve yöntemi kolayca belirlenemeyecek bir bilgi ve birikimin adamı, alışılmışın dışında bir yorumcu, kimilerine göre yerinden yurdundan kopmadan savrulabilen bir büyük -belki de son- göstergebilimci, kimilerine göre devasa bir eleştirmen, kimilerine göre teklemiş bir felsefeci ve düşünürdür Umberto Eco.

Umberto Eco est un penseur inclassable, qui mêle le goût des connaissances au plaisir de la lecture. Ici dans sa bibliothèque en 2000

Ama en çok Bologna Üniversitesi’nin içerlek bahçelerinden birinde anlık bir ders sırasında bile etrafına yüzlerce öğrenciyi toplayarak zamanın yengeç adımlarıyla gerilediği bir çağın gerçeğini bir anda orta yere dökebilecek kadar da cesur ve çalışkan bir adamdır o sevimli fötr şapkasının altından gülümseyen adam…

Bir yanda Italo Calvino, diğer yanda Umberto Eco. ‘Bir Kış Günü Eğer Bir Yolcu’, ‘Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti’ye çıkarsa ne olur diye sorabileceğimiz biçimde, birlikte postmodern zamanlardaki yeni İtalyan yazısının yükselişine yön verdiler. Calvino bir anlatı uslanmazıydı. Eco ise yazınsal ve eleştirel iştahı hesaba gelmez bir deneyici. Sokakla akademi arasındaki tıkanıklık bu yazınsal deneyiciyi bekliyor gibiydi. En dipten en yukarıya doğru yükselip genişleyebilen bir yazıydı bu. Hatta belki Bakhtin yorumcusu bir karnavalesk anlatının peşine düşmüştü Umberto Eco.

How to Write a Thesis, by Umberto Eco | Times Higher Education (THE)

Kırmızı, yeşil çiçek desenli kâğıtla kaplanmış bir duvarın önünde, boyuna çizgili, kırmızı kadifeyle kaplı geniş bir kanepede, haki renkli pantolonu, mavi kravatı, beyaz gömleği ve siyah ceketiyle verdiği bir fotoğrafı kalmış aklımızda. Saçları önden geriye doğru epeyce azalmıştı ve gösterişli bıyıklarıyla ortalama İtalyan amcalara benziyordu bu fotoğrafında Umberto Eco. Geniş çerçeveli, kalın ve büyük gözlüklerinin ardından, şaşırmış ama bir o kadar da anlamış ve özümsemiş bakışlarla göremediğimiz bir yere bakıyor gibiydi. Sapı siyah, ucundan boylu boyunca kırmızı, zarif bastonuna iki eliyle birden tutunmuş sanki biraz da korkmuş gibiydi. Az çok yorgun ama bir o kadar da dinç görünüyordu. 2012 yılında 80 yaşındayken çekilen bu fotoğrafta, öylece iki eliyle birden tutunduğu bastonun gerisinden bakan bu büyük kültür ve edebiyat düşünürünün 90’lı yıllarda İstanbul sahaflarında Latince baskı eski kitapların peşine düştüğünü de hatırlayabiliriz belki.

Emre Kongar’ın, başarılı kurgusal anlatısı “Hocaefendi’nin Sandukası”nda adı Orhan Pamuk’la birlikte geçmişti Umberto Eco’nun. Bu yüzden de Türk okurlar, onu uzunca bir zaman Orhan Pamuk’la birlikte hatırlamış ve dil, yazı ve anlatılar hakkındaki oylumlu yorumlarından dolayı da özellikle akademiden ve alaydan yetkin okurlar, onu daha farklı bir kuramsal düzeyden Roland Barthes’a benzetmişler, ortak bir hatırlayış olarak da keyfine düşkün, sevimli İtalyan yazar, düşünür olarak yer etmişti hafızamızda.

The Irrepressible Lightness of Umberto Eco

Umberto Eco, Gülün Adı’nı okurken bizi alıp götürdüğü loş manastır koridorlarında da, Foucault Sarkacı’nın derin dehliz ve labirentlerinde de, Prag Mezarlığı’nın taşlaşmış katılığında da bu keyfine düşkün, sevimli İtalyan düşünürün hayatına benzetmeye çalıştığı keyifli ve sevimli bir yazının iz sürücüsü olarak kaldı hep. Belki de yine bu yüzden hemen her şeyin en olmadık bir yerinden tartışılmaya başlandığı Avrupa’nın bütününde son 50 yıldan bu yana en çok okunan, dinlenen, yorumlanan düşünür ve edebiyatçılardan biri oldu. Şimdilerde yapılan lüzumsuzca abartılı övgülerin tam aksine Umberto Eco’nun bu yaptığı zamana vurulmuş bir damga değildi kuşkusuz. Sadece yaşadığı zamanın izini sürerek kaydını hem ileriye hem de geriye doğru ilerletmeye çalıştığı bir bellek oluşturmuştur Umberto Eco.

The Name Of The Rose - Film | Park Circus

Sözgelimi ‘Yanlış Okumalar’ ve ‘Yorum ve Aşırı Yorum’un ağırbaşlı bir okuması bile bize onun bu damga vurmak kaygısının uzağında büyütülmüş ayrıcalıklı kayıt tutuculuğunu gösterecektir. Bu bakımdan diğer benzerlerinin tümünün aksine Umberto Eco’ya Avrupa hinterlandından verilmiş bulunan devlet nişanlarının, şövalyeliğin ve ilkler sıralamasında verilen yerin imgesel değeri üzerinde de  ayrıca düşünmek gerekir. Zira bütün bu nişanlar ve ödüller onun tıpkı Foucault-vari hem olup bitenler hakkında hem de olagelenler hakkındaki hümor ile iç içe eleştirel bakışına rağmen verilmiş nişanlar ve ödüller olarak oldukça manidar bir içeriğe sahiptirler.

Sözgelimi Umberto Eco’nun aynı zamanda kendi yazınsal tavrıyla da eğlendiği -‘Yengeç Adımlarıyla’ adlı kitabında İtalyan toplumu üzerinden zamana ve güncel olana bakarken takındığı çok katmanlı siyasal yorumsamacı tavrının bir sonucu olsa gerek- özellikle Batı dünyası nezdindeki güncel gerçekliği tarif ederken sanki bir bütün olarak Batılı toplumlar nezdinde topyekûn paylaşılan bir rejimin arızalarını dışa vururcasına ilerlemekten öte bir geriye gidişi ifşa eden ‘Yengeç Adımları’ ifadesini kullanması ne kadar da manidardır.

Umberto Eco (1932-2016) was een schrijver van bomvolle, krankzinnige boeken  | Het Parool

Anadiliyle düşünürken İngilizceyi de hem yazısının hem de düşüncesinin içine geçirdiği, İngilizce ‘Crab/Yengeç’ ve ‘Backwards/Geriye’ sözcüklerinden türettiği bu isimle şöyle demek istediğini vurgulamıştır Umberto Eco: “…Böyle bir seçim düşüncesi, ‘Hafif Teknolojinin Zaferi’ başlıklı eski bir makalemden ‘La bustina di Minerva’ dan doğmuştu. Crabe Backwards adlı bir yazara aitmiş gibi gösterdiğim bir kitabın düzmece eleştirisini yaparken, son zamanlarda ortaya çıkan bazı teknolojik gelişmelerin, kelimenin tam anlamıyla geriye doğru atılan adımlar olduğunu yazıyor ve bu ağır iletişimin yetmişli yılların sonlarında krize girdiğini öne sürüyordum…’’

Umberto Eco’ya göre, tıpkı bir yengeç gibi yana doğru ama aynı zamanda geriye doğru da atılan bu adımlar sonucunda, Batı nezdindeki tarih sanki de, geçmiş iki bin yıl boyunca yaptığı sıçrayışlardan yorgun düşmüş bir biçimde kendi üzerine sarmalanıyor ve geleneğin avutucu ihtişamına doğru geriye dönüyor gibidir.

İşte tam da bu geriye dönüş sürecinde, kuşkusuz ‘yeni bir şeyler’ ama ‘daha önce asla yaşanmamışçasına’ ‘yeni bir şeyler’ de olmaktadır. Sözgelimi eski savaş olarak adlandırılan ve amacı, ‘rakibi yenmek ve kolay kazanılan zaferlerden yararlanmak’ olan savaşın eski halinden yeni bir savaş biçimine doğru geriye dönülmektedir.

Umberto Eco, sa leçon d'écriture

Özetle, ilk örneklerini önce Bosna’da, sonra Ortadoğu’da-Irak’ta ve şimdi de Suriye’de göreceğimiz, düşmanın kim olduğunun tam belli olmadığı, göğüs göğse yapılmayan, aralarında çatışma olan çok daha fazla gücün işin içine karıştığı, bir noktada TV ekranından naklen izlenebilen ve sonuç olarak iki tarafın da kaybettiği bir yeni savaş biçimine -noeguerra’ya- doğru ilerlenerek geriye dönülen -geriye doğru gidilen- bir yeni süreç yaşanmaktadır.

Yine de söylemek gerekiyor; Umberto Eco, gerek Gülün Adı, Foucault Sarkacı, Önceki Günün Adası, Prag Mezarlığı, Baudolino gibi yazınsal başyapıtlarında ele alıp işlediği zamansal kurgulamalarda gerekse güncele ve siyasal olana dair yazılarında yaşanan gerçekliğe getirdiği bu cevval yorumlarla bir yandan hayranlık uyandıran bir düşünsel ve yazınsal iştah örneği sergilerken bir yandan da tarif edilmesi zor bir tarafsızlıkla pek çok Avrupalı ve giderek Amerikalı düşünme alışkanlığını ironik bir ortak tarihe bağlayabilmektedir.

Sözgelimi bu yeni dönemdeki barışı tarif ederken, barış denilen ama küresel bir kavram olarak öne sürülmedikçe düşünülmeye bile değmeyen bir kavram haline getirilen barışın da, Batılı algının tarihsel gelişimi boyunca bir mücadeleye dayandığını öne sürerek; Heraklitos’un ‘Mücadele dünyanın kuralıdır ve savaş her şeyin babası ve kralıdır…’ sözünden yola çıkıp, ‘İnsan insanın kurdudur…’ diyen Thomas Hobbes’a ve ‘Hayat Mücadelesi/Struggle of Life’ tarifine getiren Darwin’e kadar sürdürüp birleştirerek yeni bir biçimde tarif edebilmektedir.

Papirüs в Twitter: ""Yıkılmış büyük imparatorluklardan geriye kalan büyük  Batı şehirlerinde olduğu gibi tarihi anıtlar bir müzedeki gibi korunup,  gururla övünülen ve sergilenen şeyler değildir İstanbul'da. Onlar arasında  yalnızca yaşanır." Orhan Pamuk,

Özellikle romanlarında ve genel anlamda anlatıyı, yazıyı ve okumayı tarif etmeye çalıştığı kuramsal yazılarında sanki illüzyona uğramış bir zamanda bu illüzyonist gerçekliği ifşa etmeye çalışırcasına yer yer Liberter tavırlı bir Amerikalı, yer yer muhalif sesle konuşan bir Avrupalı ama çokça ve etraflı biçimde de elindeki ‘Euro/Avro’yu çevirerek düşünen bir İtalyan insanıyla karşılaşırız Umberto Eco’yu okurken.

Her şey bir yana Umberto Eco’nun hemen hemen bütün yazınsal birikimiyle okura göstermek istediği illüzyon boyutuna varan kitaba, düşünmeye, okumaya, yazmaya, dolu dolu konuşmaya ve her şeyden çokta gerçeğe -sadece gerçeğe- dair büyük eleştirisi uzun zaman boyunca yeri doldurulamayacak hayli ilginç ipuçlarını barındırmaktadır.

O kadar ki, güncele dair yazıp konuşurken bile bir yerde durup şöyle bir özet bile verebilmektedir. Cesare Pavese’nin intihar etmeden önce yazdığı kısa mektubunun son cümlesini vermek istiyorum: “Fazla dedikodu yapmayın…”

Ya da daha özet biçimde Gülün Adı’ndan yola çıkan ve çıktığı yolda duran bir Umberto Eco klasiğidir bu; ‘Belki de insanları sevenlerin görevi, onları gerçeklere güldürmektir; gerçeği güldürmektir; çünkü biricik gerçek, gerçeğe duyulan çılgınca tutkudan kendimizi kurtarmayı öğrenmektir…’

TÜRKÇEDE UMBERTO ECO KİTAPLIĞI

Gülün Adı (Can Yayınları, 1986)     

Alımlama Göstergebilimi (Düzlem Yayınları, 1991) 

Foucault Sarkacı (Can Yayınları, 1992)    

Günlük Yaşam’dan Sanata (Adam Yayıncılık, 1993)   

Önceki Günün Adası (Can Yayınları, 1995)       

Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti (Can Yayınları, 1995) 

Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı (Afa Yayınları, 1995)      

Ortaçağı Düşlemek (Can Yayınları, 1996)

Yorum ve Aşırı Yorum (Can Yayınları, 1996)     

Somon Balığıyla Yolculuk (Can Yayınları, 1997)

Yanlış Okumalar (Can Yayınları, 1997)    

Beş Ahlak Yazısı (Can Yayınları, 1998)    

Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik (Can Yayınları, 1998)        

Açık Yapıt (Can Yayınları, 2001)     

Zamanların Sonu Üstüne Söyleşiler (Yapı Kredi Yayınları, 2001)  

Baudolino (Doğan Kitap, 2003)      

İnanç ya da İnançsızlık (1001 Kitap, 2005)      

Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi (Doğan Kitap, 2005)  

Cecü’nün Yer Cüceleri (Yapı Kredi Yayınları, 2006)    

Güzelliğin Tarihi (Doğan Kitap, 2006)      

Çirkinliğin Tarihi (Doğan Kitap, 2009)     

Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın (Umberto Eco ve Jean-Claude Carriere’in Sohbetleri) (Can Yayınları, 2010)        

Prag Mezarlığı (Doğan Kitap, 2011)

Yengeç Adımlarıyla (Doğan Kitap, 2012)

Sıfır Sayı (Doğan Kitap, 2015)

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Benim gibi, yarım iletişim fakültelilerin bile keyifle okuduğu çok güzel bir yazı bu Sayın Hazar. Ailecek oturulmuş 2010ların bir pazar kahvaltı sonrası yazısı tadında. Çok teşekkür ederim.

    Semiyoloji, gösterge bilimi, yapısalcılık.. vb terimlerle dolu olunca, olur ki okuyucu bu eşine az rastlanır teorisyeni, Eco yu tam anlamaya bilir. Yazınızın seviyesini asla siz düşürmemelisiniz, okuyucuya da evet sende biraz gayret et, eğer bu yazıyı okuduğunda, aldığın tadda bir eksiklik varsa, bu yazımın gösterdiğinde ve özellikle gösterende değil, ondan anlam çıkaracak gösterilendendi.

    Göstergebilimi de bu demek değil mi zaten. Bir yönüyle, (tüm yönüyle değil : ) , Mevlananın “Sen ne söylersen söyle, anlattığın, söylediğin karşıdakinin anlattığı kadardır” ile kısmen özetlenebilecek bir iletişimin doğasını anlamaya çalışan bilimin adıdır, Ferdinand de Saurre’ye göre bir bilim dahi değildir henüz.

    Elbette, Eco, ben bunu yapacağım diye önceden niyetlenmemiş, ölçmüş biçmiş tartmış çatıyı bilinçli olarak kurmuş değildir, ancak onun yaptıklarını analiz edenler, anlama varmak üzerine kurduğu yaklaşımı sistematikleştirmişler, sonradan da alın işte buna göstergebilimi diyoruz demişler.

    Tipik bir, ilim bir noktaydı, onu insanlar çoğalttı olayı. Kısaca, benim gibi yarım iletişimçiler ve hergün çatır çatır siyaseti, olayları analiz edip bir çeşit alaylı iletişimci olmalarına karşın, fakülte terimlerini bilmediği için bu ne ki yahu, ne de bilmediğimiz birşey varmış diyenler, olay aslında okadar da karmaşık değil.
    Keyiflidir Eco. Ucundan bulaştım bu teorisyene.

    Evet, farabi, ibni sina, ibni rüşt, nietsche, spinoza nasıl birer teorisyense, öyle mistik geçmişe de gitmenize gerek yok, günümüzün iletişim alanında gerçek bir teorisyenidir.

    Bu nedenle, benim keyifle okuduğum bir çırpıda çayla yudumladığım bu yazıdan keyif almadıysanız, kısaca, özetle, sevgili okuyucu, bu yazarın suçu değil.

    Sayın Hazar, 5megawatlık dev bir antenle ulusal yayına çıkmış gibi herkese hitap eden bu satırları yazarken, eğer siz, Ankara Altındağın ara sokaklarında 5 megawatlık dev anteninin dalgalarının ulaşmadığı bir sokakta oturup, bolca Best FM dışında başka birşey dinleyemiyorsanız, kusuru verici de değil, alıcılarınızda bulun.

    Herşeyi de hamur gibi yoğrulup, pişirilip önünüze gelsin istemeyin yahu kısaca. Bazı şeyler fırınlara sığmayacak büyüklüktedir. Umberto Eco da öyle, Sayın Hazarın bir yazısına sığmayacak kadar.

    Ama bu seferlik bir jestim olsun, yarı iletişimli olarak. İngiliz-Tarih Okulu dayatmasıyla olayları incelemeye zorlanmış, Frankfurt okulu da illa Frankfurt okulu diye zorlanmış, hırpalanmış, yapısalcılığa tu kaka yaparak, ödevlerinde yüksek not almayı öğrenmiş birisi olarak, Umberto Eco dan bir demet sunacağım.

    Sayın Yazarın müsaadesiyle tabi.

    Okuyun, okutun, Risale-i Nurdan başka kitap okursan burada durma diyen “Nur ekolleri” gibi değiliz sonuçta, okuyun da okuyun diyen gönüllüleriz.

    Hoş gerçi, Risale-i Nur okuyacaksanız, Umberto Eco’yu bir kenara bırakın şimdilik, devam derimde, neyse, suizana da girmeyim efendim. Muhakkak onu da okuyorsanız.

    Kısaca, sevgili dostlar, vebale girmemek için daha açık olayım en iyisi. Eğer bu günlerde niyetinizde Kuran okumak, hadislere dalmak, tefsirlerle öze ulaşmak, Risalei Nurla eşyanın hakikatine varmak gibi bir planınız varsa, şeytanınınız olmak istemem, varın erteleyin bir başka bahara Umberco Eco okumayı da.

    Lakin, yok dostum, ne yalan söyleyim, ona da zaman var buna da diyorsanız ozaman, tavsiye ederim okuyun.

    Ve alın size bir demet. Boşverin göstergebilimini, semiyolojiyi. Siz Okuyun, “aslında bunları bende düşünmüştüm” diyeceksiniz nasıl olsa.

    Ama unutmayın, herkes Marsa gitmeyi düşünebilir, herkes Ay’a asansör yapmaya niyetlenebilir, hatta atmosfere tatil için otel yapmayı planlayabilir baloncuk baloncuk gözlü yapılardan, lakin yapan bir elin parmaklarını geçmez.

    Şu gökkubbe altında söylenmemiş söz yoktur denirde, siz bu seferlik ona itibar etmeyin, Umberto Eco söylenmemiş çok şeyde söylemiştir eserlerinde. “Ben bunu daha önce neden hiç düşünmemiştim” dedirtecek bir yazardır.

    Son olarak şunu söylemeliyim. Okuyabilirsiniz, ama asla bir İtalyanın anladığı derinlikte anlamayacaksınız. Umberto Eco evrenselde olsa, herşeye rağmen, labaratuarı kendi yaşadığı toplumun içinden. Bunu da üzülerek söylemeliyim.

    Buyurun size, Medya Eleştirisi örneği, (Yazar Hasan Saraç derlemiş),

    “Babam bana imbikten geçmemiş habere inanmamayı öğretti. Gazeteler yalan söyler, tarihçiler yalan söyler, bugün televizyon da yalan söylüyor.”

    “Bana sorarsanız yaratıcı bir şekilde yeni bilgiler üreten her kişi entelektüel sayılmalıdır. Örneğin, yeni aşılama yöntemleriyle daha sağlıklı bir elma üretmeyi becerebilen bir çiftçi entelektüel bir yaratıcılığa sahiptir. Öte yandan, Heidegger’in düşünce sistemini hayatı boyunca aynı yöntemlerle derslerinde, seminerlerinde açıklamaya çalışan bir felsefe profesörünün entelektüel yaratıcılığından şüphe etmek gerekir. Eleştirel yaratıcılık – mevcut yapıları eleştirmek, ya da daha iyi yapılmasını sağlayacak bir yöntem geliştirmek – entelektüel düşünce yapısının yegâne göstergesidir.”

    “…68’de otuz yaşıma gelmiştim ama gene de saçlarımı uzattım, kazak-parka giydim ve Çin yanlısı bir gruba yanaştım. Sonradan Mao’nun Stalin ve Hitler’in toplamından daha çok adam öldürdüğünü öğrendim; öte yandan belki de bu Çin yanlılarının arasına gizli servislerden provokatörler girmişti. Hiçbir şeyden emin değildim, emin olduğum tek şey hepimizin tam ensesinde bizi aldatmak üzere bekleyen biri olduğuydu.”

    “…İddiaya göre gazete, yazdıklarını yakın bir kaynaktan almıştır. Bu her zaman işe yarayan yönteme göre kaynağın kim olduğu söylenmez ve gazetenin gizli kaynaklara sahip olduğu sezdirilir ve bu kişilerin çok güvenilir olduklarının sanılması sağlanır. Birilerinin denetleyebileceği verileri ifşa etmektense olumsuz imalarla yetinmek yeğdir. İma ettiğinde kesin bir şey söylemezsin ve sadece yalanlama yapanın üzerine bir kuşku düşürürsün.”

    “Peki ama gazeteler halkın eğilimini mi izler yoksa bu eğilimi onlar mı yaratır?”
    “Her ikisi de. İnsanlar başlangıçta nasıl eğilimlere sahip olduklarını bilmezler, biz bunu onlara söyleriz ve onlar zaten öyle bir eğilime sahip olduklarını fark ederler.”

    “…Yayıncımız meraklı savcıya nasıl çamur atılır konusunu işlememizden hoşlanabilir. Şunu unutmayalım ki günümüzde bir suçlamayı çürütmek için tersini kanıtlamak gerekmiyor, suçlayan kişiyi yasa tanımaz ilan etmek yetiyor. Kimse yüzde yüz namuslu değildir. Belki pedofil değildir, ninesini öldürmemiştir, cebine rüşvet girmemiştir ama tuhaf bir şey yapmıştır. Ya da ifademi hoş görürseniz, her gün yaptığı şeyleri tuhaflaştırın. Örneğin elinizde dosyalarda dağınık bilgiler vardır ve isteyen bunları işleyerek kuşkular, göndermeler bulup çıkarır. Yıllar önce hız sınırını aştığı için ceza yediğini, bir başkası geçen ay izci kampına gittiğini, öteki daha dün diskoteğe gittiğini yazar. Bu üç haberden yola çıkarak o şahsın trafik kurallarını ihlal eden, aşırı hız yapan, içkili yerlere giden ve olasılıkla oğlan çocuklardan hoşlanan biri olduğu haberi yapılabilir. Hem de sadece gerçekleri söyleyerek.”

    “…Karanlık olayların peşinde koşan bir savcının havaya uçurulduğunu düşünelim. Böyle bir durumda mafyadan, düzeni sağlamakla görevli kuvvetlerin yetersizliğinden ve benzeri şeylerden söz etmemiz gerekir. Tek bir darbeyle polisi, jandarmayı ve mafyayı kendimize düşman ederiz. Tabii bu haberi yazmamız gerekecek. En temkinli çözüm işi duygusallığa bağlamak, gidip anne babasıyla görüşmektir. Dikkat ederseniz televizyonların yaptığı budur ve evlatlarını toprağa vermiş annenin kapısını çaldıklarında ‘Oğlunuzun ölümüyle ne hissettiniz?’ diye sorarsınız kadıncağıza. Seyircinin gözü yaşarır ve herkes memnun olur.”

    “Kuşkular asla abartılı olmazlar. Kuşkulanmak, daima kuşkulanmak gerekir, gerçeği ancak böyle bulabilirsiniz. Bilim de böyle yapılmasını istemez mi?

  2. Nedim bey, asıl ben çok teşekkür ederim.

    Dümdüz Almanya da, koca ovalarda otururken herkes, benim bahtıma yüksek bir tepe de oturmak düştü. İroni de değil, yüksekçe bir tepeden harika bir dağ manzarası, orman manzarasını izliyorum dev penceremden zaman zaman. Bir arkadaşımın deyimiyle, “Almanya da gördüğüm en güzel manzaralı mülteci evi”nde oturuyorum.

    Lakin, sayın Hazar, malumunuz yağan yağmura alıştıkta, üç gündür esen rüzgarın bu yüksek tepelerde daha da şiddetlendiğini bilmiyordum, ki ona alışamadım işte. Rüzgar konuşur mu, bildiğin bu rüzgar, üç gecedir konuşuyor bizimle, konuşma iyi bazen kızıyor da sanki. O nasıl bir şiddetli esmedir öyle, hele bir de ıslık gibi estiği an var ki, rüzgarın pencereyi kapatan panjura şiddetle çarptığı o anda, sanki dışarda bir hayalet, evin içine girmek istiyor, açın burayı açın, titretiyor kapı pencereyi. Dün gibi bugün de, komşuların balkonlarından balkonuma uçuşan terliklerini, koltuk yastıklarını verdim az önce, sağ olsun, alt komşumda balkonuna düşen terliğimi. Balkona terlik düşer rüzgarda normalde, mübalağa etmiyorum, arka cephedeki balkondan bir terlik, nasıl rüzgarla benim balkona gelir onu konuştuk tarzanca Almancamla komşumla güle güle.

    Uykusuzdum kısacası, bu üçüncü gün, sabahta hanım söylemesin mi Yusuf Pekmezci abi vefat etmiş diye, “yuh dedim kendi kendime, adamcağız için birkaç defa mesaj atmak dışında twitter da pek de birşey yapamadım, oysa sağa sola mesaj atmaya gelince uzun uzun yazıyorsun” diye düşündüm, içime onun sıkıntısı da ayrıca bir düştü mü düştü.

    Hocaefendinin taziye mesajını da okudum, mesajında bahsettiği “hicabı” öyle iyi hissettim ki, çünkü o aynı hicabı kendi sığlığımda da olsa bir şekilde yaşıyordum. Ne vefasızım, ertelediğim şeyler, telafisi güç olsa iyi, onu göze alıyordum zaman zaman da, bu sefer telafisi imkansız şeylere sebep oluyor artık diye düşündüm.

    Artık imkansız olan şey, ahirette cennet yamaçlarında olur ki inşallah gidersek bir gün, Yusuf Pekmezci abi gibi pek çok abiyle izlerken dünyadan manzaralar, “abi bak sen öyleydin ama bende senin ve senin gibiler için vallahi billahi mesajlar attım bolca” diyebilme imkanını kaybetmekti. Çarpık mı değil mi inanın bilmiyorum anlayışım, ama samimice şu ki, ne kaçırdığım namaza, ne gafletle yaptığım hatalarda bu vicdani huzursuzluğu bu kadar hissetmemiştim.

    İşte tam da bu ruh halindeyken mesajınızı gördüm. Tebessüm ettim. Pazar sabahı kahvaltıları ve ardından uzun uzun gazete okumalarını keyfin ta kendisi gören ben için, burada yazdığım yorumlara kızmaya başlamıştım hatta kendimce. Artık bırakmalıyım, bu yorum yazma işini diye.

    Farkındasınızdır muhakkak, buraya dadandım bir süredir yorumlarımda da görüyorsunuz, kah Ahmet Kurucan beye, Kah Veysel Ayhan beye yazdığı yazıların yorumlarında eşlik ediyordum bir şekilde. Günahı boynuna bu yorum yazma işine fark etmese de kendi, Ahmet Karabayın yazılarıydı. Buraya yorum yazmayı bir çeşit anılara, hatıralara dönme yeri olarak, zamanda yolculuğun bir türü olarak görüyorum. Elbette geçmişe doğru bir yolculuk.

    Burayı Erzurumun 90 lı yıllarda var olduğu şekliyle hatırladığım kış gecesi kahvehanelerine benzetiyorum da ara sıra. Dünyayı kurtarsakta hayalimizde, çay sohbetlerinde dostlarla, ve burada yazılarımızda, büyük büyük şeyler yazsakta, Dubaili bir Arap zenginin o avangard mobilyalı evinde tırnakları ve dişleri sökülmüş bir aslan gibi hissediyorum zaman zaman, kısaca iddiasını yitirmiş bir hale bürünüyorum, kızsan ne çare, üzülsen ne paye.

    Gerçeğimiz, az önce bahsettiğim o Erzurumun 90 lı yıllarının dağ mahallesinin kahvehanesinde dulukları içine girmiş esmer suratlı insanların hali. Onlarda, az yaksın diye takılan 45 watlık lambanın loş ışığında, soğuk kış gecelerinde, dünyayı kurtarırlardı konuşurlarken. Sanırsın orası meclis, konuşanlar partili başkanlar. O keskin çayın kıtlama şekeri de var tabi aklımda orası da ayrı.

    Gönlümden geçen, biraz Umberto Eco biraz Nietsche okumak, ardından kah tefsiri devirmek, kah Külliyatı, kablolu Tv nin tüm belgesellerini, bilimden doğaya her şeyi izlemek, edebiyatın, sanatın bütün türlerine dalmak, açıköğretime yazılıp yeniden keyfince bir bölüm okumak, yarım kalmış yükseklisansımı tamamlamak, konuşmak, yazmak, tartışmak, deli gibi birileriyle tartışmak, çok haklı olduğuna inanan ama olmayan biriyle münazaraya dalmak.

    Gönül böyleyken Sayın Hazar,

    Talihimize, Eco tadında yazılar okumak, konuşmak değilde, ya zulümde hapiste yatmak, ya saklanmak, ya da benim gurbete hicrete zorlanıp geride kalanlar için “bitirin şu zülmü, ne vicdansızsınız, insan değil misiniz, haksız bu, hukuksuz bu” gibi bilumum sözle 140 karakterle twitterda meçhul birilerini iknaya çalışmak düştü.

    Buraya da o nedenle yazıyorum sanırım. Geçmişteki beni hatırlattığı, bugünkü benden uzaklaştırdığı için.

    Üç yıldır Alman komşumla, ki alabildiğince konuşmama yardım etme konusunda yardım sever ve istekli, daha dün işte o komşumla, bugün hava çok güzel, dün rüzgarda bayağı şiddetliydi dışında birşey konuşmaya niyetlendim, bu sefer farklı olsun dedim, daha ilk üç dört cümleden sonra, zihnimden geçen o soyut ve birazcık derin şeylerin,dilimden çıkan o basit cümlelerle, daha ilk üç beş cümleden sonra uyuşmadığını, koşarken ayakları birbirine dolanan bir adam gibi, az derinlikli ve hızlı konuşmaya başladığım o an da tüm anlamı darmadağınıp edip, muhatabım Alman komşumun beni anlamadığı her halinden belli olduğu o tuhaf halin travmasını yaşadım dün.

    Allah bir insana akıl, anlayış, kavrayış verirse yanında da o aklın ürünlerini anlatacak dili vermesinin bir hikmetide buymuş demekk ki. Çocukluğumda ahraz komşu çocukları vardı, çok sinirlilerdi şimdi anladım sinirlerini, bilipte söyleyememek de bir çeşit işkence. Hoş bu işkencenin bir türlüsünü zaten 17/25 den başlayarak kendi vatandaşımıza üstelik o ana dilimizde, Türkçeyle de anlatmıştık, mantığın muhakemenin ürünü dolu dolu cümlelerle defalarca da onlar, onların işkencesi de bize yaşattığı anlamamak, belki inat etmek olmuştu.

    Düşünsenize yüzümüzün tam ortasındaki ağzımızın, dilimizin birde bu yönü varmış hiç fark etmemişiz, yoksa bu beyin ve içinden geçenlerin orada hapsedilmesi, dışarı çıkmaması da çok büyük bir imtihan. Her başarısız Almanca sohbet etme denemesinin ardından bunu çok iyi anlıyorum.

    Aklıma gelmeyen başıma geldi kısaca sayın Hazar,

    bu hicret diyarlarında köylümüz Mehmet abi gibi, o Türkçe de olsa, zaten okuyan dinleyen biri de değildi ki, üçyüz kelimeyle yaşamını sürdürürdü Türkiyedeyken de, işte ancak Mehmet Abi gibi olmalıydım ki mutlu olabileyim. Onun konuştuğu Almanca zaten Türkçesine denk.

    Ama işte sayın Hazar, benim gibiler için durum o değil. Buradaki yazarlara amiyane tabirle bulaşmam da o yüzden, dolu dolu yazılar oluyor sık sık. Nasıl ki o alıştıkları hazza ulaşmak için müptelalar uyuşturucuya dadanıyorlar da dadanıyorlar, yazı ve dili kullanarak sembolik anlatımın da sembolik anlatımana dalındığı bu güzel yazılara yorum yazmama iten duygu da o misal, bir çeşit o hazzı yeniden tatmak.

    Yeni bir hayatı inşa etme zorunluluğunun dayatmasıyla, eski mesleğimi bir kenara koyarak, biraz Almanca biraz da yazılım çalışmak için oturduğum masada, kendimi şu an size yorum yazıyor olarak bulmamın sebebi de o.

    Geri dönüşünüz için bu nedenle ayrıyeten ben teşekkür ederim.

    Yusuf Pekmezci abiye de Allahtan rahmet dileyim. Bari ben vesilesi olayım, öbür tarafta bu hediyeyi ben sunayım ona.

    Sayın Hazar ve bu yorumu okuyan sen meçhul okuyucu abla, abi, arkadaş, kardeş,

    Yusuf Pekmezci Abinin ruhuna 3 ihlas bir Fatiha hediye etmeyi, tam şu an, busatırı okumayı bitirir bitirmez yaparsan çok mutlu olurum.

    Yusuf Pekmezci Abinin ruhuna fatiha….

    Allah razı olsun. Hürmetle…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin