Popülizm konuşmaktan yorulduk ama…

YORUM | A. YAVUZ ALTUN

İtalya’daki seçim sonuçlarının normal şartlarda bütün Avrupa’da birinci gündem olması beklenirken, bu kadar sessizlikle karşılanmasını nasıl anlamak gerek? Ülke, aşırı sağcı LEGA ile anti-establishment (düzen karşıtı) ve popülist Beş Yıldız Hareketi arasında ikiye bölünmüş gibi görünüyor. Merkez siyasetin çöktüğü, bundan sonra pek de kendini toparlayamayacağı konuşuluyor. Popülist Silvio Berlusconi’nin bile siyasete dönüş hazırlıkları yaptığı, üstelik ‘merkez parti’ sayıldığı bir İtalya’dan bahsediyoruz. Avrupa’nın ekonomik olarak en büyük üçüncü ülkesi, neredeyse Rusya kadar ekonomik hacme sahip, önemli bir tarihi ve kültür birikimi var. Öte yandan ekonomik sıkıntılar, ciddi boyutlarda. Finansal krizden en çok etkilenen ülkelerden biri. Berlusconi’den bu yana istikrar sağlanamadı. Bir ara ‘umut’ olarak görülen Matteo Renzi, daha fazla yetki istediği referandumu kazanamayınca ‘bırakıp kaçtı’. Seçimler de beklenen istikrarı getirmiş değil, nasıl bir koalisyon çıkacağı belirsiz.

Ancak Avrupa bu konuda hayli sessiz. Ben bunu popülizm tartışmalarının getirdiği yorgunluğa ve ‘dış müdahalenin’ popülizmi daha da güçlendirdiğine dair inanca bağlıyorum. Nitekim LEGA’nın lideri Matteo Salvini – ki kendisi İtalyan faşizminin bir çeşit devamı olarak görülüyor – seçim sonuçlarının açıklanmasıyla Avrupa Birliği’ne hitaben ‘işimize karışmayın’ konuşması yaptı. Nitekim seçimin diğer galiplerinden Beş Yıldız Hareketi’nin de desteğiyle İtalya’da ‘AB’den çıkış referandumu’ yapılma ihtimali dillendiriliyor şimdilerde. Elbette temel motivasyon ekonominin kötü gidişi ve mülteci sorunu. İtalya, tıpkı Yunanistan gibi Avrupa’ya gelen mültecilerin ilk elden karşılandığı ülkelerden biri. Bu da, LEGA’nın destekçisi olan orta sınıf İtalyanları kızdırıyor. LEGA, daha önce de oy bölgesi olan kuzeyin bağımsızlığı için referandum düzenlenmesine ön ayak olmuştu. Zira zengin kesim olan kuzey, ekonomik problemlerin yükünü çekmek istemediğini belirtiyor. Ancak seçim sonuçları, LEGA’nın güneyde de güçlenmeye başladığını gösteriyor.

Popülizm, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde ‘olumsuz’ olarak görülen sıfatları, bir şekilde tersine döndürme peşinde. Trump’ın danışmanlığı görevinden ayrılan fakat ABD’deki ‘öfkeli kalabalıkları’ yönlendirme işini sürdüren Steve Bannon, Fransa’daki aşırı sağ partinin etkinliğine katılarak şunları söyledi mesela: ‘Bırakın size ırkçı desinler, yabancı düşmanı desinler, bunu bir onur nişanı olarak taşıyın.’ Bannon’a göre tarih, küreselcilerin karşısında yer alan ve ‘ülkesini koruyan’ insanlardan yana. Bannon’un önerdiği politik hareket, sağcı içerikle solcu biçimin buluşması olarak görülüyor. Hatta bizzat Bannon’a ‘Leninci’ diyenler var. Taktikleri Lenin’le örtüşüyor. Türk akademisyen Cihan Tuğal, bu hareketleri ‘Leninist Sağ’ın yükselişi’ olarak okuyor:

‘Amerikan sağ popülizmi, demokratik koşullar altındaki Leninizm’dir. Yüzeydeki neredeyse bütün toplumdan ve siyasetten ayrı durmak zorunda olan Rus Bolşeviklerinin aksine, Amerikan sağcıları toplumu sahipleniyorlar. Revize ettiğimiz Ne Yapmalı? bu anlamda şunu söyleyebilecektir: “Toplumun bütün hücrelerinde örgütlenin. örgütlenmenin ve siyasetin hiçbir alanını, bu alanlar düşman kampına ait gibi görünse bile, küçümsemeyin.” Sağ, eğitimi, bilimi ve kültürü Sol’un tekeline bırakmamayı öğrendi. “Düşmanınızın örgütsel nüfuz alanını ve ideolojisini, mümkün olduğu kadar kendinize mal edin. Kendinize mal etmekte başarısız olduğunuz ne varsa parçalayın.” Bizzat “alternatif sağ” medya kuruluşunun kurucusu olan Andrew Breitbart’tan başlayarak, Frankfurt Okulu’nu doğru okumuştur; sağlık hizmetlerinin önemli bir mesele olarak görmüştür; ve Trump’ın ve Bannon’un yükselişiyle birlikte, iş ve altyapı vaatlerinde bulunmuştur.’

Buna bir yer değiştirme diyebilir miyiz? Yani Steve Bannon, tarihin Leninist Sağ’ın arkasında olduğunu söylerken haklı olabilir mi? Bu sorunun bir başka versiyonu da şu: Bu yaşadığımız popülizm trendi geçici mi, yoksa kalıcı mı?

Bu sorunun bugünden cevabını vermek neredeyse imkânsız. Bazılarına göre küreselleşme karşıtlığı, yerelde ‘popülizm’ ve ‘göçmen karşıtlığı’ olarak tezahür etse de, arkasında küresel rekabette dezavantajlı konuma düşen bir iş dünyası lobisi var. Savaş şartlarının değişmesi, hibrit savaş gibi kavramların devreye girmesi, ‘savunma’ stratejilerini değiştiriyor ve Çin modeli ‘devlet kapitalizmi’ ya da yönetimlerin yeniden merkezîleşmesi, ABD dâhil pek çok ülkede ‘daha güvenli’ seçenek olarak sunuluyor. Piyasaya yönelik teknolojik gelişmeler, mesela cep telefonları ya da dijitalleşme, şimdiye kadar sadece ekonomik yönleriyle ele alınıyordu ancak artık bir güvenlik problemi olarak da görülüyor. Her ne kadar küresel ticaretten başka seçenek yokmuş gibi görünse de, yeniden uluslaşma ve kökencilik ekonomik dünyayı da dönüştürme ihtimalini taşıyor. Popülizm dediğimiz pek çok şey, aslında ‘nativism’ (yerlicilik?) koduyla işleniyor ve Samuel Huntington’ın küreselleşme karşıtı hareketlerin yükselişine dair öngörüsünün gerçekleştiği anlamına geliyor.

Bütün bunlar aslında 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırılarının artçıları olarak okunabilir. Güvenlik/özgürlük ikilemi, o saldırıyla birlikte geri döndü ve farklı yüzlere bürünerek günlük hayata serpildi. Küreselleşme, Suudi Arabistan vatandaşı bir cihatçının, Almanya’dan kalkıp Amerika’ya giderek burada uçak kaçırması ve İkiz Kuleleri devirmesi olarak görüldü. Yani bir çeşit ‘zayıflık’. Şimdi de ekonominin militarizm kavramlarıyla okunduğu, dijital teknolojilerin ‘ajanlık’ faaliyeti olarak tanındığı ve medya alanında propaganda savaşlarının verildiği bir dünyaya uyandık. Ben pek geçici bir trendden bahsettiğimizi düşünmüyorum.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin