Kötü kiracımı nasıl kovarım?

YORUM | SEYİD NURFETHİ ERKAL

Gündelik haberleri okur veya dinlerken, gayr-i ihtiyari şu kelimelerin dudaklarımızdan döküldüğü vakidir. “Hiç mi vicdanları yok? Bu zalimler tamam da, destek çıkan yığınlar da mı vicdandan nasipsiz?” Gayet sık sorulsa da cevabı yok farz edildiğinden bu soruları sukut murakabesinin takip ettiği görülür.

Hatırlanacağı üzere Bediüzzaman; Risale-i Nur’un vazifesinin bin senedir yaralanan kalb-i umumî ve efkâr-ı ammenin ve İslamiyeti de içine alan insanlık çapındaki vicdan-ı umuminin tedavisi olduğunu belirtir (Kastamonu Lahikası). Böyle bir hedefi olmakla beraber Eski Said döneminde kaleme aldığı Nokta Risalesinde dört külli burhandan bahseden Bediüzzaman, bir hikmete binaen bu külli delilleri Ondokuzuncu Söz Risalesinde üçe indirir. Kainat, Kur’an ve Resul-u Ekremi tekrar ederken, Yeni Said devrinde “fıtrat-ı zîşuur olan vicdan”ı delil olarak anmayıp, dışarda tutmuştur.

Yeni Said dönemindeki bu farklılığa dair akla ilk gelebilecek izah, vicdanın çağrışımları gereği sübjektif, dolayısıyla ispata açık olmayan mahiyetidir. (Vicdanın mahiyetine dair problemi bir sonraki yazımıza bırakalım.) Diğer bir sebep olarak da vicdan mekanizmasının tefessüh edip, fonksiyonunu yitirmesi zikredilebilir. Peki, “fıtrat-ı zîşuur olan vicdan” toplum çapında tefessüh edebilir mi? Ederse nasıl bir süreç izler, sebepleri nelerdir ve ne şekilde tespit edilebilir?

Hastalığın tedavisi adına toplumun vicdanın körelten bu illetin bir kalp marazı olduğunun teşhisi önem arz etmektedir. İslam düşüncesinde marifetin mahalli kalp olduğundan şüphesiz bu aynı zamanda bir bilme problemidir. “Kalb, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır” (İşaratu’l-İcaz). Bu iki kanatlı yapıda akıl, dış âlemden gelen verileri kalbe gönderirken, vicdan ise iç âlemden akan verileri kalbe yönlendirmektedir.

Kalbin dolayısıyla bilginin bir kanadını teşkil eden ve ehli olmayanlarca sübjektif olarak kabul edilen bu iç verilerin değerlendirildiği vicdan mekanizmasını, irade, zihin, his, lâtife-i Rabbâniye şeklinde dört unsuruyla birlikte ele alan Üstad Bediüzzaman; her birinin gâyesini sırasıyla ibadetulah, mârifetullah, muhabbetullah, müşehadetullah olarak işaretlemiştir. Bireyde yerleşik olduğunu kabul ettiğimiz bu sistemi zikredilen unsurlarıyla maşeri vicdana tatbik ettiğimizde, küresel hastalığımızın tedavisi adına ciddi ipuçları elde etmemiz mümkün olabilir.  

Malum olduğu üzere yığınlarda akıl misafirdir, ancak “akıl tatil-i eşgal etse nazarını ihmal etse de vicdan unutmaz” veya unutmaması gerekir. Unsurları itibariyle vicdan mekanizması galiben ihtiyarsız çalıştığından, “Fıtrat ile vicdan, ihtiyarî emirleri, ıztırarî emirlerden tefrik eden gizli bir şeyin vücuduna şehadet etmektedir.” Ancak gerek insan gerekse de toplum vicdani bilginin muktezasıyla amel etmek istemediğinde pekala gözünü ve kulağını kapatıp, sağırlaşıp, körleşmeyi tercih edebilmektedir.

Bu toplumsal körleşmede dört unsurdan iradenin felç, zihnin dumur, hissin duyusuz olmasından önce lâtife-i Rabbâniyenin körleşmesinden bahsedebiliriz. Metafizik kaygısını bir takım ritüellere terk edip duyusuzlaşan, bilgilenme arzusunu örgün eğitime bırakıp zihni dumura uğrayan, iktidar talebini devlete teslim edip iradesi felç olan bireylerden oluşan toplumun körleşmesi inkar ile Rabbani latifesinin sönmesiyle gerçekleşmektedir. Bu imani körleşme ayrı bir yazı konusu olduğundan konumuz olan vicdanın devlet otoritesine ödünç verilmesine avdet edebiliriz.

Otoriter vicdan otoriteyle olan ilişkisini içselleştirdiğinden, ondan ciddi bir farkı yoktur. En önemli benzerlik otoriter vicdanın kurallarının değer yargıları tarafından değil otorite tarafından konulmuş olmasıdır. Bu kurallar iyi ise insanı iyiye yönlendirecektir. Ancak bu kurallara iyi oldukları için değil otorite tarafından konulduğu için vicdanın normları halini almıştır. Kötü oldukları zaman da bu vicdanın parçasıdırlar. Sözgelimi Hitler’e inanmış biri, insanlığı tiksindirecek korkunç davranışlarda bulunduğunda dahi kendi vicdanın sesine kulak verdiğini sanmaktadır (Erdem ve Mutluluk, Erich Fromm).

Bu sanrı mitik bir din, usturevi bir tarih, megalomanik bir toplum ve devlet anlatısıyla birleştiğinde otoriter vicdanın bütün unsurları teşekkül etmiş demektir. Elias Canetti’nin Nazi dönemini psikolojisini betimlediği “Körleşme”si bu konuda söylenecek sözleri israf-ı kelam kıldığından şu tespiti yapmakla konumuza bir virgül koyalım.

Toplumlarda akıllar misafir olduğu gibi vicdanlar da kiralıktır. Ulus devlet ideolojileri ise kötü birer kiracı. Toplumlarda vicdana rücu, ancak kötü kiracının kovulmasıyla mümkündür. Peki ulus devlet tezgahından geçmiş fertler olarak vicdanımızdaki bu münhal yere kimi oturtalım? Evrensel insani değerleri mi? İsterseniz orada biraz duralım!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

6 YORUMLAR

  1. İyi bir kiracıya kimse hayır demez
    Kalb, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır” (İşaratu’l-İcaz). Bu iki kanatlı yapıda akıl, dış âlemden gelen verileri kalbe gönderirken, vicdan ise iç âlemden akan verileri kalbe yönlendirmektedir.

  2. Sanırım kötü kiracı imani bir vicdanla kovulur. Rabbim, kötü de olsa vicdanları olanların kalblerini, akıllarını, ruhlarını imanla doldursun ve vicdanlarını bu yönde kullanmalarını nasib etsin.

  3. Yazınızdan çok istifade ettik. Okudukça aklımıza otoriter ve kavmiyetçi devlet tezgahından geçmiş peygamberlerin kıssaları ve bunların günümüze yansımaları aklımıza geldi. Özellikle Kasas suresi 14-21. ayetler arasında dolaşıp durduk. İnşallah gelecek yazılarınızı bekliyoruz.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin