Miladî 1000 yılında Nobel ödüllerini kimler alırdı?

YORUM | VEYSEL AYHAN 

(Nübüvvet ve Devlet Yazıları-32)

Yerli ve yabancı bilim insanları 8, 9 ve 10. asırların Müslümanların altın çağı olduğunu konusunda hemfikirdir.

Ne oldu da o dönemde o yüzyılın en parlak bilim insanları yetişti?

Sahabeyi parantez dışına bırakırsak ne oldu da tüm zamanların en büyük velileri bu dönemde yetişti?

Din ve bilimde zirveye nasıl çıkıldı?

Bu yazı şimdilerde “İslam dünyasının” siyasi ve ahlaki sefaletinden dolayı Batı medeniyetine sığınmış hatta gözleri kamaşmış olanlarımıza “Müflis tüccar eski defterleri karıştırırmış” gibi görünebilir. Öyle bir niyetim yok.

Bu yazıda sıralayacağım alıntıların çoğunu Prof. Dr. Fuat Sezgin’in “İslam’da Bilim ve Teknik” adlı 5 ciltlik muhteşem eserini tarayarak yaptım.

Amerikalı Yahudi tarihçi Martin Kramer önemli bir makalesinde şu cümleyi söylüyor:

“Eğer 1000 yılında Nobel ödülleri veriliyor olsaydı hemen hepsi Müslümanlara verilirdi.”

Bu yazıda alıntıladığım keşif ve icatlara yüzeysel bile baktığınızda bu keşiflerin her birinin “Nobel ödülü”nü hak ettiğini düşüneceksiniz.

İtiraf etmeliyim ki 5 cilti okuyup bitirdiğimde o günkü İslam bilginlerinin yaptıkları işlerin niteliğini anlamaktan aciz kaldım.

Sabırla okumanız o muhteşem insanlara karşı kadirşinaslık olacaktır.

‘ALTIN ÇAĞ’A GİRİŞ

8. yüzyılda Bağdat’ta ilk kâğıt fabrikası kuruldu. Bu fabrikadan sonra İslam dünyası ve İspanya’da başka birçok fabrika kuruldu. Üretilen kâğıt Çin’de imal edilen ve pahalı bir kağıt olan parşömenin ve yazı için pek elverişli olmayan papirüsün yerine geçti. Hat sanatı bu kağıtla atılım yaptı ve yayıldı.

İbn Sina (Avicenna) “El-Kânûn fî’t Tıbb” ve “Kitâb üş-Şifâ” adlı eserlerini yazdı. Bu kitaplarla şöhret kazandı. Cerrahlık dahil bütün tıp alanlarını kapsayan bu eserler 5 yüzyıl boyunca Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutuldu. “El-Kânûn” asırlarca Avrupa’da “doktorların İncili” lakabıyla anıldı.

Ali b. el-Abbâs’ın “Kâmil eş-Şınâ’a et-Tıbbiyye”,

Ebû el-Kâsım ez-Zehrâvî’nin “Et-Tasrîf”

Ebû el-Hasan at-Taberî’nin “El- Mu’âlacât el-Bukrâtiyye” adlı eserleri Latinceye çevrildi yüzyıllarca Avrupa’da ders kitabı olarak kullanıldı.

Ağır ameliyatlarda narkoz kullanılmaya başlandı. Genel anesteziye o dönemde “tenvîm” (uyutma) deniyordu. Bunun için “Darnel” isimli bir ağaç keşfedildi.

Ali b. İsa, Tezkiretü’l-Kehhâlîn adlı eserinde yaptığı birçok göz ameliyatlarında anestezi kullandığını ifade eder.

İbn Ebu’l Hazm olarak bilinen İbn Nefis Dımeşkî kanın damarlarda nasıl hareket ettiğini 11. yüzyılda açıkladı. Küçük kan dolaşımını keşfettti. Bunun kaşifi olarak kabul edilen Micheal Servetius bu çözüme ancak 16. yüzyılda ulaştı.

İbn el-Heysem, görmenin gözden çıkan ışınlar yoluyla değil, bilakis nesneden yansıyan ışınlar yoluyla gerçekleştiğini savundu. “Kitâb el-Menâzır” adlı optik eseri onun matematiksel dehasına delil kabul edilir. Deney yapmak için birçok alet ve mekanizma imal etmişti. Bir başka keşfi yüzyıllar sonra icat edilen ve kameraların atası sayılan karanlık odadır (camera obscura).

Kemâleddîn el-Fârisî göz merceğinin ön yüzeyinden gelen yansımayı tespit etmiş ve bu yansımayı kendi teorisi çerçevesinde mükemmel bir şekilde temellendirmiştir. Koyun gözü üzerinde ispatladığı sonuçlara Avrupa’da Johannes Evangelista ancak 1823 yılında ulaşabilmiştir.

Ebû Ca’fer el-Hazin, üçüncü dereceden bir denklemi, konik kesit yardımıyla çözebilen ilk kişidir. Dünyanın dönüp dönmediğinin tartışıldığı bir çağda astronomide ‘Zic eş-Şafâ’ih’ isimli aletle gezegenlerin boylam derecelerini ölçmeyi başarmıştır. El Hazin ayrıca “Mîzân el-Hikme” adlı eserinde suyun özgül ağırlığının sıcaklık derecesine bağlı olduğunu keşfetmiş ve özgül ağırlıkları 1/60.000’lik hata oranı ile hesaplamıştır. Bir sıvının kabı eğer yerin merkezine daha yakın ise daha büyük bir hacim, eğer daha uzak ise daha küçük bir hacim kapladığını ispatlamıştır.

Ebû’l-Vefâ 10. yüzyılda trigonometrik fonksiyonları interpolasyon yöntemiyle çizelge haline getirmiş; sinüs, tanjant ve kotanjant çizelgelerini hesaplamıştır.

Ebû Sehl el-Kûhî, küresel trigonometrinin temel teoremini buldu, parabolik kubbenin hacmini belirli bir sekmanın hacmiyle, yüzeyi ise belirli başka bir sekmanın yüzeyiyle denkleşen bir küre sekmanı ile hesapladı. Denklemin bilinmeyenlerini eşit kenarlı bir hiperbol ve bir parabolün kesişme noktaları ile buldu.

Nasreddîn et-Tûsî, trigonometriyi ilk defa bağımsız bir disiplin halinde “Kitâb eş- Şekl el-Kattâ” adlı eserinde sundu.

El-Bîrûnî, trigonometrik bir problem olan iç ve dış dokuzgenin kenarları yardımıyla daire hesaplamayı iterasyon yöntemiyle (istikrâ’) kübik bir denkleme çevirerek çözmüştür.

Câbir bin Eflah, küresel trigonometride “Geber [Câbir] Teoremi” adıyla önemli bir yere sahiptir. Bu teorem, dik açılı küresel bir üçgen, verilen bir dik kenar ɑ ve verilen bir komşu açı β’den hesaplanabilir, bu da cos α = cos ɑ sin β formülüne götürür.

İbrâhîm b. Yahyâ ez-Zerkâlî, Güneş ile Dünya’nın en uzak mesafe noktasının ekliptikte yıllık değişen yerinin, kendi hareketinin öncülerinden çok daha kesin bir ölçümüne ulaşmıştır. Ölçüsünde, o hareketin değeri 299 yılda 1°’ye ulaşmıştı, yani bir yılda 12,09° ki bu günümüzde kabul edilen 11,46° değeriyle hemen hemen örtüşmektedir.

İbn er-Rezzâz el-Cezerî, gece ve gündüz eşitliği ve gün uzunlukları esaslarına göre yapılan saatler ve cisimleri doğal konumlarından başka cisimler aracılığıyla hareket ettiren 50 farklı makine modeli tasarlamış, konik valf icat etmiş ve bunları detaylarıyla kitabına koymuştur.

Harezmi’nin “Mefatilu’l Ulum”;

Fahrettin Razi’nin “Camiu’l Ulum”;

Amuli’nin “Nefaisu’l Fünun” ve

Tehanevi’nin “Keşşaf-ı lstılahat” gibi eserleri ilk yazılan ansiklopedilerdir.

Bu dönemde kozmolojiden dine; psikolojiden metafiziğe; astronomiden matematiğe kadar detaylı bilgiler içeren “Resâ’il-ü İhvâni’s-Safâ” da önemli ve eşsiz bir ansiklopedidir.

DİĞER ALINTILAR:

“Râzî’nin çiçek ve kızamık hastalıklarıyla ilgili eserinin İngilizce’ye 46 ayrı tercümesi yapılmıştır. İslam uygarlığı, Eski Yunan ve İran uygarlıklarının mirasçısı (varisi) olduğu gibi kendisi de modern Batı uygarlığının gelişmesinde etki yapmıştır.” (Hilmi Ziya Ülken, İslâm Düşüncesi)

“Müslüman gemicilerinden deniz pusulasını ilk öğrenen İtalyanlar oldu. Bu pusula muhtemelen suda yüzen bir tahta parçasına bağlanmış mıknatıslandırılmış bir iğne idi; basit ama çok yararlı bir icattı. Ayrıca İtalyan denizciler Müslümanlardan öğrendikleri usturlap ile, enlem-boylamları hesaplamaya başladılar.” (Haçlı Seferleri, Işın Demirkent)

“Matematik araştırmacısı Alex Bellos sıfırın Hindistan kaynaklı olduğunu ve “Nirvana”dan yani “hiçlik” kavramından türediğini söyler. Ama şunu eklemeyi unutmaz:

“Rönesans aslında sıfırı içeren Arap sayı sisteminin gelişiyle başlamıştı. Böylece aritmetiğin siyah-beyaz dünyası birden muhteşem renklere bürünmüştü.

“Sıfır’ın Avrupa’da yayılması kolay olmadı. 1299’da Floransa’da Arap rakamlarıyla birlikte sıfır da yasaklandı. Gerekçe ise sıfırın kolayca dokuza dönüştürülerek rakamların sonuna birkaç sıfır eklenerek fiyat şişirme yoluyla sahtekârlık yapılmasıydı. Sonunda sıfırın bütün Arap rakam sistemiyle kabulü 15. yüzyılı buldu.

“Harezmi, “sıfır”ın mantığını şöyle açıklıyordu:

“El-Harizmî ‘Hisâbu’l-Cebr ve’l-Mukâbele’ adlı eserinde bir çıkarmayı açıklarken ‘… hanenin (basamak) boş kalmaması için bir dairecik koy/ Dairecik, boş hanenin yerine geçmek zorundadır. Eğer bu hane boş kalırsa diğer haneler de tahdîd edilmiş olur.’ demektedir.” (İslam Medeniyeti Tarihi, Cahid Baltacı)

“İslam coğrafyasında kullanılan onluk sayı sisteminin kolaylığını gören İtalyan ve Nürnbergli tüccarlar ve Pisalı Leonardo Fibonacci bu sistemi Avrupa’ya taşıdı. (Romen rakamlarla) Gitgide uzayan hesap defterlerinde Arap rakamlarını kullanmaya başladılar.” (Ortaçağ Akdenizinde İslam ve Hıristiyanlık, Stephen O’shea)

İslam-Tasavvuf araştırmacısı Annemarie Schimmel, İslam’ın ilk yüzyıllarındaki gelişmelerin sosyolojik yanına da vurgu yapar: “Tıp ve doğa bilimleri Orta Çağ’da Müslümanların tekelindeydi; İslam felsefesi ve mistisizmi, Hıristiyan Ortaçağ’ına büyük katkılar sunmuş ve İspanya yüzyıllar boyunca üç ‘İbrahimî’ dinin (Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık) barış içinde bir arada yaşamasına tanıklık etmişti.” (Doğu-Batı Yakınlaşmaları)

Bu dönemin en önemli isimlerinden biri İbn Haldûn’dur. Pek çok ilim insanınca sosyoloji ve tarih felsefesinin kurucusu görülmüştür, yazdığı eserler tartışılmaz birer baş yapıttır.

İmam-ı Gazâlî daha bu çağda din-bilim ilişkisine son noktayı şöyle koyar:

“Ay’ın tutulması olayı, arzın güneşle ay arasına girmesiyle ay ışığının görünmemesinden ibarettir. Çünkü ay, ışığını güneşten alır. Arz ise yuvarlaktır ve gök her taraftan onu çevrelemiştir. Matematik hesaplarla ispatlanmış bu çeşit gerçekleri din namına inkâr etmek dine karşı bir cinâyettir.” (Tehâfutu’l-Felâsife, İmam-ı Gazâlî)

Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı ile bitireyim:

“İslâm Dünyasının bu İlmî faaliyeti dünya ilim tarihinde önemli bir çağ açmış, İslâm Âlemi ilim bakımından zamanın en ileri cemiyeti durumuna girmişti. Yani bu toplulukta İlmî bilgi sadece zenginleşmekle kalmamış, o zaman Karanlık Çağda bulunan Avrupaya ve dünyanın bütün diğer bölgelerine nazaran İslâm Dünyasında büyük bir bilgi üstünlüğü sağlanmıştı.” (Ortaçağ İslam Dünyasında İlmi Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bazı Temel Sebepleri, Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı)

Sonraki yazı: Bu gelişmelerin asıl sebebi neydi?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Bu yazıyı okurken düşündüm: Yazar bize ne demek istemektedir?
    Tarihin değişik dönemlerinde değişik topluluklar öne çıkmış, insanlığın mirasına katkıda bulunmuşlar. Ama herşey geçici olduğu için sonra kurdukları düzen bozulmuş, tarih sahnesinden çekilmişler. İlerleme meşalesini de başkaları devralıp götürebildikleri yere götürmüşler. Onlar da bir zaman sonra kaybolmuş, yenileri devreye girmiş.
    Biz bir zamanlar neymişiz mantığı ile bakılırsa geçmişe örneğin Mısırlılar muhtemelen 3000 sene öncesini, komşu İran ve Yunanlılar 2500 sene öncesini hayıflanarak anabilir. Amerika kıtasında İnka ve Aztekler de aynı şekilde geçmişlerinde bir altın çağ keşfedebilir. Müslümanlar da bundan 1400 sene önce ilimlerde iyiymiş, keşifler-icatlar yapmışlar ve bu altın çağ 1000 sene öne bitmiş. Ama bundan neyi, hangi dersi çıkaracağız?
    Yazar “Batı medeniyetine sığınmış ve hatta gözleri kamaşmış” olanlardan bahsediyor. Acaba bundan kastı nedir? Eğer, biz dinden ayrıldık ve geriledik demeye getirecekse o zaman Müslümanlar 1000 yıldır neden dine veya dinin özüne dönmeyi başaramadı, din orada duruyorken bir türlü o reçeteden yararlanamadı? Halbuki bu kadar uzun süre içinde din hayatlarının merkezinden hiç çıkmadı, hep din konuşarak gerçekleşti her şey.
    Bence geçmişte biz şöyleydik böyleydik demenin bugün için hiç bir faydası yok. Çin´in de 4000 yıllık geçmişi var. Belki Çin tarih zenginliği bakımından dünyanın sayılı milletlerinden. Ama dün Tibet´i işgal etmiş, bugün Uygurlara soykırım uyguluyor, ülkenin diğer bölgelerinde de demokrasi, insan hakları diyenlerin tepesine biniyor, ikide bir Tayvan´i tehdit ediyor. Eee, şimdi ne ise yaradı uzun tarihi geçmiş?
    Bana göre bugün insanlığı bir adım öne götüren icatlar Batı´da gerçekleşiyor ve Batı´nın değerleri de belli. En iyi arabaları onlar yapıyor, aya onlar gitmiş ilk, internet orada çıkmış, en sosyal ve insanlara güven veren devletler orada. Bu medeniyetin değerlerini somutlaştırmak gerekirse “Kopenhag Kriterleri” kavramına bir bakmak yeterli olabilir.
    Türkiye ve Ortadoğu toplumları da yine ilerleme trenini yakalamak için bu değerleri keşfedip sahip çıkabilirdi. Ama biz ne yaptık? Sefil bir milliyetçilik ve dincilik adına Kopenhag Kriterleri´ni artık geride bıraktık, geçmişin altın çağını göklere çıkara çıkara bugün geri kalmışlığı hep yeniden, hep yeniden üretiyoruz.
    İktidar taraftarlarına bakılırsa muhteşem geçmişimize geri dönüyoruz. Bu arada insanlarımız kendini dışarı atmaya çalışıyor, bazılarımız bu yolda Ege´de, Meriç´te can veriyor.
    Bu işte sizce de bir tuhaflık yok mu?

  2. Yazının baslıgı polemik acısından basarılı. Ama o devirlerde nobel ödülü verilseydi, bunu Müslüman dünya verirdi ve Batı bilim dünyası gibi belli bir angajman çerçevesinde vermezdi.

    Yazı, ilerlemek istiyorsak dine mesafe koymalıyız diyenlere de güzel örnekler vermiş, fakat bunlar bildik konular, tokmağı yiyenler bu örnekleri bilseler de dediklerinden şaşmazlar ve gözleri kamaşmış şekilde Batı’ya bakmaya devam ederler.

    Aslında bu konuda meselemiz İslam olmamalı. Mesele biziz. O devirlerde de Müslüman ülkelerde zulüm, kan, gözyaşı olmuş, ama Müslüman bilimadamları büyük bir öğrenme aşkıyla çalışmışlar, buluşlar yapmışlar, gayet demokratik bir şekilde fikirlerini çarpıştırmışlar, dinin özünü korumasını öne alan bilimadamlarının aldığı fikri önlemler o coşkuyu kalıcı halde söndürmüş ve bu bir domino etkisi bırakmış. Yani 300 sene sonra, 600 sene sonra bilim dünyasındaki şartlar farklı olmasına rağmen bilim bi daha belini doğrultamamış.

    Aslında artık doğrultabilir, çünkü Batının yüzyıllara varan tecrübesi bizim de gözümüzü açtı. Tek ve en büyük sorun bugün bilimin birilerinin tekelinde olması. Bundan bin sene önce bilime damgasını Müslümanlar vuruyordu fakat tekeli ellerinde tutmuyorlardı. Bugün bilim kimin etkisi altında belli değil. Bunlar dev ilaç ve teknoloji şirketleri mi yoksa birtakım karanlık odaklar mı bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz ki, bilgi öyle iddia edildiği gibi herkese açık değil.

    Çok basit bir örneği hepimizi ilgilendiren sağlık sektöründen verebiliriz. İlaç şirketleri binlerce ilaç üzerinde araştırma yapıyor, onbinlerce maddeyi inceliyor, ama her ne hikmetse yüzyıllarca kullanılan ve işe yaradığı bilinen kantoron yağı, çörek otu yağı gibi maddelere baktığınızda sonuç hep şu şekilde: ‘Yeterli araştırma yapılmadığı için şifa olduğuna dair kesin bilgi yoktur.’

    Düşününüz: Damarlarınızın içinde bir alet kamerayla birlikte görüntü ala ala ilerleyebiliyor ama en basit hastalıklar karşısında dehşet bir acziyet var. Düşünün estetik ameliyatla bambaşka bir insana dönebiliyorsunuz ama bir dudak çatlağını giderecek adamakıllı ilaç yok.

    Bugün bilim aşkıyla yanıp tutuşan bir Müslüman ve Hıristiyan bilimadamı icabında bir karıncanın peşinde bir hayat geçirebilir, o kadar özgürdür, ama kıramadığı parametreler, geçemediği kulvarlar vardır, oyunun kuralları belirlenmiş, şu futbolu şöyle de oynayabiliriz diyemiyor kimse.

    Demem o ki: Bugün dinden daha çok istismar edilen bir şey varsa o da bilimdir. Bilimde söz sahibi olmadıkça, bilimin kılcal damarlarına girmedikçe, bilimi birilerinin tahakkümünden kurtarmadıkca bütün dünyaya rahat yok. Diyalogun en önemli ayaklarından biri de bu olmalı.

  3. Geçmişi Anlayıp Geleceği Kurmak

    İslam dünyasının büyük yıkımından kısa bir süre önce vefat eden, Cami’l-ulumun yazarı İmam Razi, İslami ilimlerle (tefsir, hadis, kelam, tasavvuf) birlikte aynı zamanda felsefeye ciddi vukufiyeti vardı. İbn Sina’nın İşarat’ına ve Hikmetü’l-meşrıkıyesine şerhler yazacak kadar vukufiyet. Eserleri ile kendisinden sonra gelen İci, Seyyid Şerif Cürcani ve Teftazani’lerin yolunu açmıştır. İbn Arabi’yi etkilemiştir.
    Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın ifadesidir: “İnsanlar gibi medeniyetler de yorulur…” Yeniden ayağa kalkmak gerekiyor fakat felsefe yararlı mıdır zararlı mıdır, İbn Sina’nın, İbn Arabi’nin kitaplarını okursak kafamız karışır mı; Kant’ın Leibniz’in kitaplarını aman okumayalım, neme lazım kafa konforumuzu koruyalım mülahazaları devam ettiği sürece Nobel ödülü alacak insan yetiştirmek olası değildir…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin