Makam-ı İbrahim [Harun Tokak-Hac Hatıraları-5]

Tatlı bir sonbahar akşamı…

Mina dönüşü Hasan Abdullah’la Kâbe’nin merdivenlerinde oturuyoruz. Kalabalığın arasında bir adam ilişiyor gözümüze. Yaralı bir kartal gibi tek ayağı ile sekerek Kâbe’yi tavaf ediyor. Ayaklarından birisi, balta yemiş bir dal gibi kopmuş. O hali rikkatime dokunuyor. Kim bilir Afrika’nın ta neresinden tek ayakla gelmiş buralara.

Tavafı tamamlayanlar, Makam-ı İbrahim’de veya yakınında tavaf namazı kılıyorlar. Peygamberimiz, Veda Haccı’nda, tavaf sonrası burada iki rekât namaz kılmış.

Üzerinde Hazreti İbrahim’in ayak izleri bulunan taş yarım küre şeklinde cam bir fanus içine alınmış. Fanusun dışı altından bir ferforje ile kaplı.

Hazreti İbrahim, Kâbe’nin yüksek bölümlerini bu taşı kendisine iskele haline getirerek inşa etmiş.

Ne kadar sarsıcı, titretici, ürpertici değil mi?

Büyük bir peygamberin ayak izleri, Allah’ın apaçık ayetlerinden biri.

“Orada apaçık ayetler var, İbrahim’in makamı var” (Âli İmran, 97) diyor İlahî beyan.

Kâbe’nin, biri ateşte yanmaktan, diğeri kurban olmaktan kurtulmuş iki “bina edici” sinin ayak izlerindeyiz.

MAKAM-I İBRAHİM’İN ANLATACAKLARI…

Makam-ı İbrahim’in anlatacaklarını büyük bir heyecan ve merakla bekliyorum.

“Nedir senin hikâyen, sırrın, ey yüce makam?” diye soruyorum.

Bir ömür boyu beklediği evladını boğazlamak gibi, tüm zamanların en büyük imtihanından birinden başarı ile çıkan Allah’ın sadık dostu İbrahim, Kâbe’yi inşa edeceği günü, ne büyük bir hasretle beklemiş olmalı.

“Evet” diyor. “Ama Kâbe’yi inşa edecek mananın içinde, küçücük yaşında büyük bir sadakat sınavı veren İsmail de vardı ve İsmail’in büyümesi için biraz daha zaman gerekiyordu.

Hz. İbrahim, bir müddet daha ailesinin yanında kaldıktan sonra Filistin topraklarına geri döndü.

Sabır, eşyanın bağrında saklı ritme ayak uydurmak değil miydi?

İsmail babasını, Hâcer hayat arkadaşını, Kâbe inşasını bekledi. Ben de ezelde benim için takdir edilmiş bu yüce anlamı kazanacağım günü…

Gözyaşı Vadisi iyiden iyiye şenlenmişti.

Çorak topraklar Zemzem’in şırıltısında yeşeriyordu.

İsmail bir yetişkindi artık. Annesi onu Cürhümlülerden bir kızla evlendirdi.

Oğlunun mürüvvetiyle mutlu olsa da hayat Hazreti Hacer’i yormuştu. Gözü ahiret yurdundaydı.

Oğlunu evlendirdikten sonra çok yaşamadı.

İsmail, annesinin cenazesini Zemzem Kuyusuna yakın bir yere defnetti.

Hacer adı kıyamete kadar Zemzem, Safa, Merve ve Sa’y ile birlikte anılacaktı artık.

Bir akşam vakti kül rengi tepelerin ardından Hazreti İbrahim çıkageldi.

Gün geceye dökülüyordu.

Oğlu ve gelini karşıladı onu.

Hazreti İbrahim’in yüzüne vuslatın mutluluğu vursa da Hazreti Hacer’i göremeyince işkillendi.

“Annen?” dedi, “annen nerde oğlum?”

İsmail’in bir anda göz pınarları doldu. Başını öne eğdi, yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı.

Hazreti İbrahim’in yüreğine bir kor düştü. Hacer’in yaşadıkları geldi gözlerinin önüne.

“Oğlum annenin yanına götür beni.” dedi.

Akşamın alacasında, Zemzemin gönüllere ferahlık veren serinliğine doğru baba oğul birlikte yürüdüler.

Hayatı çilelerle örülü o muhteşem kadın, küçük bir toprak yığınının altında yatıyordu.

Hazreti İbrahim, gözyaşlarını tutamadı.

O kadın, iman ve sadakatiyle ıssız çölleri şenlendirmiş, çölde bir kent kurmuştu. Kıyamete kadar gelecek bütün müminler tarafından, ‘yol budur’ diye adımları takip edilecekti.

Hacer’in başucunda durdu İbrahim. “Gerçek vuslat, ahiret vuslatıdır.” der gibiydi. Oğlu İsmail’e bir kez daha annesinin fedakârlıklarını anlattı.

Uzun uzun dualar ettikten sonra baba oğul, Hazreti Hacer’in yanından ayrıldılar.

Nuh tufanından sonra Hazreti Âdem’in inşa ettiği Kâbe’den hiçbir iz kalmamıştı. Yeri bile belli değildi.

“Oğlum,” dedi İbrahim. “Allah Kâbe’yi seninle birlikte yeniden inşa etmemizi emretti.

“Nereye?”

“Annenin başucuna”

Hz. İsmail, bu büyük misyon, bu ulvî vazifede çırak olmak için seçilmiş olmasına şükürler etti.

Sonraki gün, baba oğul kolları sıvadılar. Oğul taş taşıyor, yüz yaşını geçkin baba temel taşlarını örüyordu.  Baba oğulun dilleri sürekli dua ile kıpırdıyordu:

“Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul et! Kuşkusuz sen her şeyi işiten, her şeyi bilensin.” (Bakara, 127)

Hazreti İbrahim Kâbe’nin duvarlarını bir buçuk metre kadar yükselttikten sonra, tavafın başlangıç noktasını belirlemek amacıyla şu andaki Hacerü’l Esved’in olduğu yere bir taş koymak istedi.

Taş bulup getirmesi için Hazreti İsmail’i Ebu Kubeys Dağı’na gönderdiğinde, Cebrail aleyhisselam parlak yakuttan iki taşla geldi ve elindeki taşları bırakıp gitti.

Hazreti İsmail döndüğünde o parlak taşları gördü.

O iki taşın biri bendim, diğeri Hacerü’l Esved’di. Baba oğul, Hacerü’l Esved’i şimdiki yerine koydular.

Hazreti İbrahim beni iskele olarak kullanmaya başladı. Onu istediği her yüksekliğe ulaştırdım.  Üzerime bastıkça ayak izlerini içime çektim, cevherime nakşettim. O günden sonra bazen kürsü, bazen minber oldum. Şimdilerde gördüğünüz gibi iki kardeş, on metre kadar mesafeden, birbirimize bakarak, yeryüzündeki görevimizi tamamlayıp asıl vatanımız olan cennete döneceğimiz günü bekliyoruz.

EY İBRAHİM!

Allah’ın evinin inşası bittiğinde göklerden bir nida geldi:

“Ey İbrahim! İnsanları çağır. Benim evimi, etraftan gelerek tavaf edecek olanlar için temizle. Uzak ve yakın bütün insanlara seslen, inşa ettiğin Kâbe’ye gelsinler, hac etsinler.”

“Ya Rabbi! Sesimi duyarlar mı?” dedi İbrahim aleyhisselam.

“Sen davet et!” dedi Allah, “Duyurmak bana aittir.”

Hz. İbrahim, Ebu Kubeys dağının üzerine çıkarak dört bir yana seslendi.

Hazreti Hacer’in çöldeki sesini duyan bu yerlerin sahibi, Hazreti İbrahim’i davetini bütün zaman ve mekânlara duyurmuştu.

Sesin gücü, yüksekliğinde değil, yüceliğindeydi. Bazen fısıltı, haykırıştan daha inandırıcı olabilirdi.

Bugün dahi dünyanın dört bir yanından kalkıp buraya gelen sizler, Hz. İbrahim’in davetine icabet ederek geliyorsunuz. O davet, kıyamete kadar tüm müminlerin gönüllerine eriştirilecek.

O yıl insanlar dünyanın dört bir yanından kimi yayan, kimi develerle, kimi ise atlarla Kâbe’ye doğru aktılar.

Yer gök sesti. Kâbe’yi uzaklardan görenler. “Lebbeyk Allahümme lebbeyk!” (Buyur Allah’ım, buyur!) diye selamlıyordu.

Baba oğulun inşa ettikleri muhteşem mabet, müminlerin kalbinin müşterek attığı bir mihrap haline geldi.

Kâbe, kâinatın kalbiydi.

Kâbe iki şeyi temsil ediyordu: Tevhidi ve aşkı…

Kâbe İbrahim’di.

Kâbe Hacer’di.

Kâbe İsmail’di.

İsmail’in soyundan gelecek Muhammed’di. (sav)

Babil’den tek bir insan olarak yola çıkmıştı Hazreti İbrahim. Bugün milyonlar İbrahim olmuş Kâbe’nin etrafında dönüyordu.

Tavaf, aşkın hareket hali. Tavaf, varlığın ilahi korosuna insanın iştiraki. Döne döne yükseliş.

ZERREDEN KÜREYE HER ŞEY TAVAF HALİNDE

Ay dünyayı tavaf ediyor, dünya güneşi. Güneş, sistemiyle birlikte ait olduğu galaksinin merkezini tavaf ediyor. Samanyolu galaksisi bilinmeyen bir merkezi, kendi Kâbe’sini tavaf ediyor. Zerreden küreye her şey tavaf halinde. Evrensel tavaf bir an dursa, evren sanki kalbi duran bir beden gibi kendi üzerine kapanıp ölecek.

Kıyamet, kozmik tavafın durması değil mi?

Hazreti İbrahim, Kâbe’yi de inşa ettiği bu son gelişinde her zamankinden daha çok kaldı oğlunun yanında, hasret giderdi. Baba oğul hem Kâbe’yi inşa etmişler, hem de dünyanın dört bir yanından gelenlerle birlikte hac ibadetini ifa etmişlerdi.

İbrahim bir sabah erkenden yine Kenan diyarlarına dönmek için yollara düştü.

Bir sonraki yıl, insanlar yine dünyanın dört bir yanından kimi yayan, kimi develerle, kimi ise atlarla Kâbe’ye akmaya başladılar.

Kâbe’yi uzaklardan görenler, “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk!” diye selamlıyordu.

O yıl gelenlerin arasında Hazreti İbrahim ve eşi Sâre Annemiz de vardı. İkisi de çok yaşlıydı.

Hazreti İsmail Mekke’de yoktu. Peygamberlik vazifesi ile Yemen taraflarına gitmişti.

Sâre Annemiz, muhteşem manzarayı görünce gözlerine inanamadı.

Hicaz bütünüyle Hacer’di.

Hacer’in yakarışlarından fışkıran Zemzem çöle can olmuştu.

Safa ile Merve arasında her mümin Hacer gibi yürüyordu.

Bu ıssız çöllere annesinin kucağında gelen Hazreti İsmail’e Allah neler lütfetmişti.

Zemzem, kurban, Kâbe ve sonra peygamberlik…

Sâre Annemiz, İlahi rahmet ve kudreti hayranlıkla seyretti.

Hac mevsimi sona erince Hazreti İbrahim ve eşi bu topraklardan ayrıldılar.

Çok geçmeden vefat haberleri geldi.

Hazreti İsmail vefat ettiğinde onu da annesinin yanına defnettiler.

Adeta ana oğul Kâbe’nin harimine uzanıvermiş, nesillerinden gelecek Son Peygamber’i bekliyorlardı.

MERVE

Hasan Abdullah’la yine Merve tepesindeyiz. İkindi güneşi, Mekke’yi uzaktan bir billur kâse gibi aydınlatıyor.

Mekke Melike’si, Güllerin Efendisi ile evlendikten sonra taşındıkları ev şuralarda bir yerlerde olmalı. Zaman zaman geçirdiği bakım ve onarımlarla Osmanlının son dönemine kadar korunan bu kutlu ev ne yazık ki yok edilen kutsallar kervanına çoktan katılmış.

Bir zamanlar Kâbe’den sonra en kutsal mekân kabul edilen bu saadetli mekânın ışığının söndüğünü görünce, biz de yaşananların en yakın görgü tanığı olarak Merve ile konuşmaya karar veriyoruz.

Merve anlatıyor bu kutlu evin bilcümle hikâyesini:

“Yeni sahiplerine kavuştuğu günden beridir ki o kutlu evin her yanı gülüyor, her yanı konuşuyordu.

Güneş, gül misali yanıyor, bahçeyi ve evi dolduran tatlı esinti, içinde binlerce şarkıyı besteliyordu.

Mekke Melikesi, en taze baharlarda bağrını güneşe vermiş bir su perisi gibiydi. Saadetten uçuyordu.

O, ilklerin kadınıydı…

Her sabah bir “ilk”e açıyordu gözlerini.  İlk bahar, ilk çiçek, ilk yağmur, ilk tebessüm, ilk fark ediş…

Huzur kol geziyordu evinin odalarında.

Güllerin Efendisi ne zaman dışarda başı sıkışıp huzurunu kaçıran bir durumla karşılaşsa, cennet esintilerinin odaları dolaştığı bu eve gelir ve sevgili eşinin yanında sükûn ve huzura erişirdi.

Mekke Melikesi, tatlı cömert bir gülümseyiş ya da anlayış dolu sessiz bir bakışla her defasında Efendisinin gönlünü alırdı. Aralarında hayranlık uyandıran samimiyet ve şüphe duyulmayan bir emniyet vardı.

Yiğit amca Ebu Talib’in cariyesi Neba, bir gün Güllerin Efendisi ile birlikte buradaki eve geldi.

Mekke Melikesi Hazreti Hatice, onları kapıda karşıladı. Misafirine “Hoş geldin” dedi, Efendisinin elinden sevgiyle tuttu. Neba, Hatice’nin eşine iltifat ve hürmetine şahitlik etti. Sonra gördüklerini Ebu Talib’e bir bir anlattı. “Gördüklerim ve duyduklarım çok ilginçti!” dedi. “Ben onlar arasındaki sevgi ve saygıyı hiçbir karı kocada görmedim.”

Ebu Talib’in içindeki, yeğeninin yeni evinde nasıl karşılandığı ile ilgili endişelerinin yersiz olduğunu anladı.

Herkesin sevip hayranlık duyduğu bu güzel çift, küçük Kâsım’la yeni mutluluklara kanat açtılar.

Güllerin Efendisi artık “Ebu’l Kasım” (Kasım’ın Babası) diye anılmaya başladı.

Hazreti Âmine‘nin emaneti Ümmü Eymen ve Zeyd Bin Harise de bu kutlu evin sakinlerindendi.

Zeyd Bin Harise, sekiz yaşlarındayken Annesi Sûdâ ile birlikte ziyaretlerine gittikleri Beni Maanlerin yurdunda uğradıkları bir baskında esir edilmişti. Ukaz panayırında köle olarak satışa çıkarılmış, Hakim Bin Hizam tarafından halası Hazreti Hatice için satın alınmıştı.

Hazreti Hatice onu Güllerin Efendisine düğün hediyesi olarak sunmuştu. Yıllar sonra oğullarının Mekke’de olduğunu öğrenen anne baba, gelip onu Güllerin Efendisinden istediler.

“Bedelini öderiz, yeter ki evladımızı bize ver!” dediler.

Güllerin Efendisi, “O benim oğlum gibidir. Eğer sizinle gelmek isterse götürebilirsiniz, bedel gerekmez, kararında özgürdür.” dedi.

Anne baba bu duruma çok sevindilerse de Zeyd, Güllerin Efendisinden ayrılmak istemedi. İlerde, büyük ordulara komutanlık dâhil, İslam’a pek çok yararı dokunacak, Kur’an’da adı geçen tek sahabe olma şerefine de nail olacaktı.

O günlerde Ebu Tâlib’in hanımı Fatma Hatun bir rüya gördü.

“Evi nurla dolup taşmış… Etraftaki dağlar Kâbe’ye doğru secdede… Eline dört kılıç veriyorlar. Bunlardan biri gökyüzüne çıkıyor, biri suya, biri toprağa düşüyor, biri de aslan oluveriyor ve heybetinden bütün yaratıklar kaçıyor. Rüyada korkuyla ellerini uzatıyor, birdenbire karşısında Güllerin Efendisini buluyor ve ellerine yapışıyor.”

Rüyasını anlattığında, tatlı bir tebessümle, “hayırdır inşallah!” dedi Güllerin Efendisi.

Mekke’de yalımların ipil ipil oynaştığı bir gün baktım, Güllerin Efendisi, amcası Ebu Tâlib’in evine doğru koşarcasına gidiyordu. Takvimler 7. Yüzyılın ilk günlerini gösteriyordu.

SANA BENZESİN. İZİNDEN AYRILMASIN!

Aralanan kapıdan, yeni doğmuş bir bebek sesi yayıldı sokağa. Asırların yüreğinde yankılanacak ve kıyamete kadar hiç susmayacak yiğit bir ses…

Güllerin Efendisi, yeni doğan bebeği kucağına aldı ve adını sordu:

“Ali” dediler.

Yine en tatlı tebessümü ile “Haydar (Aslan) olsun!” dedi.

Güllerin Efendisi, Ali’nin doğumuna kendi çocuğu olmuş kadar sevindi.

“Ali senin terbiyende büyüsün.” dedi yengesi. “Sana benzesin. İzinden ayrılmasın!”

O günlerde bu kutlu evde derin bir hüzün yaşandı. İki yaşını daha yeni doldurmuş olan Kasım vefat etti. Hazreti Hatice’nin kucağı boş kaldı. Çok geçmeden Zeynep hüzne doğan bir çiçek gibi evin sevinci oldu.

Zeynep’ten sonra Rukiye ve Ümmü Gülsüm’le sevindirdi Allah onları. …

O günlerde Ebu Talip ailesini geçindirmekte hayli zorlanıyordu. Babası Abdulmuttalib’den devraldığı yoksul hacıların bakımı, görümü, su, erzak dağıtımı gibi işler, elde avuçta ne var ne yoksa alıp götürmüştü.

Durumu daha iyi olan Abbas,  hacılara yemek yedirilmesi ve su dağıtımı gibi görevleri ağabeyi Ebu Talib’den devraldı.

Bu vesile ile Ebu Talib’in küçük oğullarından Ali’yi Efendimiz, Cafer’i amcası Abbas yanına alıp bakım ve görümlerini üstlendiler.

Fatıma binti Esed’in arzusu yerine gelmişti. Ali, artık Efendimizin iklimindeydi.

Takvimler 605 yılını gösterirken Fatımatüzzehra doğdu.

Güllerin Efendisi, “Kızım, benim koklayacağım bir çiçektir. Ben kızlar babasıyım.” dedi.

Efendimizin ciğerparesi Fatıma, ebede kadar açık kalacak olan bir kapıydı. Bir Kevser’di, bir ırmaktı, bolluktu, bereketti.

Efendimizin kızlarına düşkünlüğü adeta çöldeki çığlıklara, vahşete bir isyandı.

Çünkü o yıllarda bir kız çocuğu haberi alan babaların suratları düşüyor, gölgeleniyor ve kapkara kesiliyordu.

Baba, utancından günlerce evinden dışarı çıkamıyordu.

Kız çocukları kendi katilleri ile yıllarca aynı çatı altında yaşıyor, sonra bir gün “babaları” onları ellerinden tutup “Haydi seni dayına götüreceğim.” diyordu. Çocuklar, attıkları adımların son adımları, aldıkları nefeslerin son nefesleri olduğunu bilmeden babalarının önünde seke zıplaya uzaklaşıyorlardı evlerinden. Anneleri yaşlı gözlerle bakıp kalıyordu arkalarından. Kız çocuğunu çöldeki binlerce kör kuyudan birinin dibine fırlatan baba eve yalnız dönüyordu.

Geceleri, kız çocuklarının feryatları yankılanıyordu kızgın çöllerde.

Güllerin Efendisi Medine’ye hicretine kadar aynı evde oturdu. Bütün aile fertleri için bu mekân, cennet köşelerinden bir köşe ve başka bir yerde olmayı asla tercih etmeyecekleri bir “ışık ev”di…

Yarın: 6. Bölüm: KÂİNATIN KUTLU TAŞI

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Efendimizi ve Kabe’nin yüce hakikatini Hz Hacer, Hz İsmail ve Hz İbrahim üçlüsüne indirgeyerek ve binlerce peygamberi yok sayarak kaleme almış olduğunuz bu tüm insanlığı kucaklayan(!) muhteşem yazınız için teşekkür ediyorum abi. Gerçekten bize göremediklerimizi gösteren Kabe’nin hakikatine yaraşır, mana dolu, derin bir yazı olmuş(!) Hiç sizin ifade ettiğiniz gibi bakmamıştım Kabe’ye(!)
    Halbuki ben Hicaz denilince hep şunları tefekkür edip düşünürdüm:
    Yıllarca evlat aşkı ile yanıp, engin annelik ruhuna sahip olan Sare annemizin hiç bir kadının (Hz Fatıma dahil) altından kalkamayacağı tüyler ürperten fedakarlıklarını düşünürdüm. Kendi elleriyle, hasretini çektiği Ahmed’ini (sav) emanet edeceği kadını yetiştirip, onu kıvama getirip, yine kendi elleriyle süsleyip İbrahim’ine hediye ederek O mübarek Nebi’nin zuhura gelmesine vesile olan yüce kadının kadınlığını düşünürdüm. Hz İsmail’in sağ salim dünyaya gelebilmesi için gelecek nesiller tarafından kıskançlıkla suçlanma pahasına da olsa Hz Hacer’i analığa tekamül ettirebilmek için analık aşkıyla gönlüne dökülen ilhamlarını Hz Hacer’e akıtışını düşünürdüm.Gönlünü ortaya koyup yapmış olduğu onca fedakarlığa rağmen çocuk dünyaya getirdikten sonra kuması tarafından kendi yuvasında hor görülen, küçümsenen Sare validemizi düşünürdüm. Bir asrı aşkın ömründe kadınlık nefsinden tek kelam etmemiş, Hz Meryem validemiz gibi dünya lezzeti, cismani zevkler nedir tatmamış haya abidesi o mübarek annem, analık duygusundan gelen ilhamlarını dahi, yüzü kızarak ifade etmeye çalışıp, sevgili eşine bir iki kelam edivermişti belki… Dedi mi demedi mi bilmiyoruz… “Onları evin dışına çıkar” deyivermişti belki bilmiyoruz.. Belli ki haklı idi… Sukut ediyordu Hz İbrahim. Sözleri onaylanıyordu Allah tarafından. Evin (gönül evinin) dışına çıkarılması gerekiyordu Hacer ile İsmail’in. Allah razı değildi belliki… Belliki Hz Hacer analığa tekamül edemiyordu analığın sınavını vermeden. O güne kadar analık için çırpınan, aşk yolculuğunun cefasını çeken Hz Sare idi. Onun himmeti ile düşmüştü Hz İsmail ana rahmine… Gönül evi Allah’tan gayrısından temizlenecekti ki birliğe kavuşulsun. Gönül evi temiz olacaktı ki Sare’ler küçümsenip hor görülmesin, Hacer’ler kıskanılmasın, müminler birlik olsun! Kendi vermişti Sare, Ahmed’ini ve İbrahim’ini Hacer’e. Hz Sare’nin payına gönül sırrı düşmüştü. Sımsıkı tutundu Veysel Karani gibi gönül sırrına. Analığı da, kadınlığı da gönül sırrı ile yaşamıştı. İbrahim’in sır taşı olmuştu Sare…
    Ve hicret… Hacer gidiyordu, analığını kucaklayıp… Allah tarafından da onaylanan sürgünlük…Cebri her hicret bir sürgün… Her sürgün yeni bir fırsat… Hayatının en büyük fırsatını adımlıyordu Hacer hicret yollarında. Sare uzun uzun baktı arkalarından…Onları bu ayrılığa sürüklemeyi istememişti hiç. Hacer kendini hor görmesin, nefisler susturulsun, müminler birbirine düşmesin istemişti. Gönül birliği istemişti sadece. Sare kendisini İbrahim’in den ve Ahmed’inden ayıran kadın olarak görmemişti Haceri hiç bir zaman. Fakat emir Allah’tan idi. Hacer’in de Sare gibi ayrılığın cefasını çekmesi gerekiyordu belliki. Analık için çok şeylere katlanmışlardı iki kadın. Sare nefsini susturup Hacer’e katlanmıştı. Cariyesi Hacer’e manevi hizmetçi olmuştu. Ahmed’e ana olabilmek için. Hacer diz çöküp oturmuştu. Analık aşkı ile gönlüne ilhamlar dökülen Sare’nin dizilerinin dibine. Boyun eğmişti Sare’ye, ana olabilmek için. Şimdi hepsi için ayrılık vakti idi. Sare içini çekerek tekrar baktı arkalarından. Hacer’in başaracağına inanıyordu. Mekke’nin anahtarlarını Hacer’in eline vermişti. Hacer nefsiyle yüzleşecek, yıktığı gönlü yeniden yapacak, Sare’nin himmetine tutunacak, Ahmed dünyaya gelecek…Gönüller birleşecek…
    Ve hüzünlü veda…
    Bunu sana Allah mı emretti ey İbrahim diyen Hacer’in sesi yankılandı Mekke’de.
    Evet ,Allah emretmişti…
    Hacer kopkoyu bir yalnızlığın içine düşmüştü. İki tepe arasındaki çorak arazide…
    Sare’yi düşündü Hacer…
    Allah İbrahim’e Sare’yi bırakmasını da böyle emretmişti. İbrahim Hacer’i, Sare’den daha çok sevdiği için anne olmamıştı Hacer. Analığın sırrına tutunsun diye terkedilmişti Sare. Tıpkı analığa tekamül etsin diye terkedilen Hacer gibi… Nefsiyle yüzleşti Hacer, inkar etmedi,itiraf etti hal diliyle. Say etti o tepeden öbür tepeye. Yedi defa koştu nefsinin yedi mertebesine işareten. Tevbe etti, himmet istedi yıktığı gönüllerden. Karşılık buldu Hacer’in çağrısı. Yetişti Sare’nin yıllarca akıttığı gözyaşları, rahmet oldu, zemzem oldu İsmail’in imdadına. Analık sırrı ile Ahmed’in ruhuna yetişti Sare. Beden arza ruh semaya bakardı. Bu yüzdendir zemzeme semasuyu demeleri. Semada İshak hayat buldu o suyla yerde İsmail.
    Ve Allah’a yakınlığın sembolü kurban…
    “Emrolunduğun şeyi yap babacığım” diyen İsmail’in teslimiyeti, bütün hayatını emrolunduğun şeyi yaptın babacağım şuuru ve hali içinde yaşayan İshak’ı müjdeliyordu. Minada İsmail’in boynuna sürülen bıçaklar Göklerde İshak’ın ruhuna sürülüyordu. Ve büyük kurbanın meyvesi Hakk idi. Nefes kurban edilince Hakk zuhura gelirdi. İbrahim’in elinde bıçak, Mekke semaları İshak’ın gelişini müjdeliyordu. Hak ismini ihsan etmişti Kur’an da defalarca müjdelenen oğula Yaradan. O gelmeden Kabe inşa edilemezdi. Kabe yıllarca analık aşkıyla yanan Hz Sare’nin kalbiydi. Yeryüzü ana Kabe ana kalbi. Ne çok Kabe Hz Sare’nin şefkatli yüreğine… Hicaz, Kabe ve zemzem bana bunları fısıldıyor Hocam. Size fısıldadıkları da başımın üzerine… Saygıyla…

  2. Düzeltme: Nefs kurban edilince Hak zuhura gelirdi. İbrahim’in elinde bıçak, Mekke semaları İshak’ın gelişini müjdeliyordu. Hak ismini ihsan etmişti Yüce Yaradan Kuran’da defalarca müjdelenen oğula. O gelmeden Kabe inşa edilemezdi çünkü. O gelmeden İsmail’in canı bağışlanmazdı. Ahmed’in babası, göklerde soyun temsilcisi, Allah’ın zebhettiği Zebihullah, kurbanın hakikati, babasının aşkla isteyip kavuştuğu, Hak yolunun sırlı yolcusu İshak as.. O gelmeden inşa edilemezdi Kabe’nin manası…
    Kabe yıllarca analık aşkı ile yanan Sare’nin kalbiydi. Yeryüzü bir ana, Kabe ananın kalbi. Ne çok benziyordu Kabe Hz Sare’nin şefkatli yüreğine… Kendisi gelememişti evladı için, lakin yüreğini bırakmıştı Mekke’nin bağrına. Hacer ile İsmail’i şefkatle kucaklamıştı Sare’nin tertemiz kalbi.
    Say ettim Hacer gibi Sefa ile Merve arasında…
    Bedenim Hacer gibi koşuyor, ruhum Sare gibi koşuyordu. Hacer misali adımlarıma Sare’nin solukları karışmıştı…
    Zemzemi yudumladım Hacer gibi…
    Sonra yüzümü kaldırdım semaya…
    Beyti Mamurun önünde Nur Denizine kavuşan Sare’yi gördüm. Sanki yer Hacer’in gökler Sare’nin olmuştu. Nurdan sofralar kuruyordu meleklere Beyti Mamurun önünde mübarek validem. Hicaz, Kabe ve Zemzem bana bunları fısıldıyor Değerli Hocam. Size fısıldadıkları da başımın üzerine…
    Saygıyla…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin