Ölümden sonra değeri anlaşılanlar!

SANAT | M. NEDİM HAZAR

“Bana zehir yedirdin / Elaleme balımı” diyor şair şöhreti anlatırken. Sanat ile şöhret arasındaki kimi zaman lanetli, kimi zaman gerekli o girift ilişkinin gizemi bir yana, sanatçının ve sanatının değeri ne olursa olsun, kimi bahtsız (belki de tam tersi) sanatçılar, yaşadıkları sürece kitleler tarafından bilinmemişler. Yaşarken bulamadığı şöhreti, hayata veda ettikten sonra bulan birçok ismin olduğu ne yazık ki bir gerçek. Yaşadıkları dönemde iletişim imkânlarının eksikliği yüzünden kendini yeterli kitlelere tanıtamamış isimler olduğu gibi, kimileri de tamamen bireysel istekleri doğrultusunda tanınmamayı tercih ediyor. Buna rağmen sanatlarının ya da önemli icraatlarının üstün bir başarı sergilemesinden dolayı, eserleri tesadüfen ya da araştırmalar sonucunda, bir şekilde gün yüzüne çıkıyor.

Ve ne yazık ki ürettikleri sanat eserleri, çizdiği tablolar, ürettikleri müzikler, yazdığı romanlar ve öne sürdüğü düşünceler, onların hayatta olduğu zamanlarda anlaşılamamış, rağbet görmemiş.

Ne ekonomik açıdan rahat yüzü görmüş, ne de takdir edilip mutlu bir sanat hayatı yaşamıştırlar. Onların talihsizlikleri, yanlış zamanda yanlış yerde olmaktı belki de. Daha fenası da var, hiç anlaşılmayıp dışlanmış, ötekileştirilmiş, sürgün edilmiş, işkence edilmiş, tutuklanmış ve hatta öldürülmüşler.

Bir türün özelliklerinin kalıtım yoluyla sonraki kuşaklara aktarıldığını bulan Gregor Mendel’in 20. yüzyılda yapılan deneylerle kalıtım biliminin öncüsü haline gelmesi, Moby Dick’in ünlü yazarı Herman Melville’in öldükten yarım yüzyıl sonra hatırlanması, Vincent Van Gogh’un yaşadığı dönemde bilinse de öldükten sonra müthiş bir üne kavuşup tablolarının milyon dolarlara satılması, bu duruma gösterilebilecek sadece birkaç örnek. Fakat bazı isimler var ki onların hikâyeleri gerçekten şaşırtıcı…

TIMARHANEDE BİTEN HAYAT: VİNCENT VAN GOGH

Sıradışı ve tuhaf bir Hollandalı ressam. Hayat ona hiç adil davranmadı. Biz onu daha çok kulağını kesip sevgilisine göndermesiyle hatırlıyor ve biliyoruz. Hayatı boyunca yoksullukla mücadele eden Van Gogh, yatırıldığı ve uzun yıllar kaldığı ruh ve sinir bozuklukları hastanesinde hayata gözlerini yumarken, sadece tek bir tablosu satın alınmıştı. O da abisi tarafından. Şu anda ise bir tablosu milyon, milyar liralarla satın alınabilmektedir.

Sigara içen kafatası, oto-portresi ve Ayçiçekleri en önemli tablolarından sayılmaktadır.

ANLAŞILAMAYACAĞINI BİLEN ADAM: FRİEDRİCH NİETZSCHE

“Beni 21. yüzyılda anlayacaklar” demişti büyük dahi, en azından bu kehanette haklı çıktı. Büyük Alman düşünürü ve filozofu Nietzsche, bugün çağımızın en popüler, en çok konuşulan ismi. Hakkında yazılan yüzlerce kitapla birlikte, üniversitelerde, fakültelerde, panellerde, söyleşilerde ismi en çok zikredilen ve filozoflar arasında yerini alan Nietzsche’nin değeri yaşarken anlaşılamadı ve kendisinin de iddia ettiği üzere 21. yüzyıl ile birlikte hak ettiği değeri görmeye başladı.

En önemli eserleri arasında: Böyle Buyurdu Zerdüşt, Ahlakın Soy Kütüğü Üzerine, Ecce Homo, Deccal olarak gösterilebilir. Bu kitaplar sadece ülkemizde bile onlarca baskıya ulaşmıştır. Ve genç nesiller tarafından okunmaya devam edilmekte.

VE BİR TÜRK: SABAHATTİN ALİ

Bahtsız bir yanlış zaman insanıdır Sabahattin Ali. Bugün hala en çok satanlar listesinde bulunur meşhur kitabı Kürk Mantolu Madonna. Hikayesi son derece acıklıdır aslında. Maalesef hain bir saldırıyla hayatını kaybeden Sabahattin Ali, yazarlık yaşamı boyunca hapishane ve sürgün arasında gidip geldi. Bugün en çok satanlar listesinden bir an bile düşmeyen Sabahattin Ali kitapları, bu yazarın hem ne kadar değerli hem de ne kadar para eden cinsten olduğunu bize göstermekte.

41 yaşında hayata gözlerini yuman Sabahattin Ali, bugün milyonlarca okuruyla yazdıkları vasıtasıyla buluşmaya devam ediyor. En önemli eserleri, Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan, Değirmen, Kuyucaklı Yusuf olarak gösterilmektedir. Sanatçımızın birçok öyküsü ve romanı da filme çevrilmektedir. Birilerinin sandığının aksine şarkıcı Madonna’yı değil tamamen kurgusal bir kadını anlatmaktadır kitabında. Bunu da ek olarak belirtelim ki bazı değer hırsızları, onu cahillikleriyle alaşağı etmesin.

200 YIL SONRA GELEN ŞÖHRET: JOHANNES VERMEER

Yaşadığı dönemde sıradan bir ‘janr ressamı’ olarak tanınan, 1675 yılında hayatını kaybettikten sonra neredeyse 200 yıl boyunca hiç hatırlanmayan bir isim, Johannes ya da diğer ismiyle Jan Vermeer. 19. yüzyılın son çeyreğinde dönemin ünlü sanat eleştirmeni Thoré Bürger tarafından ismi tekrar gün yüzüne çıkan Vermeer, günümüzde Kuzey Avrupa’nın en ünlü barok ressamları arasında gösteriliyor. Aslında en fazla The Girl With Pearl Earring yani 2003 yılında Scarlett Johansson’ın başrolünde sinemaya da uyarlanan İnci Küpeli Kız tablosuyla tanınıyor. Oldukça yavaş ve titiz çalışan ressamın bilinen sadece 35 eseri olmakla beraber, bunlardan biri rekor fiyata alıcı bulmuştur.

Sanatçının 25,2 x 20 cm. ebatlarındaki Young Woman Seated at the Virginals adlı eseri Sotheby’s adlı müzayede evi tarafından düzenlenen açık arttırmada Belçikalı koleksiyoncu Baron Frederic Rolin tarafından tam 30 milyon dolara satın alınmıştır. 1947 yılında sahte tablo satıcısı Han van Meegeren’in 10 yıl boyunca koleksiyonculara ve müzelere toplam 7 sahte Vermeer sattığını itiraf etmesinin hemen ardından, sanatçının, Meegeren’in elinde bulunan Young Woman Seated at the Virginals adlı eseri de 1993 yılına kadar sahte olarak değerlendirilmişti. Tablo, 1993 yılında Sotheby’s müzayede evinin uzmanı Gregory Rubinstein, 1995 yılında da Londra’daki University College’dan Libby Sheldon adlı araştırmacı tarafından detaylı bir şekilde incelenmiş, incelemeler sonucunda tablonun orjinal bir Vermeer olduğu kanıtlanmıştı.

30 milyon dolar gibi rekor bir fiyata alıcı bulan resmin yaratıcısı Vermeer, 43 yaşında borç batağında öldü. Sanatçının resimlerindeki en ayırt edici unsurlar genellikle sol taraftan gelen bir ışık hüzmesi, kadınlar, kapalı iç mekânlar ve dokusu tüm gerçekliğiyle hissedilen materyallerdir.

KAFKA’NIN VASİYETİ

Modern edebiyatın önemli isimlerinden Prag doğumlu sanatçı Franz Kafka, her ne kadar “Nasıl yaşanırsa, öyle ölünür” demiş olsa da, aslında onun yaşamı ile ölümü, daha doğrusu ölümünden sonra getirdikleri arasında büyük fark vardır. Prag’daki Karl Ferdinand Üniversitesi’nden Hukuk Bölümü mezunu olan modernist yazar, yaşadığı dönemde sadece yazdığı kısa metinleri yayımlatmış ve bazı eserlerini bilinçli şekilde bizzat yakıp kül etmiştir. Kendine ve yazdıklarına olan güvensizliği yüzünden de üniversiteden en yakın arkadaşı Max Brod’a bıraktığı vasiyetinde, tüm yazdıklarının yakılıp yok edilmesini istemiştir. Brod ise vasiyeti gerçekleştirmeyerek Kafka’nın birçok eserini ölümünden sonra yayımlatmıştır. Brod’un kararı ahlakî açıdan sorgulanabilir olsa da, edebiyat dünyası için büyük bir kazanç olduğu yadsınamaz bir gerçek.

Yazar, hayatı boyunca çok acı çekmişti. Erkek kardeşleri Georg ve Heinrich’in çok küçük yaşta ölmelerinin ardından, kız kardeşleri Ottla, Elli ve Valli de, Yahudi soykırımında hayatlarını kaybettiler. Yazar, gerek bu olayların, gerekse sağlıksız bünyesinin de getirdiği psikolojik çalkantıların etkisiyle yazdı öykülerini. Eserlerinde sahte aile ilişkilerini, insanların gizli kalmış korkularını ve ağır bir dille de bürokrasiyi ele aldı. En bilinen eserleri arasında Dönüşüm (Değişim), Şato, Dava, Milena’ya Mektuplar ve Babama Mektup gösterilebilir.

KAFKA’NIN KADER ORTAĞI: HENRY DAVID THOREAU

Spiritüalizme büyük ilgisi olan yazar, filozof ve tarihçi Henry David Thoreau’nun kaderi her ne kadar aynı olmasa da Kafka’nınki ile büyük benzerlik gösteriyor. Yazar, sağlığında Walden ve A Week on the Concord and the Merrimack Rivers (Concord ve Merrimack Irmakları Üzerinde Bir Hafta) olmak üzere sadece iki kitabını yayımlayabilmiştir. 1849 yılında yazdığı Civil Disobedience (Sivil İtaatsizlik) adlı makalesiyle Mohandas Gandi’ye de büyük ilham kaynağı olan Thoreau’nun diğer tüm yazıları, şiirleri, günlükleri – yani tüm eserleri – o öldükten sonra 1906’da 20 cilt halinde yayımlanmıştır. Düşünceleriyle, Rus yazar Lev Tolstoy ve Amerikan yurttaş hakları hareketi önderi Martin Luther King’i de büyük ölçüde etkilemiş olan Thoreau da, hak ettiği üne, geç de olsa kavuşan bir isim.

7 ŞİİRDEN 1,800 ŞİİRE: EMILY ELIZABETH DICKINSON

ABD’li şair Emily Elizabeth Dickinson, içine kapanıklığının sonucunda ölümünden sonra meşhur olan başka bir yetenek. Ölümünden 4 yıl önce, 1862 yılında evine kapanmış ve dışarı tek adım dahi atmamış, tüm gün boyunca kendini yazmaya vermiştir. Hiçbir eğitim almamış olmasına rağmen 20. yüzyılın başlarında ve bugün Amerika’nın en sevilen kadın şairlerinden biri olmuştur. Henry David Thoreau ile yakın dost olan şairin, yaşadığı sırada sadece 7 şiiri basılmıştır. Şiirlerinde hiçbir zaman yaşayamadığı aşkı anlatan Dickinson hayatını kaybettikten sonra kız kardeşi odasına girmiş ve 1,800 civarında şiirini bulmuştur. 1890 yılına kadar da tüm şiirlerini yayımlatmış ve onu başta Amerika olmak üzere tüm dünyaya tanıtmıştır.

FOTOĞRAFÇI DADI: VIVIAN MAIER

Henri Cartier-Bresson, Diane Arbus Robert Frank ve Weegee (Arthur Fellig) gibi büyük isimlerle beraber 20. yüzyılın en başarılı fotoğrafçılarından biri olarak kabul edilen ve tarz olarak ABD’li ressam ve grafiker Edward Hopper’a benzetilen Vivian Maier, hikâyesi sinemaya dahi aktarılmış çarpıcı ve bir o kadar da başarılı bir kişilik.

1950’li yıllardan, hayatını kaybettiği 2009 yılına kadar Chicago’da çocuk bakıcılığı yaparak geçimini sağlayan Maier, fotoğrafçılık üzerine hiçbir eğitimi olmayan fakat doğuştan gelen yeteneğe sahip bir isim. Amatör bir Kodak Brownie makineyle fotoğrafa başlayan Maier, 1980’li yıllarda renkli fotoğraf çekmeye başlamış ve ardında bazılarını kendi bile göremediği, dönemin gündelik hayatını başarıyla yansıtan 100 binden fazla fotoğraf bırakmıştır.

Maier’in hikâyesi tarihçi ve koleksiyoncu John Maloof’un, yaşadığı yerdeki bir parkın tarihini anlatan kitap yazmaya karar vermesiyle başlıyor. Maloof, kitabında kullanmak için yerel bir müzayede salonundan sadece 400 dolara bir kutu dolusu fotoğraf ve negatifi alıyor. Negatifler arasında parkın istediği görüntülerine ulaşamayan Maloof, yine de tüm negatifleri banyo etmeye başlıyor ve gördüğü manzara onu gerçekten kendine hayran bırakıyor. Fotoğrafları kimin çektiğine dair birçok araştırma yapsa da öğrenebildiği tek bilgi, fotoğrafların kiralık bir dolapta, yani Vivian Maier’in borçları yüzünden, içindeki her şeyin açık artırmayla satıldığı depoda bulunduğu oluyor. Maloof, daha sonra pek çok negatif daha satın alır ve bir fotoğraf baskı firmasından gelen zarfın üzerinde “Vivian Maier” ismini görür, böylece uzun süredir aradığı fotoğrafçının kim olduğunu öğrenir. Hatta sonrasında Maier’in bakıcılığını yaptığı insanlarla konuşup, Fransa’daki akrabalarını dahi bulmuştur Maloof.

Böylece, ölümünden 2 yıl sonra 2011 yılında Maier dünyaca tanınır. İlk olarak Avrupa’da, daha sonra Chicago’da adına birer sergi düzenlenir. 2013 yılında da “Finding Vivian Maier” (Vivian Maier’in Peşinde) adlı bir belgesel vizyona girer.

KARANLIK BİR KARİZMA: COMTE DE LAUTRÈAMONT

“Maldoror’un Şarkıları olmasaydı Fransız kültürü eksik ve tamamlanmamış kalırdı,” diyor Marcelin Pleynet. Louis Aragon ise daha keskin. “Maldoror’un birazcık tadına bakınca, bütün şiir yavanlaşıyor,” şeklinde anlatıyor Comte de Lautréamont’u. Asıl ismi (bu bile şüpheli ya!) Isidore Ducasse… Edebiyat dünyasının kesinlikle hakkında en az şey bilinen şairi.  4 Nisan 1846’da Uruguay Montevideo’da doğduğuna dair kayıt var bir yerlerde. Rivayete göre babası, Fransız konsolosluğunda görevli bir memur. Annesi, Lautréamont 18 aylıkken ölmüş. İntihar ettiği konusunda ciddi şüpheler de vardır. Uruguay’da geçirdiği gençlik dönemi bir sır halinde kalıyor genç şair. İç savaşın ve koleranın patlak vermesiyle; 10 yaşındayken okulunu bitirmesi için babası tarafından Fransa Tarbes’e gönderildiği yine bir söylenti…

Tarbes ve Pau’da kibirli, somurtkan ve içe dönük kimse olarak görülüyor. Başarısız bir ilk ve orta eğitim dönemi… Hem sevilmiyor, hem de tembel olarak görülüyor ki, okulda Latin ve matematik derslerindeki başarısızlığına karşın, edebiyata olan ilgisiyle ve başarısıyla öğretmenlerinin dikkatini çekiyor. Müthiş derecede karamsar ve karanlık biri genç Ducasse. Ayrıca biyolojiyle de yakından ilgilidir. Kimse anlamaz ama daha sonra bu bilgisini sanatında kullanır, hem de fena halde kötücül olarak. Bu malumatları, daha sonra çok uzaklarda bir yerlerde ortaya çıkacak kitabı Maldoror’un Şarkıları’nda çokça kullanmıştır.

Biraz geç, 19 yaşında biten lise dönemi sonrasında aklına seyyahlık düşer genç Ducasse’nin. Sadece fikir yürütebiliyor sanat tarihçileri, zira ne bir kayıt, ne de bir hatıra var Comte de Lautréamont ile ilgili. Bu yolculukların muhtemelen Uruguay’da olan babasına veya edebî temaslar yapmak için Fransa Bordeaux’ya olduğu tahmin ediliyor. 1867 veya 1868’de, hiçbir kayıt belgesinin bulunmamasına rağmen Paris’te politeknik veya maden okulunda okuduğu (yine) tahmin ediliyor.

22 yaşına geldiğinde, sonradan okuyan her şairin hayranlık duyacağı Maldoror’un Şarkıları ile şiirin klasik söylemini tamamen değiştiriyor ve iki yıl sonra, 24 yaşında bir otel odasında intihar ederek yaşamına son verdiği kabul ediliyor. Cansız bedeni Paris Kimsesizler Mezarlığı’na defnediliyor. Lautréamont, sürrealist şairler tarafından keşfedilinceye kadar elli yıl şiirin yeraltı dünyasında yaşamıştır. Özgürleşen şiirsel söylemin ezber bozucu ismi olarak kabul edilen Lautréamont, şiirin ve edebiyatın insanı (yüzü ve tersi olarak), bütünlüğü içinde yansıtabileceğini de kanıtlıyor. Kurulu düzene başkaldırının ve ‘hapishane dil’e karşı ayaklanma çığlığının simgesi oluyor. André Gide, “Maldoror’un Altıncı Şarkısı’nı okuyunca kendi yazdıklarımdan utandım,” diyor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin