Kurumsal din kavramı üzerine değerlendirmeler

YORUM | AHMET KURUCAN

(Gelecek Projeksiyonu Yazıları 29)

Kurumsal din kavramı üzerine yazdığım son yazı olacak. Evet, biliyorum ve farkındayım, biraz uzattım bu kavramsal izahı ama mecburdum. Neden? Çünkü kavramlar üzerinde anlaşma olmayınca bırakın kitleleri iki kişinin bile anlaşması ve bir sonuca varması mümkün değildir. Her zaman verdiğim misal içinde Amerikalı bir arkadaşınızla iki futbol takımı arasında yapılan bir maçı konuşurken siz “futbol” dersiniz o Amerikan futbolunu anlar. Çünkü Amerikan İngilizcesinde bizim “futbol” dediğimiz oyuna “soccer” deniliyor. Dolayısıyla o konuşmada ya siz “soccer” demelisiniz ya da o sizin her “futbol” dediğinizde “soccer” anlamalı.

Kurumsal din kavramı üzerinde anlaşmanın ikinci ve daha önemli boyutu ise, sözünü ettiğimiz hususun ister benim ilk yazımda anlattığım sosyal hayatı düzenleyen dini emir, yasak, değer ve tavsiyeler isterse son yazımda dile getirdiğim kurumsal dini yapılar anlaşılsın son tahlilde insanlarımızın ve özellikle gençlerimizin dine mesafe koymasının ana nedenini oluşturmasıdır. Bunu 19. yy’daki pozitivizm akımına benzetiyorum ben. Nasıl o dönemlerde deney ve tecrübe sonucu elde edilen empirik bilgiler nihai ve mutlak bilgi kabul ediliyor ve ona muhalif olan ister akli çıkarımla elde edilen isterse dinlerin ve inançların sunmuş olduğu bilgiler red ve inkar ediliyordu, aynen öyle de günümüzde o dönemlerde bu deneycilik akımının dini inanış karşısında almış olduğu tutumu ve üstlenmiş olduğu rolü şu an işte kurumsal din kavramı almış durumda. “Dine inanıyorum ama…”, “Allah’ı kabulleniyorum fakat…”, “Peygamber bir mitoloji kahramanı değil, gerçekten yaşamış bir figür, velakin…” diye başlayan ama, fakat ve velakinden sonra gelen cümlelere dikkat edin, bütün yolların buraya çıktığınız göreceksiniz. Tanrı tanımaz, tanrıların varlığına ait inancı kabullenmeyen anlamında ateistler tabii ki bahsimizin dışındadır. İşte bu sebeple söz konusu kavramın üzerinde fazlaca durdum.

Devam edeyim; üstün ve yüce bir yaratıcıya/varlığa inanma insanın fıtratında var olan objektif bir olgudur. İlk insanlardan bu yana devam eden bu olgunun doğru bir şekilde kanalize edilebilmesi için Yüce Yaratıcı peygamberleri göndermiş ve doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, faydalıyı zararlıdan ayırt edebilmek için de insanoğluna aklı vermiştir. Peygamberlerin getirmiş olduğu vahiy ve hayatları müddetince söz ve fiilleriyle yapmış oldukları rehberlik sözünü ettiğimiz akıl ile birleşince insanlar dünyada huzur ve saadet içinde yaşamanın doğru yollarını bulmuş, bu ikisinin parçalanması ya da bu ikisinden uzaklaşılması ölçüsünde de dünyayı kendine zehir etmiştir.

Burada aklın fonksiyonu çok önemlidir. Akıl pasif değil aktif olmalıdır. Düşünen, sorgulayan ve üreten bir akıl. Onun içindir ki bazı İslam uleması akla insanoğluna gönderilen ikinci peygamber ünvanını takarlar ki doğrudur bu. “Akıl ile nakil çatışsa akıl evvel nakil müevveldir” kaidesi de zaten bunu anlatır. Yalnız burada Bediüzzaman’ın “Akıl akıl olsa gerektir” kaydını da düşmek gerekir. Yani hissin, hevesin, şehevânî istek ve arzuların yönlendirdiği, herhangi bir metodolojiye sahip olmayan, ürettiği beşeri düşüncelerde tutarlılığını bünyesinde barındırmayan akıldan söz etmiyoruz. Düşünce tutarlılığını sağlama adına bir metodolojiye sahip olan, insanî ve ahlakî evrensel ve tarih üstü normları normlar hiyerarşisinin en üstüne koyan fonksiyonel bir akıldan bahsediyoruz.

Kurumsal dini yapılar dedik bir önceki yazımızda. Bu perspektiften bakıldığında aslında tarih boyunca bütün dinler ve inançların getirmiş oldukları öğretiler zamanla kurumsallaşarak yollarına devam etmişlerdir. Ben bütünüyle katılmasam da bir ölçüde hak verdiğim “İslam Mekke’de din, Medine’de devlettir” argümanını işte bu çerçeve içinde bir yere oturtmak mümkündür. Mesela, adalet evrensel insani bir normdur ve bütün dinlerin de vurguladığı en önemli hususların başında gelir. Bu normun hayata intikali elbette bir takım formlara bürünerek olacaktır. Günümüz şartlarında kanunlar, hakimlerin içtihatları, mahkemeler, istihbarat ve güvenlik güçleri, bakanlıklar işte bu normu hayata taşıyacak olan formlardır. Buraya kadar gayet güzel. Kamu düzeninin sağlanması ve insanların huzur içinde birlikte hayat sürmesi için gerekli olan düzenlemeler bunlar. 

Ama kurumsallaşan yapılar insanlık tarihinin şehadetiyle de sabittir ki zamanla statükolaşır ve işin aslı, esası, özü unutulur. Bunu anlamak için tarihin sayfaları arasında dolaşmaya gerek yok. Günümüz Türkiye’sindeki güvenlik ve adalet mekanizmasına bakmanız kafi. Değil Türkiye dünya siyaset ve hukuk tarihine mal olacak şu söz bile bunu anlamak için tek başına yeterlidir: “Hukuk siyasetin köpeğidir.” Kaldı ki sadece güvenlik ve adalet mekanizması da değil günümüz Türkiye’sindeki tüm devlet erklerini aynı çerçeve içinde değerlendirmek mümkündür.

Din için de aynı şey geçerlidir. Dinler kurumsallaşınca statükonun oluşması ve yozlaşma kaçınılmazdır. Bir önceki yazımda ifade ettiğim Diyanet, cemaat ve tarikatları buna örnek olarak vermiştim hatırlarsanız. Nitekim onlar da bu kurumsallaşmış haliyle statükoya teslim olmuş, yozlaşmanın sembolü haline gelmiş ve o yapıların özünde var olan normlara rağmen hareket eden kurumlara dönüşmüşlerdir. İstisnalar tabii ki hariç. Bu kurumlarda İslam dininin kökenini teşkil eden adaleti, eşitliği, özgürlüğü, sevgiyi, saygıyı, merhameti, dürüstlüğü, doğruluğu araki bulasın!  Halbuki İslam dinin temel amacı bunları hayata taşımak değil miydi? Ama tam tersi olmuştur. Statükoya, o statükoyu temsil eden liderlere, şeyhülislamlara, şeyhlere, hocalara muhalif görüşte bulunanlar kafirlikle itham edilmiş, ölümle cezalandırılmış, hapishanelere kapatılmış, sürgünlere gönderilmişlerdir.

İşte tam da bu bağlamda gençlerimizin söz konusu ettiğimiz kurumsal yapıların farklı dini yorumlara muhalif olan söylem ve eylem sahiplerini dışlamaları onların dine mesafe koymasına sebebiyet verdiği gibi normatif alanda yenilenmeyen dine ait bilgilerin varlığı da dine mesafe koymalarının bir başka nedeni olmaktadır. Benim birebir görüştüğüm gençlerden hareketle edindiğim kanaat o ki bizim gençlerimiz her ikisini de “kurumsal din” kategorisi içinde değerlendirmektedir.

Şimdi ben her ikisini de masaya yatıracak ve kurumsal yapılar özelinde hakikat tekelciliği diğer alanda da dini düşüncede güncelleme başlığını verebileceğim örnekler ve izahlara geçeceğim.

Devam edecek.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Tam da emailinizi bulup size sormayı düşünüyordum, iyi denk geldi.
    Çağlayan dergisinin Ekim 2022 sayısında Kalbin Zümrüt Tepeleri bölümündeki “Tevazu-2” başlıklı yazıda şöyle bir ifade var:
    “Dine karşı tevâzu ve mahviyet içindedirler; onun ne menkûlüyle ne de ma’kûlüyle hiçbir çelişkileri yoktur…Bu itibarla, “akıl-nakil çatıştığında, aklı nakle tercih ederiz.” sözü tevâzudan nasipsiz, sözün gerçek mahmilini bilmeyen bencillerin lâkırdısı olduğu gibi, “re’y ve kıyas nassların önünde gelir” düşüncesi bir inhiraf ve sünnet yolunun dışındaki zevkler, keşifler, kerametler de birer istidracdır.”

    Yazinidaki “Akıl ile nakil çatışsa akıl evvel nakil müevveldir”i yukarıdaki ifade ile nasıl telif edersiniz. “Akıl ile nakil çatışsa akıl evvel nakil müevveldir” fıkıh ya da kelam usulünde bir kaide midir?

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin