İyi ve kötü

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Her insanın içinde iyiden ve kötüden oluşan bir evren var. İyiyi arttırmak, kötüyü azaltmaktan önemli bir mücadele var mıdır? Ahlakın temeli de, empati de, sevgi ve aşk da, merhamet ve müşfiklik de, yardımseverlik ve alicenaplık da hep kötünün azalması ve iyinin artması üzerine kurguludur. İnsan olmak nedir ki iyi olmak mücadelesi dışında? Kendin için istediğini başkası için de istemezsek nasıl insan olabiliriz? Kendine istemediğini başkası için istemek hiç iyi olabilir mi? Temeli iyilikle alakalı olmayan gelenek de dini ritüel de, tasavvuf da felsefe de, entelektüel çaba da sanat da benden uzak olsun. Çağlardan bağımsız, zamandan münezzeh, kültürlerarası, dinler arası, uluslararası, kozmopolitan bir şey varsa o da insanın iyilikle kötülük arasındaki savaşımına dairdir.

Kader birliği dediğimiz öznel his, bizi biz yapan, üzerine kimlik inşa ettiğimiz ana zemindir. Kader birliği salt güneşli havalarda değil, esasen tam da fırtınalı havalarda gereksinim duyduğumuz bir şey. Gemi yolunda giderken, her şey olması gerektiği şekilde ilerlerken, garantideyken, risk yokken, tıkırındayken işler, kader birliği olağanüstü bir performans mıdır? Esas önemli olan, yollar çatallandığında, hava bozduğunda, rutinin dışına çıkıldığında yaşanan süreçtir. Kurtuluş Savaşı’nda bir ülkenin ve toplumun en dibe vurduğu bir anda bile birleştirici bir şeyler bulabilmiş olan bir toplum, bugün 21. yüzyılın kıyısında karaya vuruyorsa, düşünmek gerekmiyor mu?

Toplumun kader birliği duygusunu yıkan etmen kutuplaşmadır. Kutuplaşmanın temeli ise değerler ve semboller evreni bakımından birbirine yabancılaşan toplumsal kesimler. Bu hastalık belki de hep vardı. Ama sanıyorum, olan “virüsün” aktif hale gelmesinde milat, Ermenilerin başına gelen trajedidir. Komşunun ötekileştirilmesi ve insanlıktan çıkartıcı diskurun benimsenmesi, sadık millet olarak nitelenen bir Osmanlı vatandaş kitlesinin bir anda “hain” ilan edilmesi, Ruslarla işbirliği yapan Ermeni söylemi üzerinden şahsi suçun kitleselleştirilmesi, sonrasında kadınların, yaşlıların, çocuk ve (doğmamış olanları da dâhil) bebeklerin bu ölümcül öteki çemberine dâhil edilivermeleri, sonrasında yaşanan sistematik ve devletlu yok etme dinamiği, yabancılaştırılmanın Türk devlet aygıtı tarafından “keşfedilmesinden” başka bir şey değildi. Ermeniler Anadolu’dan silindiler. Auschwitz’te Yahudi mezar taşlarının kamp girişindeki yolun düzleştirilmesindeki sembolik gibi, Ermeni kadınları kuma olarak evlenilen, kız çocukları – belki de ilerisi için bir tür izdivaç yatırımı olarak düşünülerek – evlat edinilen, Ermeni mallarını mülklerini gasp eden, kilisesini camileştiren, köyünün adını değiştiren, bahçesinde gömü define arayan bir mekanizma işletildi. “Af edersin Ermeni!” söylemine döşenen yolun malzemesi budur. Bu dil, şu an Kürtlere, Cemaat’e, hatta tüm muhalefet partilerine kullanıldığında yadırgıyoruz. Oysa kimliksel jargonunda, yani sosyolojik genetiğinde vardır bu kutuplaştırılma ve ayrıştırılma.

Birbirinden bu kadar nefret eden bir başka toplum daha var mıdır? Biz azalsak da, homojen olalım bize yeter mantığı, Osmanlı’dan beri yakamıza yapışan bir virüstür oysa. Çoğul dokunun eşitliğinde kardeş olmak yerine, ayrışmanın sonucu olan hayali bir homojenlikte eşitlenmek, esasında daha sonraki mikro kırılmalar ve bölünmeler için Pandoranın kutusunu ardına kadar açtı! Fakat ayrıştırmanın ardından yaşanan ganimete dalış çok cazipti. Boşalan makamlara atanma hevesi, kapatılan gazetelere çöreklenme ihtirası, el koyulan firmaların sermayesinin yağmalanmasına duyulan şehvet, hatta bunların çok daha ötesinde, IŞİD türevi bir ideolojinin diskuruyla, kadınların-kızların “helal kılındığı” politik savaşlar, affı olmayan, özrü olmayan bir yıkımı, hücresel seviyede bir parçalanmayı beraberinde getirdi. Ve şaşırıyoruz! İnsanların acılarının her gün bir başka doruğa çıkışına, yaşanılan etik çöküşe, tecavüz edilen oğlan çocuklarından, her gün uğradığı cinsel tacizi kanıksayan kadınlara dek, rüşvetin kurumsallaşmasından milletinin orasına koyan Saraycı “işadamına” kadar, bir tür toplumsal anomi, bir sosyolojik kanser, her gün metastaz yaparak ve daha da yıkıcı hale gelerek, Türkiye toplumunun tüm bünyesini yerle bir ediyor!

Neredesin iyilik? Hani çocukken dedemizin anlattığı masallardaki kahramanlardan öğrendiğimiz, daima kötüyü ve kötülüğü mağlup eden, Keloğlanın ve Ali Baba’nın kazandığı masallar nerede? Köroğlu’nun ve Ayvaz’ın yetiştiği bir toplumda, bugün utanmasa ruhunu bile satacak seviyeye gerilemiş şahsiyetsizlik nasıl izah edilecek? İyilikten uzaklaştık, çünkü iyiliğin aptallık olduğuna inandırdılar bizi. İşini bilen memurun yanında işini hakkıyla ve kuralına uygun yapan memurun aptal addedildiği yılların çürümesi kadar, Anayasa’nın bir defa delinmesinden bir şey olmayacağına inanan cumhurbaşkanlarına, çok yol kazaları yaşandı. Ve nesiller, kum kadar kalabalık çocuklar ve gençler, bu çürüyen değerlerin kokusunda yetiştiler. Yunus Emre, dergâhına eğri odun götürmeyi içine sindiremezken, devletin bir nesil memuru evine götürdüğü kalemle çocuğuna yazı yazdırmazken, birdenbire ihalelerden komisyon alan başbakan ve bakanlara ışınlandık!

Neredesin iyilik? Eski Yeşilçam filmlerinde iyiyle kötüyü ne güzel ayırt ederdik, tüm naifliğimizle oysa biz! Hırsızlık bugünkü gibi görecelileştirilmemişti daha. İyi olmak, mahalle arasında daha çocukken öğrendiğimiz bir şeydi oysa. Yaşan biçimindeki farklıklara karşın, Türkiye toplumu belki de fakirliğinde ve naifliğinde eşitti. Ve etik değerleri bakımından!

Oh olsuncu bir topluma nereden vardık? Denizlerin idamı mı, yoksa 12 Eylülde yaşı dolmadığı halde asılan çocuk mu? Berkin Elvan mı? Sivas’ta yananlar mı? Zulümden kaçarken, Ege’nin serin sularında denize düşen evlatları arasında tercih yapmak durumunda kalan babanın hıçkırıklarında mı? Kuran Kursu ile oğlan çocuklarına musallat olmayı aynı cümlede kurdurtan İslamcı pislik mi? 500 bin kişi işlemden geçti derken, o telaffuz edilen rakamın korkunçluğunu bile algılamaktan aciz bir içişleri bakanı mı? Miladı nerededir oh olsuncu toplumun? Nerede kaybettik aidiyetimizi? Ülkemiz derken yere göğe sığdıramadığımız topraklar, ne zaman açık hava toplama kampına dönüştü? Gulaklaştı?

Ben Can Dündar’ın oğlu Ege’ye üzülüyorum, Dilek Dündar’a üzülüyorum, Barış Akademisyenlerine üzülüyorum, Selahattin Demirtaş’a, Kürt vekil ve belediye başkanlarına üzülüyorum – üzüldükçe üzülüyor, üzülüyorum da, benim oğluma, kızıma, eşime, bizler gibi tam beş yüz bin insanın durumuna, onların iki milyonu bulan aile bireylerin kaderine kim üzülüyor? Üzülme yarışması değil bu, biliyorum da, herkesin birbirine sahip çıkması gerekmez miydi? Benim çocukken okuduğum roman kahramanları, Keloğlan ve Köroğlu’lar, çizgi romanlardaki Kaptan Swing, Zagor, Mandrake, tüm öfkesine karşın Kaptan Nemo, en kötülere karşı çıkan Superman öyle diyor! Rıfar Ilgaz’ın Hababam Sınıfı da, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i de, babamın yazdığı Rüyaların En Güzeli’ndeki “Ay Nene” de, Livaneli ve Grup Yorum’un, Ahmet Kaya, Barış Manço ve Sezen Aksu’nun şarkıları da, aynı şeyi anlatıyor. Uzaktan o çizgi romanların, romanların, şarkıların kahramanlarının fısıltılarını duyuyor gibiyim. Aidiyetimizi kaybettiğimizi anlıyorum. Neden “biz büyüdük ve kirlendi dünya”? Ortak acılarda birleşmek bir yana, ortak acıların varlığını bile sorgulayan bir “post-modern” topluma, deforme edilmiş bir algının salgın hastalık gibi bölüp parçaladığı bir ay yıldızlı mezbahaya dönüştü Türkiye! Sanki bir şeyler oldu ve bir anda doğru bildiğimiz, güvendiğimiz, kokusunu ve tadını bildiğimiz kadar duygusunu düşüncesini – en önemlisi de saflığını – tanıdığımıza inandığımız insanlar gitti, yerine Matrix’teki ajan Smith gibi, dokunduğunu kendinin aynı haline getiren bir toplum epidemisine hapsolduk. Can, Dilek ve Ege Dündar – sesim oralara kadar gelirse eğer, sizce neden böyle olduk? Bu soruyu yanıtlarken, Abidin Dino’ya söyleyen Nazım gibi deyivereyim de anlayın: kolayına kaçmadan ama, bir anlatsanız? Benim Aylin’im ve Deniz Ege’mle Can ve Dilek Dündar’ın oğlu Ege Dündar’a neden farklı muamele yapmak gerektiğini bir izah etseniz? Tüm saflığım ve iyi niyetimle rica ediyorum ama. Lütfen bunu düşünün.

İyinin ve kötünün evreni var içimizde. Ben çocuklarıma “başkaları için ayağa kalkmayı” öğretiyorum. Kime ne olduğuyla ilgilenmeden, doğru-yanlış belirleyicisi olan ilkelerinin kadını ve adamı olsunlar diye! İyinin kazanması için çok mücadele etmeli. Bunu bireysel bir vicdan muhasebesiyle irdelemek lazım kanısındayım. Yeniden yazayım önemli kısmını da, tam anlaşılsın ama: bireysel diyorum. Bırakmalı bu çoğulcu, grup aidiyetli konuşma üslubunu ve o insanlar kalabalığında tüm biricikliği ile apaçık var olan yüz binlerin, milyonların öykülerini anlatmalı. Etiğin temeli de, empati de, sevgi ve aşk da, merhamet ve müşfiklik de, yardımseverlik ve alicenaplık da hep kötünün azalması ve iyinin artması üzerine kurguludur dedim ya başta. İnsan olmak mücadelesi vermeli!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Iyilik var etmek kotuluk yok etmektir. Iyiligi allahtan kotulugu nefsinden bil dusturunca allah terbiyesine giren hakiki iyilige ulasir. Kuran surekli hakiki iyilige ulasmaktan bahseder. Hakiki iyilige ulasmak icin neyin nasil uygulanmasi gerektigini anlatir. Kitabin diger bir adi Furkan yani iyiyi kotuden ayiran demektir. Peygambere gorevinin iyiligi emret kotulugu men et seklinde anlatilir. Bunlari yapmayan musluman bile olsa obur tarafta avucunu yalar.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin