Merkez-çevre gerilimi, tıkanan kanallar ve yıkılan setler…

Analiz | Bülent Keneş

Geçen yazımızda “Alçaklığın en büyüğü onarımcılara savaş açmak” demiştik. AKP Genel Başkanı Erdoğan ve aveneleri bunu yaptı. Türkiye’nin en az 70 yıllık birikimini hovardaca harcadı. Ülkenin üzerindeki sıyanet zırhını, koruma surunu, belaların önündeki setleri yerle bir etti.

Kendisi ise, şu an tanımlamakta ve tasvirde güçlük çektiğim, olsa olsa ‘son yıllarda devlet içerisinde kümelenmiş tüm şer odaklarından bir konsorsiyum’dur diyebileceğim bir dinamiğin elinde kirli bir maşaya, gün be gün daha da çekilmez hale gelen adi bir maskaraya dönüştü.

Kendisinin ve çevresindekilerinin başına gelenler ve gelecek olanlar zerre umurumda olmasa da ülkeye ve bu toprakların insanlarına vurduğu tarihin en büyük darbesinin canımızı acıtmaması imkansız. Geniş kitleler pek anlamasa da, ya da türlü bencilce hesaplarla anlamıyormuş gibi yapsalar da ülkeye en büyük ihaneti Erdoğan’ın yaptığını, en onulmaz zararları Erdoğan’ın verdiğini pek yakında hiç tatmadıkları acı tecrübeler yaşayıp anlayacaklar. Açıklayayım…

‘YANLIŞ CUMHURİYET’ HALA YANLIŞ

Sevan Nişanyan’ın farklı gerekçelerle de olsa “Yanlış Cumhuriyet” diye nitelediği Türkiye Cumhuriyeti merkezde kümelenmiş bir avuç ailenin tüm iktidar kanallarını ve ülkenin neredeyse tüm ekonomik imkanlarını kontrol ettiği bir devlet şeklinde kurgulanmıştı. Siyasi, hukuki, ekonomik, sosyal ve hatta kültürel iktidar jakoben bir elitin elinde tekelleşmişti. Devletle simbiyotik ilişki içerisinde bulunan ve ileride ‘Beyaz Türkler’ diye anılacak olan imtiyazlı bir seçkinler güruhu oluşmuştu.

Tüm iktidar kanallarını elinde tutan bu grubun geçirgen olmadığını iddia etmek ise, hem haksızlık hem de yanlış olur. Tam tersine kendisine dönüştürebildikleri herkesi, asıllarını inkâr etmeleri kaydıyla, içerisinde eritmeyi başarmış bir gruptan bahsediyorum. Bir nevi Osmanlı’nın devşirme sistemi ters yüz edilmiş ve Anadolu çocuklarından parlak beyinler devşirilerek bu grubun amaçlarına amade hale getirilmişlerdir.

Siyaset sosyologlarının kısaca merkez-çevre ilişkileri diye tanımladığı bu eşitsiz ve adaletsiz düzeneğin denklemini değiştirmeye yönelik her hamle, merkezin ana arterlerini tutan derin çekirdek tarafından püskürtülmüştür. Yanlış anlaşılmak istemem. Merkezi zorlayan çevre dinamikleri, sadece, sistemden dışlanmış muhafazakârlar ya da dindarlardan oluşmuyordu. Merkezin tekelci tahakkümünden illallah etmiş toplumsal kesimler farklı dönemlerde farklı ideolojik renklerle ve buldukları her kanaldan merkeze doğru akmaya çabalamışlardır.

MERKEZ, İKTİDAR TEKELCİLİĞİNE ORTAK İSTEMİYOR

1923-1945 arasında Türkiye’yi kasıp kavuran her alandaki ve her anlamdaki iktidar tekelciliğine karşı duyulan hoşnutsuzluk ve öfke kendisine dindarlık ve muhafazakarlık üzerinden bir kimlik/söylem oluşturmuştu. Kuşandığı bu kimlik ve söylemle merkezin iktidar surlarını zorlamıştı. Bu zorlamada koç başı olarak kullandığı Celal Bayar ve Adnan Menderes gibi isimlerin merkezin derin çekirdeğinden isimler olmasına bile aldırmamış ve iktidar tekelini rahatsız etmeyi başarmıştı.

Menderes ve çevresindekilerin özellikle 1957 seçimleri sonrası sırf siyasi hırsları ve ahmakça aşırılıkları yüzünden yaptıkları muazzam hatalar, uluslararası konjonktürün de elverişli hale getirdiği çevreden merkeze çileli akışı ve çevrenin merkezin iktidar alanlarına ortak olma çabasını heba ile sonuçlanmıştı. Daha somut konuşacak olursak, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi radikal bir hamleyle bu akışın önüne set çekmiş, çevrenin muhafazakarlık ve din üzerinden merkeze yöneliminin önünü geçici olarak ve büyük ölçüde tıkamıştır.

1950’li yıllar boyunca çevreden merkeze uzanan kanalların 1960’lı yıllarda merkez dinamikleri tarafından sert bir şekilde tıkanması, sistemin aşırı laikçi mekanizmalarla dışladığı merkezi zorlayan dindar kesimlerden bir kısmını radikalleştirerek İslamcılaştırırken, toplumun önemlice bir kesimini de özellikle sermaye-emek çelişkisi üzerinden kendisini sol hareketler üzerinden yeniden tanımlamaya yöneltmiştir. Önceki on yılın aksine 1960’larda çevrenin merkeze akma kanalları arasında sol ve işçi/köylü hareketleri önemli bir yer tutar hale gelmiştir.

ÇEVRENİN SOL ŞERİTTEN MERKEZE AKMA ÇABALARINA DA FREN

Sistemin devşirdiği “Çoban Sülü” olarak nam salan Demirel’in devşirmeci siyaseti, bu akışın önünde kontrollü bir yumuşatıcı ve ehlileştirici set olarak kurgulanmıştır. Özellikle güçlü ve protest bir sol söylem yakalayan Kürtler başta olmak üzere çevrenin sol şeritten merkeze akma çabaları bu sefer 12 Mart 1971 muhtırasının kalın duvarına toslamıştır. Merkezdeki elit çekirdek dindarlık üzerinden çevrenin merkeze akışına müsaade etmediği gibi sol ve emek hareketleri üzerinden de merkez akışına müsaade etmemiştir.

12 Mart’a rağmen çevrenin çeşitlenmiş kanallar üzerinden merkezi zorlaması 1970’ler boyunca sürmüş, merkeze erişim kanallarında tıkanıklık arttıkça radikalleşme tırmanarak zaman içerisinde şiddete dönüşmüştür. Merkez, baskılarıyla tetikleyerek çevredeki kitleler arasında ürettiği bu şiddetin sonuçlarını da manipüle etmeyi ve sonuçlarını amaçları doğrultusunda kullanmayı başarmıştır.

Pakistan’da askeri darbe, Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgali, İran’da devrim, Mısır’la İsrail arasında Camp David Antlaşması gibi 1-1,5 yıla sığan kritik tektonik gelişmelerin bölgesel dengeleri altüst ettiği bir hengamede Türkiye’nin eksenini sarsılmaz şekilde Batı’ya demirletmek için önce 24 Ocak 1980 ekonomik kararları alınmış, ardından da hem bu kararların kolayca uygulanmasını sağlayacak hem de uluslararası dengelerin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde 12 Eylül 1980 askeri darbesi gerçekleştirilmiştir. Böylesine fonksiyonel bir darbe için şartların olgunlaşması amacıyla, esasen merkezi zorlaması gereken, çevrenin farklı kanallarında 5 binden fazla gencin hayatı göz göre göre yok edilmiştir.

27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül askeri darbe ve muhtıraları ile bu askeri müdahalelerin sosyo-politik ve ekonomik müttefiklerinin reflekslerine baktığımızda merkez için önemli olanın iktidar alanlarını korumak olduğunu, bu amaçla ihtiyacın gerektirdiği ölçüde kolayca şekilden şekle girebildiğini tespit edebiliriz. Mesela, 27 Mayıs kaba bir toplumsal mühendislikle kitleleri hafiften sola kaydırmaya yönelik bir ayar iken, 12 Mart sola daha fazla kaymaya engel olmaya matuf bir ince ayar niteliğindedir.

MERKEZİN AZICIK KONTROLÜNDEN ÇIKMIŞ ÖZAL’LI YILLAR

12 Eylül ise, özellikle Kürtler arasında yükselen solun önünün kesilmesini, sağın ise Türkiye’yi zorlayabilecek iki uç tehlikeye işaret eden Afganistan’ın komünist işgali altına girmesine ve İran’ın radikal İslamcı bir yöne savrulmasına panzehir olacak kıvamda kontrollü bir İslamizasyon sürecine tabi tutulmasını tercih etmiştir. Özal’lı yıllar ise, bu sürecin aşırı olmamak kaydıyla biraz kontrolden çıkmış haline tekabül etmektedir. Özal’ın toplumun tepesinde Demokles’in kılıcı gibi döndürülen TCK 141, 142 ve 163. maddeleri kaldırması dönemin şartlarında devrim niteliğinde bir adımdır.

Turgut Özal, sistemin cendereye aldığı, kendi kimliğini ve kültürünü inkâr etmediği müddetçe merkezden dışladığı Kürtlerin (ki 12 Eylül’ün sıkışmışlığı içerisinde radikalleşen Kürt siyasal hareketi bu süreçte PKK ile iyice görünür hale gelmiştir) ve muhafazakarların merkeze akışının önündeki engelleri daha fazla demokratikleşme yoluyla kaldırmanın mücadelesini vermiştir. Özal, bu çabalarında bürokrasi, ordu ve medyadan kısıtlı bir destek de bulabilmiştir.

Ancak, Özal’ın bu temkinli girişiminin bedelini hem Eşref Bitlis ve Adnan Kahveci gibi destekçilerinden bazıları hem de büyük bir ihtimalle bizzat kendisi hayatlarıyla ödemişlerdir. Yıllar önce Kartal Demirağ’ın binlerce kişinin gözleri önünde gerçekleştirdiği Özal’a suikast girişiminin arkasındaki güçlerin araştırılamamış bile olması merkeze ne tür dinamiklerin hâkim olduğunu anlatmaya yeter.

MAFYANIN DEVLETLEŞTİĞİ DEVLETİN ÇETELEŞTİĞİ RUTİN DIŞI YILLAR

JİTEM ve Hizbullah gibi yan unsurların da katkısıyla, merkezin rutin dışı derin müdahaleleriyle çevrenin önü iyice tıkanırken ülke, 1993 örtülü darbe sürecinin içerisine savrulmuştur. Tıpkı bugünkü gibi köyler, kasabalar yakılmıştır. Mafyalar devletleşirken devlet çeteleşmiştir. Ülke Beyaz Torosların cirit attığı, 17 binden fazla insanın faili meçhullere kurban verildiği bir karabasan dönemi yaşamıştır. Yerleşik merkezi gücün sol renkli çevreye alabildiğine abandığı bu aşırı doz, çevreyi bu sefer siyasal İslamcı bir kanal üzerinden merkeze akmaya zorlamış, ancak, bu girişim de 1997 yılında başlayan 28 Şubat süreci ile güçlü bir darbe yemiştir.

Sürekli analiz eden ve öğrenen bir mekanizma olan merkez, iktidar iplerini elinden kaçırmamak adına şekilden şekle girmiş, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 1993 ve 28 Şubat örneklerinde olduğu gibi her seferinde farklı bir yöntem denemiştir. Son ve belki de en vurucu hamlesini ise çok daha çetrefil, çok daha sofistike bir yöntemle devreye sokmuştur.

Eski yöntemlerin kesin sonuç üretecek şekilde tam olarak işe yaramadığını anlayan merkez, Abdurrahim Karslı, Abdurrahman Dilipak ve Ali Bulaç’ın şahit olduğu, ileriki yıllarda ortadan kaldırılacak olan Muhsin Yazıcıoğlu’nun bizzat tecrübe ettiği şekilde, çevreyi çevreden görünen biri üzerinden uçuruma sürüklemeye, bir nevi intihara sevk etmeye yönelmiştir. Çevrenin kendisi kalarak merkezde sahih bir şekilde yer almaya yönelik onlarca yıllık çileli çabalarını köklü bir şekilde imhanın yolu da böylece bulunmuştur.

Çevreden görünüp çevrenin merkezdeki tüm varlığını ve merkezin iktidar alanlarına nüfuz etmek suretiyle çevrenin hak ettiği payı alma çabasını bir daha belini doğrultamayacak şekilde sonlandırmayı amaçlayan sürecin maşası olarak Erdoğan ve kullanışlı yoz avanelerinin önü alabildiğine açılmıştır. Olmazlar oldurulmuştur. Erdoğan, sürekli bıçak sırtı yürüyormuş izlenimi verdiği siyaset sahnesinde, tüm meydan okumaları tek tek ve “kahramanca” bertaraf etmiştir. Böylece, çevre unsurlarının gönlünde taht kurması sağlanan Erdoğan, zamanla çevrenin merkezdeki bütün kazanımlarının kökünün sinsice kazınmasının kullanışlı bir maşası haline getirilmiştir.

ÇEVREDEN MERKEZE KANAL OLAN HİZMET’İ ERDOĞAN’SIZ BİTİREMEZLERDİ   

Derin merkez, çevrenin en akılcı yöntemlerle merkeze akmasına meşru ve geniş bir kanal olan Hizmet Hareketi’ni yok etmeyi bu şekilde planlamıştır. Doğruya doğru, Erdoğan’ı bulunduğu yere ve konuma getirmemiş olsalardı böyle bir şeyi başarma ihtimalleri de asla olamazdı. Zaten muvazaalı hamlelerle Erdoğan karşıtı gibi görüntü verilen her defasında Erdoğan’ı daha da güçlendiren yöntemlerin sürekli tekrarlanmasının tüm bunların bir plan dahilinde olması dışında bir açıklaması olamaz herhalde. En fazla Müslüman, en fazla İslam, en fazla Ümmet, en fazla millet demeye yatkın bir siyasi enstrüman olarak Erdoğan’ın devri iktidarında tüm bu unsurların tarihinin en büyük çöküşünü yaşıyor olması da sanırım tesadüfle açıklanamaz.

Belki taa baştan, hani o şiiri okuduğu andan veya çok daha öncesinden itibaren merkezin mega planları, uzun dönemli hedefleri doğrultusunda kurgulanan bir figür olan Erdoğan sayesinde 28 Şubat’ın başlangıçta çatışmacı yöntemlerle bin yılda gerçekleştirmeyi öngördüğü hedeflere, içerden ele geçirmeci, çökertmeci bu eksantrik/asimetrik yöntemle çok daha hızlı ulaşabildiğini tespit ve takdir etmeliyiz. Erdoğan’ın büründürüldüğü konum dışında, toplumun yüzakı, milletin gözbebeği Hizmet Hareketi’ni bu ölçüde şeytanlaştırmaya, on binlerce masum insanı hapsetmeye, binlerce güzide kuruma çökülerek yok etmeye herhalde kimsenin gücü yetmezdi. Türkiye’de bunu yapmaya muktedir dinamikler her zaman bulunsa bile normal şartlarda halk böyle bir şey yapmalarına asla müsaade etmezdi.

MERKEZİN KİRLİ MAŞASI ERDOĞAN’IN VAZİFESİ HENÜZ BİTMEDİ

Hizmet Hareketi’ne karşı adi ve pis bir maşa olarak kullanılan Erdoğan’ın kirli vazifesi henüz sona ermiş değil. Tıpkı bir zamanlar Hizmet Hareketi’nin sözcülüğüne kendisini yakıştıran Hüseyin Gülerce ve benzeri karakter artıkları üzerinden Hizmet’e yapılmaya çalışılanlar gibi, Erdoğan’ın müraice dillendirdiği söylemler üzerinden temsil ettiği izlenimini yarattığı ne kadar değer varsa kendisine tahrip ettirilmeden vazifesi sona da ermiş olmayacak. Hizmet Hareketi’ne yönelik soykırım ölçeğine varan kıyımlara maşalığı Erdoğan’dan başkası yapamayacağı gibi diğer muhafazakâr kitleler ve Kürtler gibi diğer çevre dinamiklerini de konvansiyonel merkezin ta baştan kurguladığı geleneksel konumlarına itmeyi ya da kökten yok etmeye maşalığı da Erdoğan’dan başkası hakkıyla yapamaz.

Sanılmasın ki, alçakça zulümlere ortaklıklarıyla her biri diğerinden daha kokuşmuş ve yozlaşmış olan AKP cenahından, hele hele yönetim konumundakilerinden, herhangi birinin başına bir şey gelmesine üzüleceğim. Elbette ki öyle değil ama, şöyle ya da böyle bir zamanlar çevrenin merkeze akışının önemli figürleri olan, son dönemde ise Erdoğan’ın derin merkeze maşalığına maşalık eden bazı yoz siyasetçilerin, karakter yoksunu belediye başkanlarının ve omurgasız bürokratların Erdoğan üzerinden tasfiyesini bu genel fotoğraf üzerinden okumanın yine de isabetli olacağı kanaatindeyim.

ERDOĞAN’LA İŞLERİ BİTTİĞİNDE ERDOĞAN’IN DA İŞİNİ BİTİRECEKLER

Başörtüsü, imam hatipler, camiler, İslamcı söylemlerle İslam’ın en büyük savunucusu gibi müraice rol kesen Erdoğan’a, tüm bunlar adına ne varsa tek tek yok ettirildiğini de göreceğiz maalesef. Şundan eminim ki, Erdoğan’la işleri bittiğinde Erdoğan’ın işini de bitirecekler. Erdoğan’dan geriye ise Milli Şef dönemini bile aratacak bir enkaz kalacak. Dindarların tüm nefes borularının kesildiği, imam hatiplere, Kur’an kurslarına, belki camilere bile kilit vurulduğu, ezanın bile yasaklandığı, başörtüsünün değil askeri okullarda göstermelik serbestliği sokakta bile yasaklandığı baskıcı bir rejimin yeniden ihya edildiğini göreceğiz çok büyük bir ihtimalle.

Kabul edelim ki, böyle bir rejimi inşa etmek, refleks olarak çevreyi dışlamaya yatkın merkezdeki şer konsorsiyumu için hiç de zor olmayacak. Merkez dinamiklerinin, bugün Erdoğan’ın Hizmet Hareketi’ne ve Kürtlere yaptığının birazcığını adeta Erdoğan’a tapınan geniş kitlelere yapmaları yeterli olacaktır. Sarı öküzü kurda kurban veren sürüler gibi, belaların, şerlerin ve şerirlerin önünde on yılların emeğiyle, büyük fedakarlıklar ve çilelerle inşa edilmiş setleri yıkanlar kaçınılmaz olarak yıkıntılar altında kaldıklarında o setleri çok arayacaklar. Ama nafile…Yani mevzu ne yoz ve yobaz Gökçek, ne yoz ve yobaz Topbaş, ne de diğerleri… Mevzu da ihanet de çok derin…

Bu yazıyı ister bir komplo teorisi olarak okuyun, ister bir kehanet, isterseniz bir analiz olarak. Sürecin sonunu ve bugün destek verenler üzerindeki yakıcı ve kaçınılmaz sonuçlarını görmeye başladığımızda belki hatırlarsınız…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Eline sağlık. Bu tesbitlere karılmamak mümkün degil. Analiziniz,tesbitleriniz ;mükemmel. Bu tesbitlerin fazlası olur elsiği olmaz. Kumdakdaki beneğe dahi yapılan zulümlere ses çıkarmayan hümanistlere ve sözde dindarlara bu olması ihtimal olacaklar az bile…Allahü alem Allah bu zülümlere sessiz kalan yoz ve yobazlara bir damla suya ve ağaç kabuklarına muhtaç bırakmadan canlarını alacağına inanmıyorum.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin