Mükemmel çözümsüzlük

HABER-YORUM | KEMAL AY

Ermenistan’daki olayları takip etmişsinizdir. Yüz binlerce insanın bir araya geldiği protesto gösterilerinden sonra son 10 yıldır görevde olan Başbakan Serj Sarkisyan istifa etmişti. Muhalefet lideri, eski bir gazeteci olan Nikol Pashinyan erken bir seçime giderek kartların yeniden dağıtılmasını talep ediyor fakat Meclis’te sadece 9 milletvekiline sahip olan partisinin böyle bir karar alma yetkisi yok. Sarkisyan’ın başında olduğu Cumhuriyetçi Parti, Meclis’te çoğunluğa sahip (105 vekilden 58’i). Bu durumda da Sarkisyan, işleri ağırdan alarak ülkeyi bir süre belirsizliğe mahkûm edebilir, protestoların ateşi söndüğünde de tekrar yerine dönebilir.

Bu arada Rusya’nın ülkedeki etkinliğini hesaba katmak gerekiyor. En büyük enerji sağlayıcısı olmanın yanı sıra en önemli ticaret ortağı Ermenistan’ın. Hâliyle ülkedeki siyasetle yakından ilgililer. Ancak asıl problem Azerbaycan’ın tavrı. Gösteriler başladıktan kısa süre sonra Ermenistan sınırına asker gönderen Azerbaycan, göstericilerin değil Sarkisyan’ın lehine bir hamle yapmış oldu. Zira iki ülke arasında askerî gerilimin yükseldiği bir dönemdeyiz ve olası bir Azerbaycan hamlesi, toplumsal muhalefeti geri çekilmeye zorlayabilir.

Bu çözümsüzlük hâli Ermenistan’a özgü değil. 2008 krizinden bu yana ekonomik göstergeler pek çok ülkede kırılgan. Hâl böyle olunca toplumlar güçlü ve istikrarlı liderlik arayışına giriyor. Yolsuzluklar, sıklıkla gündeme geliyor. Brezilya’da hükümetin değişmesine yol açtı söz gelimi. Venezüella’da ise politik zorbalığı netice verdi. Tıpkı Türkiye’deki gibi Venezüella yönetimi muhalefeti yok ettiğinde halkın hiçbir şikayetinin kalmayacağını hesaplıyor. Ancak Venezüella’da ekonomik kriz, halkı giderek daha da umutsuzluğa sürüklüyor. Devlet Başkanı Maduro koltuğunu bırakmak istemediği için muhalif liderleri tutuklatırken, bir yandan da Rusya’yla temasa geçerek rejimini korumayı hedefliyor.

Avrupa Birliği üyesi ülkelerden Polonya ve Macaristan’da iktidarda olan ‘popülist’ partiler, Brüksel’in en büyük problemlerinden. Ancak bu konuda AB uyum yasalarını hatırlatma dışında bir hamleleri yok. Bu noktada Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron, Kosova ve Makedonya gibi ülkeleri de kapsayan genişleme görüşmelerinin, Avrupa’nın kendi içinde bir reform yapılmadan önce devam etmemesi gerektiğini belirtti. Avrupa Birliği kurumlarının yöneticileri ise eğer AB genişlemezse, Rusya’nın burada daha etkin konuma gelebileceğinden endişeli.

Macron’un bu hafta başında yaptığı ABD ziyaretinde de ‘dünya düzenini’ korumaya yönelik sözleri, Fransa’nın ‘Batılı değerler’ konusunda daha fazla inisiyatif alacağı beklentisi doğurdu. Hatta Macron, bu konuda Trump’ı da ikna etmeye çalışıyor. Son olarak Suriye’ye yönelik hava harekâtının içinde de yer alan Macron, bu hamleyle Türkiye ile Rusya’nın arasını açmayı hedeflediklerini bile söyledi. Ancak bütün bunlar, Batılı güçlerin dünya düzenini 1990’lardaki ‘liberal demokratik’ değerlere göre sürdürebilecekleri anlamına gelmiyor. Çünkü ‘demokrasi’ uzunca bir zamandır güç sahiplerinin canını sıkıyor. Enerji politikalarının belirlenmesi ve buradaki ticaretin paylaşılması konusunda alıcı konumdaki ülkelerin ‘bağımlı’ olmasını isteyen üreticiler, giderek daha fazla talepkâr oluyor. Eski Sovyetler Birliği coğrafyasının yanı sıra Türkiye ve Avrupa içlerinde enerji açısından etkin olan Rusya, politik olarak da bu gücünü kullanmak istiyor.

Yani Batılı güçlerin kurduğu ‘birbirine bağlı’ küresel ticaret düzenini eleştiren Rusya ve Çin, aslında alternatif bir ‘bağımlılık’ kurgulamanın peşinde. Yeteri kadar ülkeyi ikna edebilirlerse, neden olmasın? Ancak böyle bir şeyin soğuk savaş ya da sıcak çatışma olmadan gerçekleşmeyeceği de muhakkak. Nitekim ABD’nin Çin’e yönelik ticarî yaptırımları, AB ile Rusya arasındaki ‘zehirleme’ krizi ve NATO’nun geleceğine dair tartışmalar, önümüzde uzanan yolla ilgili hep. Bu yolun nereye varacağı kesin değil ancak neler getireceğini az çok görebiliyoruz.

Ermenistan’daki ‘devrim’in bir türlü yolunu bulamaması, Balkanlarda popülist liderlerin giderek güçlenmesi, Arap yarımadasındaki siyasî krizler bir anlamda bu küresel mücadelelerle paralel şekilde ilerliyor. Bu, yalnızca Rusya’nın dış politika hamleleriyle değil Suriyeli mülteci kriziyle ve 2008’deki finansal krizle de birlikte ortaya çıkan bir sonuç. Avrupa Birliği’nden sonra ABD’nin de kendi sorunlarına yönelmesi, küresel düzende bir ‘otorite boşluğu’ doğuruyor ki, malum doğa boşluk kabul etmez. Türkiye’de Erdoğan rejiminin her şeye rağmen uluslararası dengelerle oynayabilmesi ve alternatifli dış politika yürüterek iç siyasette elini güçlü gösterebilmesi de bunlarla yakından ilişkili.

24 Haziran’daki seçimlerde Erdoğan’ın karşısına çıkacak herhangi bir adayın, bu uluslararası bağlamdan kopuk bir isim olursa, kazanma şansının çok düşük olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türkiye şu anda bütün bu krizlerin ortasında, çok kritik bir konumda bulunuyor ve hiçbir güç odağı, Türkiye’nin yoğun istikrarsızlık yaşamasını istemiyor. Dünyadaki otorite boşluğu kaybolmadıkça da, pek çok ülkede bu türlü rejimler hayatiyetini sürdürecektir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin