“Ne olur kalmasın bir mahzun gönül”

YORUM | BEKİR SALİM

Chicago’ya geldiğim yıl bir Ramazan Bayramı maceram var ki, anlatmasam olmaz. Biz Türkiye’de, maalesef, artık bayramları bir tatil vesilesi olarak görmeye başladığımız için bu yaşadığıma macera demek zorunda kaldım.

Çocukluğumun bayramlarını uzun uzun anlatacak değilim; belki başka bir zaman… Ama, o günahsız dönemlerin gönlümü lezzetten lezzete salan uhrevi havasını yeniden solumaya başladım desem ve yemin etsem başım ağrımaz…

Meğer burada gurbet yokmuş… Memleketimizdeki her güzellik, hem de en saf hâliyle buraya taşınmış ve gurbet kurbete inkılap etmiş.

Kültür merkezinin büyük mescidinde bayram namazlarını tekbirler ve çocukların cıvıltıları eşliğinde kıldıktan sonra tanıdık tanımadık herkesle uzun süren bir kucaklaşma faslı… dünyanın dört bir yanından müslümanlar… Pakistanlı, Hindistanlı, Filistinli, Yemenli… Memleketinde çok önemli vazifelerde bulunmuş Yaşlı bir Pakistanlı kulağıma eğildi ve gözyaşlarıyla:

“-I am so happy…”

Aslında başka şeyler de söyledi ama benim İngilizcem bu kadarını kavrayabildi.

Kahvaltıya geçtik. İnsan, “Yani, burası Cennet değilse, ya neresi!” demeden kendini alamıyor. O koca koca kazanlarda kaynatılan ve benim gibi bir tiryakinin çaya saygısını yitirmemek için asla yanından geçmeyeceği haşlak sıvı bile, insanı, Kevser Irmağından yudumluyor gibi bir muhabbete sürüklüyorsa gerisini siz düşünün…

Neyse, kahvaltı bitti ama, doğrusu, uykusuzluk ve yüzlerce insanla hem dem olmanın verdiği yorgunlukla ben de bitmiştim. Eve kendimi zor attım… Hiç değilse yarım saat kadar uyumalıydım. Tam gözlerimi kapattım ki, bir gürültü koptu… Evin önünde arka arkaya dört araba durdu; içinden bir tabur çocuk, bir kaç manga ebeveyn inip bize doğru yöneldiler.

Ne çabuk yahu!

Allahtan, ayıptır söylemesi, bir tepsi börek, bir tencere yaprak sarması, bir tepsi baklava, kısır-mısır… Neyse işte! Bayram hazırlıklarımız tamdı. Porselen tabaklar ve cam bardaklarla ikramlar… Hoş sohbetler… Çocuklara harçlıklar… Mescitte zaten soyup soğana çevirmişlerdi, ama evde verilen harçlık ayrıymış; öyle dediler… Bir gün önceden bilmem kaç yüz doları bankada bir dolar şeklinde bozdurmuştum. Nasılsa burada “bir dolar”dan dolayı tutuklanma riski yoktu.

Bu dört aile daha kalkmadan üç aile daha geldi… Baş göz üstüne… Cam bardaklar ve tabaklar kaç kere yıkandı bilmiyorum. Onlar kalkmadan dört aile daha… Daha daha daha daha… İkramlar çoktan bitmişti. Ne bilelim bütün bir ordunun o gün bize geleceğini… Sayıp not tutmaya başladım; kaç kişi geldi diye… Çocukları saymanın imkanı yoktu. İlk gün çocuklar hariç seksen üç misafirimiz olmuştu. Namazları zorlukla kılabildim. Allah kabul etsin. Bayram bitene kadar misafir sayımız iki yüzü geçmişti.

Çocuk diyorum da; her biri on büyüğe bedel… Kardeşim, bize annemiz babamız bir kere kaşlarını çatsa hemen susar sessizce bir yere otururduk. Bu çocuklar birer afet… Durdan sustan filan anlamadıkları gibi, zaten dur-sus diyen bir anne-baba da yok… Tepemizde oynuyorlar… Akla zarar bir rahatlık… Amerika’da yetişmiş olmanın verdiği bir özgüven… Annesi, “oğlum şunu da ye”… Cevaba bak, “bana zorla yediremezsin, bu benim body’m (vücudum)”…

Neyse, gerçekten çok yorucu olmuştu. Ama, o bir kaç gün dünyanın en mutlu insanı olduğumu farkettim. Ne kadar çok kardeşim varmış benim… Seven…Sayan… Allahım sayılarını artır.

Ağzım burnum demeden Kurban Bayramı gelmişti. Ben bu arada, bana niçin bütün bir Chicago ve civarı insanın bayram görmesine geldiğini öğrenmiştim. Meğer, bu genç yaşıma rağmen ben en yaşlı kişiymişim ve yıllardır burada adetmiş, yediden yetmişe herkesin en yaşlı kişiyi ziyaret etmesi. Bir önceki sene benden daha yaşlı bir abi varmış, onu da böyle ziyarete boğmuşlar, o da Chicago’yu terketmeyi düşünmüş önce; sonra da daha pratik bir çözüm bulup bayram zamanları başka eyaletteki yakınlarına sıla-i rahime gidiyormuş. Bayrağı bana devrederek tabi… Bir şey daha öğrendim; burada ikramları kağıt tabak ve bardakla yaparlarmış. İkramlar da self servis, masanın üstünde, isteyen istediğini alsın şeklindeymiş. Ne tabak yıkama derdi, ne getir götür derdi… Ohhh! Ne rahat! (Ben hâlâ anlayamıyorum; ince belli, altın sırma helli bardak olmadan içilen çaya çay denir mi yahu!)

İşte böyle… Şaka ile karışık anlattım ama gerçek şu ki, burada bütün kardeşlerimiz tek bir aile gibi… Sarmaş dolaş… Cuma namazları her hafta gerçekten bir bayram havasında… Pazar sabahları Eyüp Sultan gezilerini, Suat Hocanın Beyazıt Cami programlarını hatırlatan cami programları, peşinden kelle paça çorbalar…  Ramazanlar ayrı bir yazı konusu ve cennet esintileriyle dopdolu… Sürekli faaliyetler… Her hafta hiç terkedilmeyen sohbetler… Muhabbet muhabbet üstüne… Arada limonileşmeler, kabz hâlleri, ufak tefek didişmeler de olmuyor değil. Lâkin, herkes herkesin derdiyle ilgili… Kendi derdi gibi… Türkiyedeki kardeşlerimiz için yanan  gönüllerimiz gece seccadelere akıtılan gözyaşlarıyla söndürülmeye çalışılıyor. Muavenet için herkes ayrı bir gayret içinde… Adam, dekanlık yapmış bir profesör… Aman Türkiye’ye yardım göndereyim diye gece saatlerce Uber yapıyor… Onlarca misâl verebilirim.

Her şeye rağmen ihtiyacını, sıkıntısını yük olmamak adına kalın perdeler arkasına saklayanlar da var…

Bir kardeşimiz içinden gelmiş, yazmış ve paylaşmış. Aynen aktarıyorum:

“Uzaktayız…

Eski evlerimizden, doğduğumuz yerlerden, ailelerimizden çok uzaklardayız.

Eski dostlarımız ve akrabalarımızsa keşke sadece yol hesabıyla uzak olsalar…

Açıkçası fazla kimsemiz kalmamış gibi görünüyor.

Geriye bir Allah’ımız kaldı, her şeye yeten.

Bir de siz, biz, birbirimiz…

Aslında daha ne olsun?

Allah’a yakın olalım, sizden uzak kalmayalım, yeter de artar.

Yalnız, küçük bir problem var.

Evet, derde derman olmak konusunda muhtemelen sizlerden iyisi bulunmaz.

Ama kimseye yük olmamak için, derdini sizin gibi iyi saklayabilen de azdır.

Ve böyle davranırken aslında yalnız değilsiniz.

Her gün size gülümseyen, halinizi soran kardeşleriniz de aynısını yapıyor.

Başkası için dertlenirken, kendilerinin hiç derdi yokmuş gibi davranıyorlar.

Ama var!

Kapınızı çalmıyorlarsa da var, dertlerini dökmüyorlarsa da var.

Şu hayatta sizden başka kimsesi kalmayan herkes gibi…

O sebeple dedik ki; önümüzdeki Şubat ayı, Kardeşlik Ayı olsun.

Herkes bu ay boyunca birilerini çağırsın, birilerini ziyaret etsin.

Bir ay elbette yetmez ama en azından hayatımıza bir farkındalık katsın.

Derdi olduğunu bildiğimiz ya da bilmediğimiz, sık görüştüğümüz ya da sadece selam alıp verdiğimiz, belki derdimizi dökebileceğimizi hissettiğimiz, bir ihtimal beraberce bir başkasının derdine derman olabileceğimizi düşündüğümüz aileleri, bekarları, gençleri, yaşça büyük olanları davet etsek, ziyaret etsek, bir araya gelsek; çağıracak ya da dertleşecek kimse bilmiyorsak, bilen birilerine sorsak ve ‘biz’ olsak, birlik olsak, tam anlamıyla kardeş olsak…

Sizce de güzel ve inşallah rahmete vesile bir adım olmaz mı?

Bir ay boyunca kim, kaç kişiyle hemhal oldu; bunu ölçmenin gereği yok.

Yeryüzünün en vicdanlı insanlarına, böyle şeyleri sormak yersiz olur zaten.

Belki TASC’te bir pano açar, her ziyaret için isimsiz bir işaret koyarız.

Ama sahiden bunun hiçbir önemi yok.

Etrafta yalnız hisseden birileri olduğunu ve yalnız olmadığımızı bilsek yeter.

Sizin için küçük bir adım olduğunun farkındayız.

Ama o küçük adımın bizi nereye götüreceğini Allah bilir.

Ne de olsa güzel bir yola çıkınca durmayı bilmeyen insanlarsınız…

Bize düşen bir şey olursa, her daim emrinizdeyiz.

Allah yolunuzu açık etsin…”

Ne olur, bu Şubat ayı, dünyanın dört bir yanındaki kardeşlerimiz, bulundukları yerlerde birbirlerini ziyaret edip kucaklaşsınlar… Dertleşsinler… Dertlere çare arasınlar. Aç kalan, üşüyen, doktor imkânı olmayan, yaralı tek kişi kalmasın. “Kalmasın el uzatmadığımız bir mahzun gönül…”

Allah aşkına…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin