Mevcut Türk Avrasyacılığı nasıl bir şey? (2)

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Değerler evreninde bocalıyor Türkiye kurulduğundan beri. Cumhuriyetin kurucu kadrosu Osmanlı’yı ötekileştirirken saltanata, hilafete ve din devletine karşı çıktı. Bunları yaparken ki hareket noktası Osmanlı’nın çürümesi ve çöküşüydü. Güçlüyken güçsüz hale gelmesiydi asıl meseleleri. Yeniden güçlenebilmek için kendilerinden daha güçlü olanı kopyalamayı seçtiler. Öyle çok sofistike ve felsefi bir aydınlanma ve modernleşme okumaları falan yoktu. Gayet pragmatiktiler. Batıya öykünürken onun eşitliğe ve insan haklarına giden evrimini görmek yerine işlevsel bir bakışla onu güçlü kılan ve kendilerini yenen savaş makinesi ve onunla bağlantılı olan bilim ve tekniğini örnek aldılar. İttihatçılar gibi, cumhuriyetin kurucu kadrosu da Batılılaşmadan Batı’yı yenemeyeceklerini biliyordu. Batı’yı yenmek! Esas gaye buydu. İronikti evet, Batı’nın gücünü sınırlandırmak ve ona kendi gücünü dayatmak için onun gibi olmak lazımdı. Kemalistler Batı bilimi ile tekniğiyle Batı kültürü arasında bağ kurarak batılılaşma politikalarını İttihatçılara göre daha da ileri taşıdılar.

Kemalistler dışında tüm siyasi hareketler batılılaşmanın bazı boyutlarını eleştirdi. En başta da İslamcılar, en başından beri Türkiye’deki batılılaşmanın eleştirel dinamiği oldu. Ancak Kemalistler ile beraber İslamcılar da dâhil olmak üzere Türkiye’deki tüm ideolojik kümeler Batı’ya karşı içkin bir pozisyon aldı. Marksistler bunu anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir damar üzerinden yaptı. İslamcılar İslam ve Batı medeniyeti arasındaki mücadele tarihini ve dini motifleri kullandı. Nasyonalistler Türk tarihini, Türklerin Batı aleyhine genişlemesini ele aldı ve Batı ile mücadeleyi kısmen modern zamanlardaki Osmanlı’nın Batı karşısında toprak kaybetmesi ve sonunda imparatorluğun dağılması öyküsü üzerinden nasyonalist okumayla değerlendirdi. Tüm bu öykülerde Batı kötüydü, yozdu, acımasızdı ve ötekiydi.

Benzer bir bakış – bir tür kan uyuşmazlığı – Rusya için de söz konusuydu. Aynı Türkler gibi Ruslar da Batılı değildiler. Zaten Batılılarca da Batılı olarak kabul edilmiyorlardı. Ayrıca devletlerinin kurulu olduğu topraklar bakımından da salt Avrupalı değillerdi. Batı ile Rusya arasındaki ilişkiler de bir tür “öteki” ilişkisiydi. Rusya buna karşın kendi bölgesinde çok uluslu imparatorluk yapısını korumayı başardı. Bunu Çarlık Rusya’sından Sovyetler Birliği’ne geçiş esnasında diri tuttuğu gibi, hezimetle sonuçlanan Soğuk Savaş sonrasında da, birçok değerli bölgesini yitirmesine karşın, sonunda yakın komşuluk bölgelerini konsolide etmeyi başararak yeniden etkin dominant güç olarak Sovyet ardılı bir hegemonya kurdu. Bu imparatorluk Rusya’sı veya Büyük Rusya projesinin ötekisi, kültürel anlamda da, değerler evreni bakımından da, ekonomi-politik açıdan da, jeopolitik ve jeostratejik açılardan da daima Batı oldu. Ruslara göre bu Batı’nın ana dinamosu Atlantikçi deniz gücüydü. İkinci Dünya Savaşı’na dek bu gücün merkezi Büyük Britanya’ydı. 1945’e kalmadan ABD küresel güç oldu ve İngiltere’nin yerini aldı. Rusya bu Atlantik gücüne karşı – daha önce analiz ettiğim hamlelerle – kendi jeopolitik stratejisini oluşturdu. Rusya’yı parçalanmaya götüreceği kesin olan Batı değerlerini (liberal demokrasi, insan ve azınlık hakları) reddetti. Tıpkı Türkiye’deki yoldaşları gibi, Batı değerleri ademi merkeziyetçi yönetimi, birey için devlet ilkesini, serbest piyasayı ve hukuk devletini içeren Batılı değerler, mevcut nizamın altını oyacak bir süreci açabilirdi. Nitekim bunun emareleri Rusya’da Boris Yeltsin döneminde yaşandı. Dar gelirli, tankını satan subay imajı, Çeçenistan’da savaşı kaybeden ezik millet kompleksi gibi sorunlarla Rusya dağılmanın eşiğine geldi. Putin bu Rusya’yı toparladı. Ama bunu yaparken Ruslara güçlü Rusya güçlü devlet demek şiarını kabul ettirdi.

Türkiye’deki Avrasyacılar da Rus Avrasyacıları gibi Batılı değerlerin santrifüj etkisine neden olacağını görüyor, Kürtlerin uluslaşma sürecini hızlandıracağını ve asimilasyonlarını imkânsızlaştıracağını biliyordu. 28 Şubatçılar AB kriterlerine bu nedenle karşı çıkmaktaydı. Ulusalcılar için Kopenhag Ölçütleri’ne göre yapılan reformlar daima “verilen tavizler” olarak algılandı. Avrasyacılar Rusya yanlısı pozisyonlarını daha 1990’ların sonlarında belli ettiler. CHP’deki dönüşüm daha yavaş oldu çünkü NATO merkezli savunma politikaları ve bunlara inanan kadrolar partide güçlüydü. Bu durum 2000’lere gelirken değişti. Askerin siyasetteki etkisi giderek azalırken, TSK’da Batı yönelimi yanlısı, TSK’daki AB’li demokratik Türkiye’deki geleceğini kabul etmiş ve sivil idarenin komutası altına girmeyi hazmedebilecek nitelikte kurmay subayların oranı yükseldi. Onlardan çok daha az sayıda bazı subaylar ise bu durumu farklı nedenlerle eleştirdiler. Onlardan bazıları Türkiye’nin farklı koşullarını ön plana çıkartarak Avrupalılar gibi bir asker-sivil ilişkisinin ülke koşullarında gerçekçi olmadığını düşünüyorlardı. Diğerleriyse NATO’nun Türkiye’yi bölgesindeki yeni fırsatlardan alıkoyduğuna inanıyordu. Bu görüşleri savunan subaylar, Türkiye’nin geleneksel Batı yöneliminin dış ve güvenlik politikası ayağını sonlandırmak istemekteydiler. Batılılık onlar için seküler devlet ve milli kimliğin dini kimlikten daha belirleyici olmasıyla eşdeğerdi. Bu manada Batıcı subaylarla aynı ideolojiyi savunmaktaydılar. Tek farklılık dış politika ve güvenlik politikalarına ilişkindi. Avrasyacı diyebileceğimiz grubun bir diğer özelliği, vesayet rejiminin sonlanmasına karşı oluşlarıydı. Kendilerini rejimin sahibi olarak gören bu subaylara göre sivillerin dış politika ve güvenlik meselelerini kendilerine bırakması en doğrusuydu. AB yönelimi son bulmalı, NATO ile ilişkiler sınırlanmalı, NATO dışı işbirlikleri güvenlik alanında mümkün kılınmalıydı. Çin’den füze alabilmeliydik. Rusya ile stratejik işbirliği yapabilmeliydik.

Anadolu’yu yegane anayurdu olarak bir türlü kabullenemeyen İslamcı ve ülkücü kesimler bu marjinal Avrasyacı hiziplerin ana hedefiydi. Bu nedenle İslamcı retoriğin ve milliyetçi diskurun Batı düşmanlığı yapmasını memnuniyetle seyrettiler. Batı olmadan Türkiye’nin demokratikleşemeyeceğini düşünmekteydiler. Haklıydılar! Tüm Türk demokratikleşme tarihi, Batı kontekstinde, Batı teşviki (hatta zorlaması) ile gerçekleşmişti. Tanzimat’tan cumhuriyete, NATO üyeliğinden AB sürecine tüm demokratikleştirici reformlar, Batı ile kurulan ilişkiler bağlamında gerçekleşmişti. Asya bozkırlarına ve Ortadoğu çöllerine duyulan özlem, büyük devlet yarasını kaşıyordu. Sevr sendromu yaşayan bir İmparatorluk ardılı toplum, Batı karşısında büyük kompleks duyuyordu. Avrasyacılar Milliyetçiler ve İslamcılar üzerinden potansiyel bir ittifak bulmuşlardı. 1980’lerden itibaren Anadolu dışına taşan Türk milliyetçiliği ve onun Kürt karşıtı tepkisel duruşu, Batı nefretini kaşımak ve Rusya gibi alternatif güçlere yanaşmak için iyi Gerekçeler üretiyordu. İslam’daki dar-ül harp Batı’ydı. Kızıl elmayı Türklerin elinden alan da öyle! Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan Batılılardı. Bu ucuz ve tahrif edilmiş tarih özeti, İkinci Dünya Savaşı sonrası yüzyüze gelinen Rus işgali tehdidini de, Soğuk Savaş’ta NATO üzerinden sağlanan sınır güvenliğini de unutturdu. İslamcılar, Türkçüler, Ulusalcılar, solun ve sağın ana ideolojik beslenme kanallarını oluşturmaya başlamışlardı. Marksistler, feministler, şeriatçılar, ateist veya laikler, farklı frekanslardan Batı karşıtlığında buluştular. Batılıların emperyalist veya kafir olması fark etmiyordu. Her ideolojik arka plan Batı ve değerlerine karşı olmak için başka bir ideolojik gerekçe üretiyordu. Böylece toplum Avrasyacılılaştı.

Türkiye’nin NATO üyeliği ve Batı yönelimiyle, örneğin İrlanda’nın ki veya Portekiz’in ki aynı değil. Her şeyden önce Müslüman kimliği başat olan Türkiye toplumunda Batı aidiyeti “doğal kanallar üzerinden”, mesela Hristiyanlık veya Rönesans, aydınlanma ya da din savaşları gibi gerekçelerle kendiliğinden var olan bir kimlik değil. Batılı olmayan toplumların modernleşmesi, ister istemez geleneksel kimliklerle çatışıyor. Değerler evreninde ise mücadele çok daha çetin. Türkiye toplumu dünya görüşleri bakımından her ne kadar bin parçaya bölünmüş de olsa, hatta paralel toplumların varlığından söz etmeyi haklı çıkartan gerekçeler de mevcut bulunsa, yukarıda ele aldığım Avrasyacılık kimliği ve onun merkezindeki Batı karşıtlığı bakımından bir ortak tabana sahip. Bu nedenle rejimin Avrasyacı yönelimi birçok kesimi ortak bir platformda birleştiriyor. Batı düşmanlığı o denli güçlü ki, bu birbirinden oldukça farklı kesimler dış ve güvenlik politikalarında benzer algılar temelinde düşündüklerini fark bile etmiyorlar. Bu aslında insan haklarına duyarsızlaşan Türk toplumunu da açıklama bakımından verimli bir zemin oluşturuyor. Ötekileştirilen ve iç düşman ilan edilen hedef gruplar bile Batı maşası olarak suçlanıyor. TSK’da tasfiye edilen subayların NATO’cular olduğunu bizzat Avrasyacılar itiraf ediyor. İngilizce bilen subaylar casuslukla suçlanıyor. Türkiye bir tür distopya olarak günden güne Rusyalaşıyor. Rusya gittikçe artan ağırlıkta Türk güvenlik politikalarında baş aktör haline geliyor.

Rejimin kaderini biraz da bu mutant ideoloji ve onun jeostratejik tercihlerinin tutup tutmaması belirleyecek. İç dinamikler kadar dış dinamikler de sanırım bu gidişatta önemli rol oynayacaktır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin