Kanada’dan 51. Amerikan eyaleti olur mu?

ALİ DİNÇER | YORUM

Edebiyatçı Northrop Frye, Kanadalıları “devrimi reddeden Amerikalılar” olarak tanımlıyor. Devrimden kasıt, 1775’te patlak veren ve kolonilerin İngiliz yönetiminden bağımsızlığını kazanmasıyla neticelenen meşhur Amerikan bağımsızlık savaşı. Gerçekten de, Kuzey Amerika haritasına ve tarihine ilk bakışta akla gelecek sorulardan biridir, ABD’nin kuzeyinde kalan bu devasa ve tenha toprak yığınının nasıl farklı bir ülke olup çıkabildiği.

Amerikan devriminin nasıl dışında kaldı?

Tarih kaynakları, bugün Kanada olarak bilinen topraklardaki kolonyal halkların geneli itibariyle Amerikan devrimine mesafeli durduğunu yazıyor. Gerek kuzeydeki bu bölgelerde, gerek ABD’ye dönüşen güney eyaletlerinde devrime katılmayı reddedenler “loyalist” olarak tanımlanıyor, yani İngiliz monarşisine sadakat yanlıları.

Kuzeydeki İngiltere sadakatinin arka planı konusunda birçok sebep zikredilebilse de, en öne çıkanları mezhepsel ve siyasi mülâhazalar. O dönemde Avrupalı kolonizasyonu henüz kıtanın doğu yakasıyla sınırlı ve kuzeyde, yani bugün Kanada’nın Québec ve Ontario eyaletlerine dönüşmüş olan bölgelerde, Fransızca konuşan Katolikler çoğunluğu teşkil ediyor. İngiliz yönetimi altında dinî hürriyetleri ve siyasi özerklikleri hukuken garanti edilmiş olan bu etnik Fransızlar, bu kazanımları açısından ne getirip götüreceği belirsiz olan, Protestan kimlikli ve cumhuriyetçi bir devrime tabiatıyla fazla iltifat etmek istemiyor.

Nitekim, ABD’nin eyaletler arasındaki farklılıkları törpüleyen meşhur “erime potası”nda, Fransa’dan satın alınan güney eyaleti Louisiana’nın bugün tamamen asimile olmuş olmasını göz önüne alınca, Québec’lilerin tercihi çok da mantıksız görünmüyor.

Yine de, ABD kurucu liderliği savaş esnasında bu bölgeyi devrime ikna etmeyi denemiyor değil. “Medenilere galebe icbar ile değil ikna iledir” denmiş, ancak Kuzey Amerika geleneğinde iknanın yolu da her zaman icbardan, yani silahtan geçer. Ancak, Amerikan devrimcilerinin Québec’e yönelik işgal ve kuşatma harekâtları askerî felâketle sonuçlanınca, bu “ikna” işi de akim kalmış oluyor.

Savaş bittiğinde, ABD’ye dönüşen güney kolonilerindeki halklar arasında devrimi desteklemediği için hain olarak görülen binlerce kişinin de İngiltere hakimiyetinde kalan kuzey kolonilerine sürülmesiyle, Kanada demografisinin loyalist kimliği iyice tahkim edilmiş oluyor.

1812 Savaşı: İkinci ilhak girişimi

Amerikan devrimi sayfası 1783’te barış antlaşmasıyla kapandı, ancak hikâye orada bitmedi. Antlaşmanın üzerinden 30 yıl geçmeden, ABD ve İngiltere bir kez daha kozlarını paylaşmaya girişti.

1812 Savaşı olarak bilinen bu ihtilaf, görünüşte bazı deniz ticareti meseleleri etrafında patlak vermiş olsa da, tarih kaynakları Amerikan kongresindeki şahin kesimlerin Kanada’yı ilhak etme arzularını da derinde yatan önemli bir motivasyon unsuru olarak not ediyor.

Nitekim, savaşta ABD güçleri bir kez daha Ontario ve Québec eyaletlerini istilaya girişir ve bir kez daha buraları elinde tutmakta başarısız olur. Yerli kabilelerin askeri desteğini yanına alarak bölgeyi başarılı şekilde müdafaa eden İngiliz ordusu, üstüne bir de 1814 senesinde başkent Washington D.C.’ye baskın düzenleyerek aralarında Beyaz Saray’ın da olduğu bir dizi hükümet binasını ateşe verir.

Netice itibariyle, iki taraf için de kayda değer askerî kazanç getirmeyen çatışmalar, 1814 senesinde Gent Antlaşmasıyla sonlandırılır ve taraflar ihtilaf öncesi sınırlara döner. Amerikalıların kuzey kolonilerini ilhak etme gayesi güttüğü savaş, ironik şekilde, buralardaki halklarda o zamana kadar belki de hiç var olmamış bir millî bilincin ilk kez uyanmasını netice verir.

Beyaz Saray’ı alevler içinde resmeden meşhur bir tablonun, ABD Başkanı Donald Trump’ın Kanada’ya yönelik son dönemde sarf ettiği tehditkâr sözlere tepki olarak birçok Kanadalı tarafından sosyal medyada paylaşılması, bu bilincin toplumsal hafızada hâlâ iyi kötü bir yere sahip olduğunu gösterdi.

Yol ayrımının ideolojik kökenleri

Sonuç olarak diyebiliriz ki, başta zikredilen “devrimi reddeden Amerikalı” tanımlamasında haklılık payı var. Kanada’nın ABD’den ayrı bir ülke olarak zuhur etmesine giden sürecin ilk adımı kuzey kolonilerinin Amerikan devrimine katılmamasıydı. Ancak, iki halk arasındaki farkı sadece 1775’teki fikir ayrılığıyla sınırlı ikincil bir mesele olarak görmek hata olur. Kanada halkının alametifarikası yalnızca o devrimi değil, genel prensip olarak devrimci ve radikal dönüşüm fikrini reddetmesi. Bu da, 18. yüzyıl sonundaki siyasi yol ayrımından çok daha derine inen bir fay hattı.

Nitekim Kanadalılar da ilânihaye İngiltere yönetiminde kalmadı. Ancak bu kuzey kolonileri, bağımsızlığını müzâkereli anlaşma yoluyla elde etti ve İngiliz monarşisini sembolik devlet başkanı statüsünde başında tutmaya bugün hâlâ devam ediyor. Çünkü Kanadalılar, meselelerini müzâkereli, tedricî, bürokratik, sıkıcı ve çoğu zaman bu özellikleri nedeniyle bir yere varamayan süreçlerle çözmeye eğilimli bir toplum.

Amerikalıların dini hürriyet. Kanadalılarınki ise kanun ve nizam. ABD’de geleneksel olarak her şey hürriyet fikrine izâfe edilebildiği kadar meşruiyet kazanır. Kanadalılar içinse hürriyet, meşru çerçeveyi kırıp dökmediği ve istikrarı tehdit etmediği ölçüde kıymetli.

“Vahşi Batı”ya karşı evcilleşmiş kuzey

Kültürel olarak aynı kodlara sahip olan ve etnik kompozisyon açısından aşağı yukarı aynı kökenleri paylaşan iki toplum arasında bu ölçüde birbirine zıt siyasi felsefeler ortaya çıkmasını da “coğrafya kaderdir” klişesine dokunmadan izah etmek kolay değil.

Kanada topraklarının kahir ekseriyeti coğrafî engebeler ve çetin iklim şartları nedeniyle insan yerleşimine elverişsiz. En güneyinde yer alan önemli yerleşim yerlerinin bile çoğunda kışlar olağanüstü sertlikte. Ülkenin biraz da bu yüzden belirsizlik oluşturacak ihtilallere ve keskin siyasi virajlara tahammülü yok.

Güvenlik kurumlarına ve kolluk kuvvetlerine bakıştaki farklar bu bakımdan epey fikir veriyor. Örneğin, ABD’nin federal polis teşkilatı olan FBI, yaygın yozlaşmışlık algısıyla bilinen (bkz. Kennedy suikastı) ve bu nedenle Amerikan toplumunun önemli bir kısmında korku, şüphe ve hatta nefretle bakılan bir teşkilat. Sınırın kuzeyindeki muadili olan RCMP ise, geleneksel olarak halk arasında baş tacı edilen bir kurum ve kolluk görevlilerine verilen “Mountie” lakabı, Türkiye’deki “Mehmetçik” benzeri, sevgi ve saygı içeren çağrışımlara sahip.

Yazar Pierre Berton, iki ülke arasındaki kültürel farkları işlediği “Neden Kanadalılar Gibi Davranıyoruz” adlı kitabında, bu ülkenin çetin coğrafyasının insana acziyetini hissettirdiğini, bu yönüyle Kanadalıları Amerikalılara nispeten daha mütevazı ve vakur kıldığını ileri sürüyor. Kuzeydeki eyaletlerde ülkenin geri kalanıyla karayolu bağlantısı kurulamamış yerleşim yerleri olduğunu düşününce bu argümanın haklılık payı olabilir gibi görünüyor.

Zengin doğal kaynaklarına ve dünyanın geri kalanından tecrit edilmiş olmasından ileri gelen askeri-siyasi sükûnetine rağmen Kanada’nın hiçbir zaman kâmil manada bir serbest piyasa ekonomisi olamamış olması da biraz coğrafî şartlarla ilgili, çünkü ulaşım ve kritik altyapı inşası gibi konularda federal hükümet her zaman ekonomide merkezî bir rol oynamak durumunda kaldı.

Elbette ABD’nin de, bilhassa günümüzde yükselen oligark egemenliği düşünülünce, serbest piyasa fikrini ne ölçüde temsil ettiği tartışmaya açık bir konudur, ancak Kanada’daki durumla aynı sebeplerden dolayı değil.

Örneğin Kanada’da batı sahilini ülkenin geri kalanından ayıran Kayalık (Rockies) Dağlarını aşıp doğu-batı arasında demiryolu bağlantısı kurulması bile, özel sektörün ihalenin altından kalkamaması nedeniyle, devletin çok uzun yıllar süren yatırım ve sübvansiyonlarını gerektirdi.

Seçilmişlik mülâhazasına karşı özfarkındalık

İsimlerinin etimolojik kökenleri dahi bu iki ülke arasındaki felsefî farkları yansıtıyor. Kanada kelimesi yerli İrokua kabilesinin dilinde ‘köy’ ve ‘yerleşim yeri’ anlamlarına gelen “kanata”ya dayandırılıyor. Çünkü Kanada’nın coğrafî şartlarında hayattaki en büyük hedef yerleşmek, yani evini barkını yapıp içinde güvenle oturabilmek. ABD ise kendisinden çoğu zaman kısaca ‘Amerika’ diye bahsederek zımnen bütün kıtanın efendisi olduğunu ima eder.

Amerikalılardaki bu “seçilmiş kavim” kompleksinin çok daha görünür olduğu bir yer ise yerli kabilelerin topraklarına çökerek batı sahiline doğru genişlemeyi “Tanrının iradesi”yle açıklamaya çalışan ve aşağı yukarı “aşikâr kader” olarak tercüme edilebilecek olan Manifest Destiny inancı.

Elbette Kanadalıların da tarihinde batı sahiline giden yolda bir çok yerlinin kanı döküldü ve geleneksel topraklarının önemli bir kısmı zamanla alışveriş merkezlerine ve otoparklara dönüştürüldü. Ancak, Kanadalıların sessizce yürüttüğü ve delillerini mümkün mertebe saklamaya çalıştığı icraatı Amerikalıların davul zurnayla ilân ederek yapması ve altına da kendi dinî inançları çerçevesinde uydurdukları bir ilahî teyit damgası vurması, tam da iki ülke arasındaki en önemli kültürel farkın kristalleştiği nokta sayılabilir.

Kanada, ABD gibi büyük fikirlerin, ölçüsüz optimizmlerin ve havai fişeklerin ülkesi değil. Tarihin akışını değiştirmiş bir orijin hikâyesi ve bir dönemin süper gücüne karşı Dâvut-Calut hikayesindeki tarzda kafa tutmuş kahramanları yok. Evindeki köleler eziyet görürken “bütün insanların eşit yaratıldığı”nın ilân eden bağımsızlık deklarasyonları yazabilen, yerli kabileleri sürgünden sürgüne gönderirken herkesin “hayat, hürriyet ve mutluluğu kovalama hakkı” olduğu masallarını anlatabilen, ve bütün bu çelişkileri üzerinde müthiş bir özgüvenle taşıyabilen kerâmeti kendinden menkûl kurucu devlet adamları yok. Toplumun  tamamını aynı duygu, düşünce ve market alışverişlerinde buluşturan millî anlatıları, klişe bayramları ve göçmenleri içinde hızlıca eriten dominant bir merkezî kimliği yok.

Sakin, mütevazı, bürokratik, hantal, sıkıcı, geçmişiyle gurur duyma işini o kadar da abartmayan ve her köşesinde ayrı bir hayat tarzının, hatta ayrı paralel evrenlerin hüküm sürdüğü son derece dağınık bir ülke. Bu özellikleriyle ABD’nin antitezi olduğu bile söylenebilir. Aradaki bu sosyal, kültürel, tarihsel ve siyasi uçurumlar nedenle de ABD’nin 51. eyaletine dönüştürülmesi hedefi fazla gerçekçi görünmüyor. En azından silahsız ikna yoluyla, ki zaten silahsız iknanın Amerikan geleneğinde fazla yeri yok.

Bundan sonra ne olur?

Bütün bu arka planı göz önüne almadan, Trump’ın söylemlerine gösterilen tepkileri, boykotları, spor müsabakalarındaki millî marş ıslıklamalarını ve buz hokeyi maçında daha başlama düdüğü çalarken konuşan yumrukları anlamak, kıtaya dışarıdan bakanlar için zor olabilir.

Millî kimlik yönüyle Kanada, “Biz kimiz?” sorusuna verecek çok net bir cevabı olmayan bir ülke. Farklı köşelerinde yaşayan insanları arasında buz hokeyi sevgisi dışında ortak payda bulmak kolay değil. Ancak, “Biz kim değiliz?” sorusuna çoğunluğun cevabı çok açık: “Amerikalı değiliz!”

Az buçuk millî kimlikleri varsa, bu da onları Amerikalı yapma çabaları sonucunda ortaya çıktı ve önümüzdeki dört yıllık Trump döneminde (veya sekiz yıl, kim bilir?) güneyden gelecek tazyikin şiddetine bağlı olarak bu kimliğin güçlenip perçinlenmesi ihtimal dahilinde.

Örneğin, separatist eğilimleri nedeniyle bugüne kadar iki bağımsızlık referandumu düzenleyen Fransız kimlikli Québec eyaleti, bu milliyetçi tepkilere katılmasıyla birçoklarını şaşırttı. Geçmişte dönem dönem Kanada millî marşının ıslıklandığı Montréal şehri buz hokeyi arenası, geçtiğimiz Şubat ayında bu kez ABD millî marşının ıslıklanmasına sahne oldu.

İşin kimlik ve aidiyet temelli duygusal boyutu böyle olsa da, iktisadî boyuta ilişkin üç hususu not etmekte fayda var ki, ilki Trump yönetiminin elini güçlendirirken, diğer ikisi zayıflatıyor.

Birinci olarak Kanada, güney komşusundan gelen bu irredantist baskıya ekonomik açıdan olabilecek en hazırlıksız haliyle yakalandı. Ülke, 2000’lerin başında “Kanada Amerikan rüyasını çalıyor mu?” tarzı makale başlıklarına konu olduğu ve potansiyel göçmenlerin rüyalarını süslediği parlak günlerinden çok uzak.

Trudeau hükümetleri döneminde, hayat pahalılığı gelişmiş Batı ülkeleri ölçülerine göre çok yüksek bir hızla arttı ve kişi başı milli gelirdeki artış bunun çok gerisinde kaldı. Federal hükümet ile yerel hükümetler arasındaki koordinasyonsuzluk ve göç konusunda günü kurtarma odaklı, plansız şekilde ve sorumsuzca yürütülen politikalar; nüfusa oranla çok geniş topraklara ve hammadde kaynaklarına sahip olan ülkede alım gücünü günden güne eriten absürt bir konut krizine yol açtı.

Normal şartlarda dahi tekrar rayına konması çok uzun vadeli ve sistemli politikalar gerektirecek olan ekonominin, Trump yönetiminden gelen dış ticaret şoklarını absorbe edebileceğine dair şüphe duymak için somut sebepler var.

İkinci olarak, her ne kadar iki ülke arasındaki ekonomik cüsse farkı nedeniyle Kanada’nın şu ana kadar açıkladığı mütekabiliyet eksenli karşı yaptırımlarından ABD’nin büyük çoğunluğunun fazla etkilenmeyeceğini öngörebilsek de, Kanada sınırında yer alan ve sınırın öbür tarafıyla yoğun ticarî ilişkileri bulunan Minnesota, Wisconsin ve Michigan gibi kuzey eyaletlerinin bu bakımdan kibritin yanan ucu olacağını hesaba katmak gerekir.

Bu eyaletler, Amerikan seçim sisteminde belirleyiciliğiyle bilinen “salıncak eyaletler” olarak geçiyor ve ekonomilerinde yaşanacak sıkıntılar, 2026’daki ara seçimlerde Trump’ın Cumhuriyetçilerinin Kongre’nin Temsilciler Meclisi kanadında çoğunluğu kaybetmesine yol açabilir. Bu da Cumhuriyetçilerin göç, vergi ve bütçe gibi bazı hassas konularda mevzuat çıkarma gücünün tıkanmasını beraberinde getirebilir. Trump’ın Kanada konusunda bugüne kadar verdiği karışık sinyalleri ve attığı kısmî geri adımları bir ihtimalle buna bağlı olası kafa karışıklığına yorabiliriz.

Üçüncü olarak ise Kanada, Trump yönetiminin ticarî politikalarının hedefinde yer alan tek ülke değil. Gümrük vergilerinden Avrupa Birliği, Çin ve Hindistan gibi küresel ekonominin bütün büyük aktörleri nasibini aldı ve bunların bir kısmı daha hasmâne vergi oranlarıyla karşı karşıya. Bu da, ABD ile ticarette yaşanacak kayıpların telafisi için girişilecek diplomatik açılımların dünyanın farklı yerlerinde müspet karşılık bulması ihtimalini güçlendiriyor. Ancak, bu alandaki kazanımların sınırlı olacağını, binlerce kilometrelik kara sınırı paylaşılan bir komşuyla olan dış ticaret potansiyelinin tamamını denizaşırı partnerliklerle telafi etmenin gerçekçi bir hedef olmayacağını da belirtmekte fayda var.

Nisan ayı sonunda düzenlenecek federal parlamento seçimlerinde, iç problemlerle dış tazyikin kesişim noktasında bulunan ülkenin bu badireden çıkarmak üzere kime teslim edileceği oylanacak.

 

2 YORUMLAR

  1. Teşekkürler Ali Bey, son günlerde okuduğum en iyi yazı. Keşke diğer yazarlar da günlük aktüalite, birilerinin ürettiği suni gündem yerine bu tür doyurucu, içeriği sağlam yazılar yazsalar.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin