Rejimin neden 15 Temmuz’a ihtiyacı vardı? (1)

YORUM | SAİD EMRE ERENOL 

Diğer birçok dinî yapılanma gibi, Gülen Hareketi de 2002 yılında iktidara gelen Erdoğan hükümetini, Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde reformlar yapacağı, ülkedeki hukuk ve demokrasi çıtasını yükselteceği vaatlerinden dolayı desteklemişti. Gülen Hareketi, 2009-2010 yıllarına kadar da ülkenin ekonomisini ciddi oranda düzelten, Türkiye’nin AB’ne girmesi yönünde önemli müzakere süreçleri yürüten, yaptığı birtakım reformlarla Türkiye’deki askeri vesayeti belli oranda sonlandıran ve illegal oluşumlara karşı hukuk mücadelesinde önemli mesafeler kateden Erdoğan Hükümetini desteklemeye devam etmişti.  

Ancak, yıllar geçtikçe güçlenen ve güçlenmeye paralel güç zehirlenmesi yaşamaya başlayan Erdoğan yönetimi, zamanla yolsuzluk ve hırsızlıklarla anılmaya başladı. Bu tür algı ve söylemleri bastırabilmek için de gittikçe otoriterleşen bir tutum sergileme eğilimine girdi. Hatta kendisini koşulsuz destekleyen muhafazakâr kesim de bile; “Çalıyorlar, ama çalışıyorlar” mottosu dillere yerleşti.

Erdoğan, iktidara geldiği ilk yıllarda iyi yetişmiş ve entelektüel birikimi hayli yüksek olan Gülen’ci kadrolardan olabildiğince istifade etti. Erdoğan ve kadrolarının rüşvet ve yolsuzluk iddialarıyla anılmaya ve AB reformlarını baltalayacak şekilde bir idare tarzı göstermeye başlamasından sonra Gülen Hareketi, iktidardan desteğini çekmeye başladı. Gülen Hareketi, gittikçe yozlaşan ve hukuktan sapan, hatta suç teşkil eden birtakım icraatlar sergileyen Erdoğan yönetimine mesafe koymaya başlayınca, Erdoğan, hukuktan sapmayacak Gülen’ci kadroları kendisi için ileride bir tehdit olarak görmeye başladı. Artık güçlendiğini ve kendi kadrolarını oluşturduğunu düşünen Erdoğan, o zamanlar toplumda saygın bir yeri olan Gülen Hareketi’ni ortadan kaldırma yönündeki düşüncesini, Gülenci kadroların da sahip olduğu üniversite hazırlık kurslarını ve dershaneleri kapatma girişiminde bulunarak göstermişti. Dershaneler üzerinden başlayan gerginlik zamanla artmış ve Erdoğan’ın Gülen Hareketine gözdağı verebilmek için daha 2013 yılında iken; “Gülen Hareketini bir savcı ve iki polisle terör örgütü ilan ederim” dediği basında yer almıştı.

17 ve 25 Aralık 2013 tarihlerinde, İstanbul Cumhuriyet savcıları tarafından Erdoğan ve yakın çevresiyle ilgili başlatılan büyük çaplı “Yolsuzluk ve Rüşvet” soruşturmalarından sonra, adının geçtiği yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarından dolayı hukuk önünde hesap vermemek ve kendini destekleyen muhafazakar kesimlerin desteğini kaybetmemek için günah keçisi yapacağı bir düşman arayan Erdoğan ve kliği, adli soruşturmaları yürüten tüm savcı, hakim ve polisleri, “Paralel Yapı” adını verdikleri bir örgütün üyeleri olmakla ve “Hükümeti yargı yoluyla devirmeye çalışmak”la suçladı ve yolsuzlukla ilgili ortaya saçılan ses kayıtlarının sahte olduğunu iddia etti.

Daha önce bazı işadamlarına baskı yaparak kurdurduğu ve adına “havuz medyası” denilen basın-yayın kuruluşları vasıtasıyla Gülen Cemaatini şeytanlaştırmaya başladı. Kendi yaklaşım ve söylemlerine uygun davranacak kadroları süratle işbaşına getiren Erdoğan ve Erdoğan’a yaranmak için onun söylem ve tarzını model alan bürokratik kimlikler ve devlet görevlileri, “FETÖ” kelimesi temelinde, Gülen Hareketi’ne karşı toplumda kin ve nefret oluşturacak söylemlerde bulunma yarışına girdiler.  

17/25 Aralık soruşturmalarını bir şekilde kapatmaya muvaffak olan iktidar, “Düşmanımın düşmanı dostumdur” yaklaşımıyla, bir kaç yıl önce hapislere tıktığı derin yapılarla işbirliğine mecbur kaldı. Bu yapılar, hapisten çıkarılma ve Erdoğan iktidarının kirli çamaşırlarını ortaya dökmeme karşılığında, iktidarını devam ettirmek ve hesap vermekten kaçınmak isteyen Erdoğan’la anlaştı ve kısa sürede hepsi serbest bırakıldı. Serbest bırakılmakla yetinmediler, iktidarla paylaştıkları yargı gücü sayesinde, açılan bütün davalardan beraat ettirildiler. Askeriye başta olmak üzere belli pozisyonlarda bir güç odağı olarak gittikçe kuvvetlenen Ergenekon ve türevlerinden olan “Avrasyacılar” ile Erdoğan rejimi arasında Cemaate karşı “ortak düşman için stratejik ortaklık” kurulmuştu, ama ortaklar birbirlerinden haz etmiyorlardı. Nitekim, daha sonradan “FETÖ Komplosu” olarak lanse edilen davalar tek tek beraatle sonuçlandırılırken, “Ergenekon Davası” olarak bilinen dava, yargıdaki Erdoğan’a yakın kanat tarafından bu derin yapıların başında demoklesin kılıcı gibi tutuluyor, kontrol dışı bir atraksiyonlarına karşı sigorta işlevi görsün diye bir türlü sonuçlandırılmıyordu. Türkiye’nin NATO ittifakından koparak, Rusya, Çin, İran yörüngeli bir ittifaka katılmasını savunan bu grubun genel profiline bakıldığında, çoğunun Ergenekon ve bağlı davalardan yargılanan kişiler olduğu görülüyordu. Hesap vermemek için iktidarını uzatmaktan başka çare bulamayan, aynı zamanda siyasi ikbali ve kişisel menfaatleri için yüz seksen derece dönebilmesiyle bilinen Erdoğan, her geçen gün bu kanada yaklaşmak zorunda kalıyor ve ister istemez onların yörüngesinde hareket ediyordu. Gerek iç ve dış politikada sergilenen yanlışlıklar, gerek içteki hukuksuzluklar, gerekse Hükümet ile Avrasyacıların ittifakı, TSK’daki NATO’da kalınması gerektiğini düşünen askerleri de ciddi şekilde rahatsız ediyordu. Erdoğan’ın sevmediği bu NATO’cu kesimle Avrasyacılar arasında da bir rekabet ve çekişme alttan alta devam ediyordu.

Erdoğan Rejimi, 17/25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarının kapatılmasından sonra tüm kurumları kendine bağlamış ve kendince büyük bir tasfiye ve kadrolaşma sağlamıştı ama askere dokunamıyor, dokunmak için uydurduğu bahaneler kabul görmüyordu. Erdoğan, Türkiye’nin yerleşik nizamını ve devlet yapısını tamamen bozacak, ülkeyi yörüngesinden çıkaracak adımları atmada Türk Silahlı Kuvvetlerini kendisine büyük bir engel olarak görüyordu. Zaten yolsuzluklarla, iç ve dış politikadaki bedeli çok ağır olacak icraatlarıyla iyice bunalmış ve köşeye sıkışmış olan Erdoğan, öyle bir çözüm bulmalıydı ki, bu çözüm hem iktidarını uzatmalı, böylece hesap vermekten kurtulmalı, hem de dokunamadığı, Devletin bekasının garantisi, ülkenin gözbebeği olan TSK’yı kendi güdümüne sokabilmeliydi.

Erdoğan, iktidara gelirken kendisine Amerika tarafından biçilen rolü başlangıçta kabul etmiş (Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanlığı), daha sonra aşırı güç zehirlenmesinden ve bulaştığı yolsuzlukların tahammül edilemez boyutlara ulaşmasından dolayı bu rolü kendisine verenlerle de arasını açmaya başlamıştı. Siyasi konjonktürü profesyonelce takip eden Rusya, uzun zamandır Avrasyacılarla yürüttüğü temasların sonucunda tam zamanında devreye girdi. Darbe girişiminden hemen önce Perinçek’gillerden bir heyet Rusya’ya giderek görüşmeler yaptı. Ayrıca eskiden beri ifade edilen bir inanış vardı; Türkiye’de, Amerika’dan habersiz bir darbe yapılamazdı. Erdoğan’a karşı yapılacak askeri bir darbe Rusya’nın müdahalesiyle akim bırakılırsa, darbenin faturası Amerikaya kesilecek, böylece hem Türkiye ile Amerika arasında zaten gergin olan ilişkiler daha da sarsılacak, hem de Türkiye’nin NATO’dan koparak Rusya yörüngesine yaklaşması sağlanacaktı. Darbeden bir gün önce Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Özel Temsilcisi Aleksandr Dugin, “Türk ordusunda hareketlilik var uyarısı yaptıklarını söyleyecekti. Rusya’nın bu hamlesi, Suriye politikasında maymuna dönmüş ve ipleri hem kendisine hem de Amerika’ya kaptırmış olan Türkiye’yi biraz daha kendine bağımlı hale getirme hamlesi olarak yorumlandı.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin