Kopuşun dış politikası

YORUM | MEHMET EFE ÇAMAN

Fiili rejimin hunharlıkları ve adaletsizlikleri, anayasanın rafa kaldırılması ve anayasal düzene aykırı fiillere dayanan yönetim, korkunç anayasa ve insan hakları ihlalleri, güçler ayrılığının son bulması, ayyuka çıkan yolsuzluklar ve onları kanıksayan toplumun düştüğü ahlaki erozyon sarmalı ve buna benzer daha bir sürü iç siyasete ilişkin konu, dış politikayı gündemden düşürüyor. Yine de okunmama riskini de göze alarak, yaşanılan sürece dış politika perspektifinden bakmaya çalışacağım bugün.

SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM

Dış politikayı analiz ederken odaklanabileceğimiz konulardan birisi de süreklilik ve değişim konusu. Yapısı gereği tüm devletlerin dış politika davranışında süreklilikler var. Bunlar belirli koşullarda değişime uğrayabilir. Sürekliliklerin jeopolitikle, ekonomik ve güvenlik beklentileriyle, tarihle ve kültürle, belirli devlet ve bölgelerle ilişkilerde varılan kurumsallaşma derecesiyle ve diğer faktörlerle bağı bulunuyor. Türk dış politikasında Batı yönelimi, sadece cumhuriyet döneminde değil, yakın dönem Osmanlı döneminde de belirgin bir şekilde ortada. Batı yönelimi de yakın dönem Osmanlı’dan yeni devlete miras kalan, cumhuriyetin kurucu kadroları tarafından toplumsal modernleşme ile birlikte değerlendirilen bir yaklaşım. Aynı zamanda ülkenin kendisini nasıl algıladığını, nasıl konumlandırdığını da belli eden bir gösterge.

Son iki yüz yıldır Türkiye toplumu vatan, ulus, özgürlük, mülkiyet, laiklik vb. birçok kavramı tartışmakta ve bu kavramları siyasi elitlerce yorumlandığı şekilde anayasa ve yasalarına, yani günlük hayatına yansıtmakta, adapte etmekte. Bu kavramları savunmak, bunlara karşı çıkmak veya bunları yeniden formüle etmek üzerinden devam eden çok ciddi bir siyasi ve kültürel birikim var Türkiye’de. Bunun yanında, yine Osmanlı döneminin başlangıcından bu yana Türk dış politikasında batı, doğuya göre çok daha önemli bir rol oynaya gelmekte. Oral Sander Hoca bunu doğudan batıya doğru alçalan bir yarımada üzerinden, yan, coğrafyayı öne çıkartarak açıklarken, Alman şarkiyatçı Udo Steinbach gibi hocalar Osmanlı İmparatorluğu’nda Üsküp, Selanik veya Bosna’nın Bağdat veya Kahire gibi doğudaki vilayetlere göre çok daha önemli olduğunu vurgular. Nedeni üzerinde tartışmalar olabilir, ama gerçek Osmanlı’dan günümüze Batı yöneliminin Türk dış politikasında yüzyıllardır önceliği olduğudur. Yıkılmak üzereyken bile Osmanlı Ortadoğu’nun ya da Asya’nın değil, Avrupa’nın “hasta adamı” olarak nitelenmişti, hatırlayalım. Cumhuriyetle birlikte hukuksal ve yönetimsel anlamda da bir Batılılaşma meydana geldi. Eğitim alanında zaten Osmanlı döneminde çok gerilere uzanan bir Batılılaşma görebiliriz. Türk modernleşmesi daima Batılılaşma olarak anlaşılmıştır. Muasır medeniyet, iki buçuk asırdan daha uzun süredir Batı ile bağlantılı olarak anlaşılmaktadır. Üstelik bu gerçek sadece bizde böyle değil. Rus tarihinde de bu böyledir. Coğrafi olarak iç içe geçmişlik bunun en belirgin sebebidir. Batı’dan etkilenmemek imkânsızdı, öyle de oldu. Dinsel farklılıklara rağmen bunun olması, etki alanının da gücünü gösterir. Bilimsel ve teknolojik olarak zayıfladıkça Batı etkisi artmıştır.

BATI YÖNELİMİ SONA ERDİ

Batı yönelimi gerçeği İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra belirginleşen Sovyet tehdidine karşı koymak için ABD ve Batı ittifakına yönelmekle daha da belirginleşmiştir. NATO üyeliği, Avrupa Konseyi üyeliği, o zamanki adı Ortak Pazar olan AB ile yapılan Ortaklık Antlaşması, Helsinki Nihai Senedi gibi birçok kurumsallaşma, Türkiye’nin Batı’nın ve Batı ittifakının bir parçası olmasına katkıda bulundu. AB ile gerçekleştirilen Gümrük Birliği ve tam üyelik müzakereleri öncesinde başlayan AB hukukunun parçası olma süreci, çok ivme kazandı. AB Türkiye’nin en ciddi ticari ortağı. Türkiye de AB’nin en önemli ortaklarından biri. Her türlü tökezlenmeye rağmen istikamet değişmedi yüzyıllardır. Daha doğrusu değişmemişti!

Bugün bu yönelim sona ermiş durumda. Güvenlikten AB hukukuna ilişkin mevzulara, mevcut rejimden insan hakları karnesine, basın özgürlüğünden Suriye politikasına kadar her alanda önemli bir kopuş var. Bu bir kırılma, ve çok ciddi sonuçları oldu, olmaya da devam edecek. En önemsenmesi gereken sonucu, Türkiye’nin Batı’daki algısına ilişkin. Biliyorsunuz, algıların oluşumu uzun solukludur. Bugün itibariyle Türkiye, Batı nezdinde, özelde de AB için küme düşmüş bir ülkedir. Buna geçen yıl Yarına Bakış’ta yazdığım bir yazıda değinmiş, hatta başlıkta “Küme Düşen Demokrasi” deyimini kullanmıştım. Bugün küme düşme tamamlanmış durumda artık.  Türkiye algısı çok değişti. Rusya, Iran ve Çin’le aynı kategoride değerlendirilen bir ülke var artık. Bu tür ülkelerle ilişki kurarken AB ve Batı artık demokrasi ve insan haklarını, kendilerinden olan bir devlete karşı savundukları gibi savunmazlar. Olağanlaşır onlar için standartların yerlerde sürünmesi. Bugün yaşanan budur. AB’nin ilişkileri tamamen sıfırlamamasının tek nedeni güvenlik kaygıları ve ekonomik zarara uğramamak istemesidir. Evet, Türkiye bugün mülteci tamponu ve pazara indirgenmiş bir üçüncü lig oyuncusudur. ABD için de durum benzer aslında. Güvenil(e)meyen bir bölge ülkesi olarak görülüyor Türkiye. Bu durumu göğüsleyemedikleri için kamuoyuna Batı düşmanlığını pompalıyorlar.

ROTAYI YALNIZCA SARAY BELİRLİYOR

Dahası Türkiye’deki rejim de bu kopuştan çok fazla endişelenmiyor. Rusya’dan silah sistemleri tedarik etmeye çalışan, Suriye’de cihatçı fanatiklere gizli-kapaklı destek verirken suçüstü yakalanan, uluslararası kara para aklama ve nükleer silah geliştirmek isteyen İran’a uygulanan ABD yaptırımlarını delme gibi işlere girmiş bir ülke var. İdam cezasını getirmeyi vaat eden, hapishanelerindeki gazeteci sayısı Çin, Rusya ve İran’ın içeri attığı gazetecilerin toplam sayısından fazla olan, her türlü demokrasi endeksinde serbest düşüşte bir ülke. Bulaşılan pisliklerle demokrasi ve hukuk devletinde çok ciddi bedeller ödemek durumunda olan bir yönetimin, başka seçeneği olmadığı için ülkenin dış politikasının asırlık yönünü değiştirdiğini, bunu yaparken ülke ve insanlarının çıkarlarını zerre kadar düşünmediklerini görüyorum. Rusya’ya yanaşan ve Türkiye’yi AB ve NATO’dan kopartan rejim, pervasızca dâhil olduğu yeni klasmanın gereğini yerine getiriyor, hukuku katlederek esasında. Artık AB gibi bir çapa yok. NATO gibi bir güvence de. Kâğıt üzerinde kalan ortaklıklar, faydasız. Saray’ın tercihi belli. Fakat ya ülkeninki?

Dış politika, gemi metaforuyla iyi izah edilir. Amacınız gemiyi daima sakin sularda ve düzgün bir rotayla ilerletmektir. Bugün Türkiye’yi orta ve uzun dönemde çok ciddi sıkıntılar bekliyor, dış politika alanında. Kürdistan referandumu, AB ile üyelik müzakerelerinin dondurulması, kredi derecelendirme kuruluşlarının notlarındaki düşüş, yatırımların yok seviyesine gerilemesi gibi erken sarsıntılar, bu sonbahardan itibaren hissedilmeye başlanacak. Rusya ile girilen ortaklığın içerdiği potansiyel tehlikeler orta vadede ülke için çok ciddi güvenli sorunlarına yol açacak. Tüm komşularınca tehdit olarak algılanan Türkiye’nin dış politika ve güvenlik zembereğinin boşalması, Balkan Savaşları’nda yaşanan yalnızlıktan bile kötü. Bugün her yerde sorulan “Türkiye nereye gidiyor?” sorusuna verilecek tek makul cevap var: Çok tehlikeli bir belirsizliğe!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin