İslamcılar ne istiyorlardı?

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

İslamcılar, İslamcılığın bir ideoloji olarak ortaya çıkışından itibaren siyasi olarak İttihad-ı İslam, Müslümanların sömürge rejimlerinden kurtarılması, Müslüman ülkelerdeki despot rejimlerin ortadan kaldırılması gibi düşünceleri savundular.

İslamcılığın ikinci yönünü ise dinin hurafelerden kurtarılarak orijinal şekliyle yaşanması ve İslamiyetin hayatın her alanına hâkim kılınması oluşturuyordu.

İslamcıların Abdülhamit zamanında rejimin niteliği ve sansür gibi nedenlerle düzenli yayın yapan yayın organları yoktu. II. Meşrutiyetin ilanıyla ortaya çıkan hürriyet ortamında çıkardıkları mecmua ve yayınladıkları kitaplarla fikirlerini daha geniş kitlelere duyurma imkânı elde ettiler. Bu durum önemli bir entelektüel birikim oluşmasını sağladı.

GAZETECİLERDEN İLMİYEYE

İslamcıların önemli bir bölümü Abdülhamit rejimine muhalif düşüncelere sahiplerdi. Bazıları bunu dönemin gizli cemiyeti İttihat ve Terakki’ye (İTC) dahil olarak eyleme de dönüştürdüler. Hatta II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi için gerekli fetvayı da Elmalılı Hamdi (Yazır) kaleme aldı.

İslamcıların önde gelenleri Şehbenderzade Ahmed Hilmi, Said Halim Paşa, Mehmet Akif, Mustafa Sabri, Ferit Kam, Mehmet Ali Ayni, İsmail Fenni (Ertuğrul), Bediüzzaman, Musa Kâzım, Seyyid Bey ve M. Şemseddin (Günaltay) gibi kişilerdi. Bu isimlere bakıldığında İslamcılığın ilk ortaya çıkışında gazeteci ve bürokratlar tarafından temsil edildiği, II. Meşrutiyet devrinde ise büyük ölçüde ilmiye mensuplarından oluştuğu görülmektedir.

sait halim paşa kimdir?

Meşrutiyetin ilanıyla birlikte İslamcıların önemli bir bölümü İttihat ve Terakki saflarında yer aldılar, bir kısmı da mebus seçildiler. Said Halim İTC fırka başkanlığı ve başbakanlık, Mustafa Sabri İTC üyeliği, Elmalılı mebusluk ve evkaf nazırlığı, Seyyid Bey İTC’de önce yardımcılık sonra başkanlık, Musa Kâzım şeyhülislamlık ve evkaf nazırlığı görevlerine geldiler.

Onlar istibdatı sona erdirip meşrutiyeti ilan ettiren İttihat ve Terakki’yi “mübarek cemiyet, mukaddes cemiyet” olarak nitelendirip İslam dünyasını kurtaracak “erbab-ı fetih” olarak gördüler. Hatta Derviş Vahdeti daha ileri giderek İttihatçıları “zamanın Halid b. Velid’leri” ilan etti. Abdülhamid ise çoğu İslamcı için “melun, şeytan ve haindi”.

Bazı İslamcılar bir süre sonra İTC’ye karşı muhalefete geçecek örneğin Mustafa Sabri Ahali Fırkası ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası kurucuları arasında yer alacaktır. Bu dönemde İslamcıların doğrudan örgütlendiği tek yapı, kurucuları arasında Bediüzzaman’ın da yer aldığı ancak sadece on gün faaliyet gösterebilen İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’dir. İşgal İstanbul’unda ortaya çıkan Teali-i İslam cemiyeti de bir yıl yaşayabilecektir.

İslamcılar II. Meşrutiyet devrinde Sebilürreşad, Livaü’l İslam, Beyanülhak, Hikmet, İttihad-ı İslam, Tasavvuf, İslam mecmuası, Volkan gibi gazete ve mecmualarda düşüncelerini ortaya koydular. Meşrutiyetin ilk yıllarında Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akçura gibi isimlerin de Sırat-ı Müstakim’de yazmaları henüz tam bir Türkçü-İslamcı ayrımının da olmadığını göstermektedir.

SEBİLLÜREŞAD MECMUASI

Muhtemelen ilk defa Ziya Gökalp tarafından 1913’te Türk Yurdu mecmuasında kullanılan “İslamcılık” kavramının anlaşılmasında en önemli kaynakların başında Sebilürreşad mecmuası gelmektedir.

Sebilürreşad yayın hayatına “Sırat-ı Müstakim” adıyla başlamış olup kurucuları Ebül’ulâ Mardin ve Eşref Edip (Fergan)’dır. Ebül’ulâ Mardin’in önce milletvekili, sonra da müderris olmasıyla yönetim tamamen Eşref Edip’in üzerinde devam etmiştir.

Mecmua sayfalarını, devrin önde gelen âlim, şair, yazar ve fikir adamlarına açmış; M. Akif, Babanzade Naim, İzmirli İsmail Hakkı, Manastırlı İsmail Hakkı, Ahmet Agayef (Ağaoğlu), Akçuraoğlu Yusuf, Ömer Ferit (Kam), Musa Kâzım, Tahirülmevlevi, M. Şerafettin (Yaltkaya). Ahmet Hamdi (Aksekili), Gaspralı İsmail çeşitli yazılar kaleme almışlardır. 8 Mart 1912’deki 183. Sayı ile ismini Sebilürreşad olarak değiştiren mecmuada M. Akif 1914 yılından itibaren “sermuharrir” olarak görev üstlenmiştir.

Derginin Abdülhamit karşıtı olduğu ve İTC’nin yanında yer aldığı görülmektedir Yazılarda meşrutiyet rejimi savunulmakta, ayet ve hadislerle meşveret ve şura kavramları açıklanmakta, parlamento övülerek meşrutiyetin İslamiyet’e uygunluğu izah edilmektedir.

Ayrıca dinin bidat ve hurafelerden arındırılarak aslına döndürülmesi, taklit yerine içtihada izin verilmesi, halkın daha iyi anlayabilmesi için Kur’an ve hutbelerin Türkçeleştirilmesi gibi hususlar ele alınmaktadır.

Genel olarak mecmuanın gelenekçi değil modernist olduğunu söylemek doğru olur. Dergi sütunlarında Rusya’dan Osmanlı ülkesine gelen yazarlara da yer vermekte, sık sık Rusya Müslümanlarına dair haber ve yazılar yer almaktadır. Bu yazılarda “Tatar modernizmi, ceditçilik, Türkçülük ve Turancılık” işlenmektedir. Ama derginin diğer Müslümanlara ilgisi bununla sınırlı kalmayacak dünyanın her yerinden Müslümanlarla ilgili haber ve yazılar yayınlanacaktır.

Türkçü yazarlar bir süre sonra İslam ve Türk Yurdu gibi mecmualarda yazmaya başlayacak, milliyetçilik yönleri daha açık bir şekilde ortaya çıkacaktır. Sebilürreşad’ın buna tepkisi “kavmiyetçilik” aleyhinde yazılar yayınlamak ve kavmiyetçiliğin Osmanlı’nın parçalanmasına, halifeye karşı ayaklanmalara yol açtığını vurgulamak olacaktır.

Derginin yönetici kadrosunun “mukaddes bir vazife” üstlendiklerini düşündükleri anlaşılmaktadır. Dergi yazarları sonradan İTC’ye muhalif olmuş, “farmason” olarak gördükleri İttihatçı liderlerin dine karşı olduklarını hatta Müslümanlığa karşı taarruza geçtiklerini ifade etmişlerdir. Bu durum İTC’nin mecmuaya baskı yapmasına ve önce 1911’de daha sonra da 1916’dan 1918’e kadar kapatmasına yol açacaktır.

Dergi genel yaklaşım itibarıyla batı teknolojisinin alınması yanlısı olsa da batının aile, ahlak, paylaşım, adalet gibi değerlerini yitirdiği kanaatindedir. Dolayısıyla “muasırlaşırken” milli özelliklerin korunması şarttır.  Bu yönüyle onlar “gülüyle dikeniyle Batının her şeyini almayı teklif eden” Abdullah Cevdet başta olmak üzere Batıcı yazarlarla büyük bir “kalem mücadelesine” girişeceklerdir.

Dergiye göre Müslümanlara düşen dinlerinin emrettiği gibi yaşamak, tembellik ve cahillikten kurtulmaktır. Bunlar yapılırsa Müslüman toplumlar eski güçlerine kavuşacaklardır. Dergide “terakki, taassup, cehalet, taklit” gibi kavramlar çok sık kullanılmış ayrıca “batılılaşma, taaddüd-ü zevcat, laiklik, asrilik” gibi konular gündem olmuştur.

Kadın hakları konusu da ele alınarak kadınların tesettürden vazgeçmeden çocuk bakımı ve ev ekonomisi başta olmak üzere bazı alanlarda eğitim alabilecekleri savunulmuştur. Feminizm konusundaki yaklaşım ise İslamiyetin kadınlara bütün haklarını zaten verdiği şeklindedir. 

SİYASİ YAKLAŞIMLARI

İslamcılar, İslamiyetin belli bir devlet nizamı ortaya koymayıp sadece temel prensipleri belirlendiğini ve saltanat rejiminin bu prensiplere uygun olmadığını düşünüyorlardı. Halifeliğe karşı çıkmamakla birlikte hilafetin İslam dünyasındaki etkisi nedeniyle devam ettirilse de iç siyasetteki gücünün azaltılmasını savunuyorlardı.

Örneğin Elmalılı’ya göre hilafet, bir vekâlettir ve bu vekâlet millet tarafından verilmektedir. Bunun anlamı millet hakimiyetinin halifenin üzerinde olmasıdır. Elmalılı bu düşüncelerini icraata da taşımış ve padişah-halifenin etkilerinin azaltıldığı 1909 Anayasa değişikliklerinde görev almıştır.

İslamcıların tamamına yakını meşrutiyet ve anayasal yönetimi savunmuşlar, ayrıca bunu ayet ve hadislere dayandırmışlardır. Böylece idareciler keyfi idare, zulüm ve istibdattan vazgeçecekler, halk da zulme uğramaktan kurtulacaktır.

Bu durumun tek istisnası Said Halim Paşa’dır. O meşrutiyet ve anayasanın İslam’a ve Osmanlı Devleti’ne yabancı olduğu ve hiçbir fayda getirmeyeceği kanaatindedir. Ona göre İslam toplumlarında “sınıf” olmadığından anayasa, demokrasi, senato gibi kurumlar kalıcı olamayacaktır.

Paşa çözümlerin yine İslam’ın kendi içinden bulunması gerektiğini, bunun için nasıl batıda “bütün yollar Roma’ya gider” prensibi varsa Müslümanlar için de “bütün yollar Mekke’ye gider” prensibinin kabul edilmesini savunur.

İslamcıların siyaseten temel hedefi İttihad-ı İslam’dır. Bu yönüyle onlar bir yandan sömürge yönetimlerine karşı çıkarken bir taraftan da “kavmiyetçiliğe” karşı mücadele etmişlerdir.

Örneğin Bediüzzaman Risale-i Nur’da sürekli olarak “350 milyonluk Müslüman dünyasından” söz eder ve “müspet milliyetçilik” vurgusu yaparak “Şu müsbet fıkr-i milliyet İslamiyet’e hadim olmalı , kal’a olmalı, zırh olmalı, yerine geçmemeli” der.

Kavmiyetçilik tartışmalarında Babanzade Ahmet Naim de ölçü olarak “millet, milliyet, Türk, Türklük” duygularının Müslümanlığın önüne geçmemesini koyar ve İslamiyet’te “diğer kavimleri zelil görmemek esastır” ifadesini kullanır.

Bu yaklaşımlara rağmen İslamcıların “milliyeti ve milliyetçiliği” bir gerçeklik olarak gördükleri görülmektedir. Kavmiyetçiliği bir tefrika olarak yorumlayan ve “küfr olur başka değil kavmini sürmek ileri” diyen M. Akif, İstiklal Marşı’nda dört defa “milletim”, üçer defa “vatan ve yurdum”, iki defa “ırkım ve toprak”, bir defa da “bayrağım” kelimelerini kullanmıştır.

Bediüzzaman’ın Tiflis’te Rus polis memuruna verdiği cevap o dönem İslamcılarının Müslüman dünyadan beklentilerinin kısa bir özeti gibidir. O sırada İngiliz sömürgesi olan “İslam’ın müstaid bir veledi” dediği Hindistan’ın İngiliz idadi mektebinde, İngiliz işgali altında bulunan ve “İslam’ın zeki bir mahdumu” olarak gördüğü Mısır’ın İngiliz mülkiye mektebinde, “İslam’ın iki bahadır oğullarıdır” şeklinde isimlendirdiği Kafkas ve Türkistan’ın da Rus harbiye mektebinde talim gördüğünü ifade eder. Ona göre buralarda işgal ve sömürge yönetimleri yıkılacak, her biri bir kıtanın başına geçecektir.

İslamcıların önemli bir kısmı Cumhuriyetin ilk yıllarında büyük sıkıntılarla karşılaştılar. Mehmet Akif, Mısır’da sürgün hayatı yaşarken, Mustafa Sabri Yüzellilikler listesinde yer aldı. Bediüzzaman da yurt içinde sürgüne maruz kaldı. İskilipli Atıf Hoca İstiklal Mahkemelerinde yargılanıp idam edilirken Elmalılı Hamdi aynı mahkemelerde yargılanıp beraat etse de siyasi hayattan tamamen çekildi.

Buna karşılık Adliye Vekilliği görevini üstlenen Seyid Bey, İslamcıların milli egemenlik argümanlarını kullanarak yaptığı konuşmayla hilafetin kaldırılmasının hukuki zeminini oluşturdu. Babanzade, Ferid Kam ve İzmirli İsmail Hakkı da 1933’teki Üniversite Reformu’na kadar Darülfünun’daki görevlerini sürdürdüler.

Cumhuriyet idaresi seküler bir devlet anlayışı benimsese de 1925-1926’da TBMM’de gündeme gelen meal, tefsir ve hadis külliyatı hazırlama görevlerini bir dönemin İslamcılarına vermeyi tercih ederek meal için M. Akif’i, tefsir için Elmalılı Hamdi’yi, hadis külliyatı için de Babanzade Ahmet Naim’i görevlendirdi.

Selef-i salihin siretinde yaşadı Babanzade

Herhalde en farklı örneklerden birisi de M. Şemsettin Günaltay’ın CHP hükümetinde başbakanlık yapması oldu. Türkiye’nin “ilk İslamcı başbakanı” denebilecek Günaltay’ın başbakanlığında ilkokulların dört ve beşinci sınıflarına isteğe bağlı din dersleri konulması, İlahiyat Fakültesi ve imam hatip kursları açılması ve bazı türbelerin ziyarete geçilmesi gibi gelişmeler yaşanmıştır. Dolayısıyla laik rejim “İslam’la barışma” sürecini de bir İslamcı başbakan vasıtasıyla başlatmıştır.

***

Kaynaklar: İ. Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, İstanbul, Dergâh, 2014; A. Efe, “Uzun Soluklu Bir Dergi: Sebilürreşad”, Marife, Yıl: 8, S. 2; A. Özcan, “İslamcılık (II. Meşrutiyet), DİA, C. 23.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

7 YORUMLAR

  1. Ne aci ki, Türk Islamciligi Osmanli Islamcilarindan beslenen bir gelenege sahip olamadi. Misir, Pakistan, Iran Islamciliginin gölgesinde ne idügü belirsiz bir Islamcilikla bugünlere geldik.
    Yine ne aci ki, bu Islamcilik da yillar icinde ciddi entelektüel birikime sahip olmasina ragmen, boynunu popülistlere ve popülist Islamcilara uzatarak kurban etti.

    Ve yine ne aci ki, cagi anlama ve bir hayat tarzi teklif etme bakimindan Islamcilar kadar entelektüel birikimi olmayan Hizmet, magduriyetin de verdigi sübjektifle Islamciligi toptan ademe mahkum ediyor. Böylelikle Abdurrahman Dilipak ile Ali Bulac´i ayni kefeye koyuyor, farkinda degil veya umru da degil aslinda.

    Islamcilik modern bir olusumdur ve bunun geregi olarak geleneksel Islamin tersine tepkiseldir ve bu tepkisellik militan üretmeye kadar gidebilir. Uhulet, suhulet bilmez. Islamcilik, bütün modernler gibi kendini bilimsel bir yere koyar ve kendi gibi düsünmeyenleri reddeder. Bunun yolu mesrebine göre baskalarini mürted ilan etmeye kadar gidebilir.

    Bütün bunlara ragmen nasil Müslüman var Müslüman var diyorsak, Islamci var Islamci var demek zorundayiz. Bütün Islamcilar aynilesse bile fikir bazinda ayrilikla roldugu sürece bu gercegi göz önünde bulundurmak zorundayiz. Bulundurmazsak ne olur? Kendi kendimize konusmus oluruz.

  2. Üstâd, Hizmet’in İslamcılar kadar entellektüel birikiminin olmadığı sözünüze katılmıyorum. Gerek beslendikleri kaynaklar gerekse de mevcut kalem erbabına bakıldığında hizmet insanın fikri altyapısının ve mevcut birikiminin siyasal islamcı cahil neo-haricilerin çok çok fevkinde olduğu görülür. Şöyle ki;

    Evet İslamcılar sizin dediğiniz gibi çeşit çeşitler. Yazarın Osmanlı döneminde zikrettikleri dışında Cumhuriyet dönemi Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu gibilerin entellektüel birikimi öyle sanıldığı kadar derin değildir. Sadece siyasi mevzularda muhalif, düşüncelerini güzel ifade eden iyi hatip ve yazardırlar. Tek parti rejimine muhalefetten öteye taş taş üstüne koymamışlardır.
    Fikri ve felsefi bir derinlikleri yoktur. Evet kalemleri kuvvetlidir ama İslam Âleminin asırlar süren sefaletine bir çözüm olarak esasa ilişkin felsefi tespit, tahlil ve önerileri yoktur.Onların sözleri Batının fikir ve medeniyetine dair köksüz, sığ bir reddiyedir. Hissi ve fevri güzel sözler antolojisidir. Çözüm önerileri demode ve boştur. Nedim Hazar’ın ifadesi ile Sâfi Rüzgar. Belki Nurettin Topçu İsyan Ahlakı ile kısmen ayrı tutulabilir. O da zaten İslamcılıkla çok ilgili biri sayılmaz.

    Oysa ki Bediüzzaman ve Hocaefendi’nin eserlerine bakıldığında İbn-i Sina’dan bu yana çözemediğimiz, İbn-i Rüşd ve Gazali ekolleri ile daha da karmaşıklaşan ve batının fikri istilası ve gölgesi altında derin imani ve felsefi meseleler çözülmüş ve üstelik somut, sürdürülebilir ve zamanın ruhuna uygun çözüm önerileri sunulmuştur.Bununla da kalınmamış bu çözümler uygulanmış ve başarılı olduğu görülmüştür. Örnekler ortadadır.

    Bu noktada hizmet özelinde cemaatin bu iki insanı anlamada entellektüel birikim açısından çok uzak olduğuna ben de katılıyorum ki bunun da en önemli sebebi insanların bu iki zâtı bir fikir ve aksiyon insanı kabul etmelerinden daha ziyade dini birer âlim ve veli olarak görmeleridir. Onların fikirlerinden çok, manevi cezbelerine daha çok ehemmiyet vermiş çekerdir. Akıldan ziyade kalbe meyletmişlerdir. Bunun da tokadını yemelerine rağmen çok ilginçtir ayılan da fazla yoktur vesselam.

    Halbuki bu iki zâtın en önemli vasfı evvela fikir adamı olmaları ve yüzyıllardır süregelen ve kangren haline gelen meseleleri çözmeleridir. Ayrıca çağdaşlarına uygulanabilir yol yöntem göstermeleridir.

    Risale-i Nur’u anlayarak okuyan biri bu asrın mühim bir âlimi olur diyen Bediüzzaman’ı zaman haklı çıkarmıştır. Bediüzzaman’ın felsefesinin şarihi ve uygulayıcısı olan Hocaefendi hazretleri de fikri yönden Bediüzzamandan aşağı değildir. Ve İslam dünyasında son yüzyıl içinde fikri ve felsefi olarak bu iki şahısla değil karşılaştırmak yanlarına yaklaşacak kimse de henüz çıkmamıştır.

    Bu ifadeler bir istiğrak ve tarafgirlik hallet-i ruhiyesi ile yazılmış satırlar da değildir zira benim gibi bu iki zâtı kabulde uzun zaman tereddüt etmiş ve zorlanmış dahası Nurlara çok muhalif ve menfi bir adamın kendince ciddi ve uzun okumalarından sonra yapılmış bir tespittir.

    Uzatmadan sadede geleyim: Bediüzzaman ve Hocaefendi gibi entellektüel seviyesi şahikalarda olan iki kaynaktan beslenemeyerek bu tür bir hitaba maruz kalmak o iki zirvenin kusuru değil eteklerinde bulunan cemaatin günahı ve suçudur.

    Netice-i kelam hizmet insanlarının genel manada hali hazırdaki entellektüel durumu yine de bugünkü Ali Şeriati, Seyyit Kutup gibilerle beslenenlerden çok daha yüksek olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Ancak çağdaş Batı entellektüel seviyenin çok altında olduğumuzu da itiraf etmek gerekir. Bu da bizlerin kaynakları hakkıyla okumamamızdan veya okuma kültüründen ziyade dinleme kültüründen geçmiş olmamıza bağlanabilir. Halbuki ki beslendiğimiz kaynaklar ise tam tersini söyler. Bu da üzerinde düşünülmesi gereken başka bir acıdır.

    • Hizmet derken sadece Bediüzzaman´i ve Hocaefendi´yi anlamamiz gerekiyorsa, bu hareketi sadece bu iki insan temsil ediyorsa dediklerinizde elbette haklilik payi olacaktir. Bu iki büyük insan Hizmet mensuplarina büyük bir ufuk actilar, bu ufka götüren genis bir cadde actilar.
      Bu caddenin üst ve alt yapisinin hazirlanmasi gerekiyor. Bilemiyorum belki de gerekmiyordur. Biz, sanki birazdan kiyamet kopacakmis gibi hareket ettigimiz icin entelektüel birikim lüks gibi düsünüyoruz. Böyle düsünüyorsak kendi icinde tutarli olabilir.
      Fakat Islamcilik kendi ufkuna acilan caddenin alt ve üst yapisini halletmeye calisiyor. Misal Belli karatta Islamci bir sair, sadece Necip Fazil Kisakürek´i bilmez; Dadaloglu´nu da bilir, Cahit Külebi´yi de bilir, Simonides´i de bilir ve size tek tek, siir siir anlatir. Kastettigim bu, yoksa Islam dünyasinda Bediüzzaman´in ve Hocaefendi´nin orijinalitesi tartisma götürmeyen bir gercek.
      Simdi eger biz temelde bir altyapi-üstyapi gerekliligine inaniyorsak sunu kabul etmemiz gerekir: Hocaefendi´yi psikolojiye, tarihe, ekonomiye, iletisime, egitime, evet egitime, hukuka, siire, felsefeye, edebiyata tasimis üstün nitelikli insanlar maalesef yok. Söyle baktiginiz zaman sosyoloji sahasinda tek basina duran Enes Ergene´yi ve ilahiyatta Suat Yildirim ve Ali Ünal´i parlayan yildizlar olarak bulursunuz.
      Ben öyle ortada örnek falan da görmüyorum. Misal egitim! Dünyanin dört bir tarafinda okullarinizin olmasi evet harika bi seydir. Yarin kiyamet kopacaksa, savas cikacaksa, bu okullardan mezun olacak ögrenciler büyük ümittir, nimettir. Fakat bizim öyle bir acelemiz yoksa, altyapi üstyapiyi biz de önemsiyorsak, cok sey ifade etmez.
      Cünkü biz egitim dünyasinda egitim felsefesine, egitim psikolojisine, egitim idaresine, egitim bilimine, egitim ekonomisine, egitim siyasetine bir katkida bulunmus degiliz. Elimizde sadece „Yasatmak icin Yasama“ ideali olan bir egitim felsefesi var ki, Hiristiyanlar bunu 200 yildir uyguluyorlar zaten.
      Afrika´da karakakt hastalarinin gözlerini iyi etmek kiyamet yarin kopacaksa iyidir, fakat bilimi elinde oyuncaga ceviren ilac sanayiiyle yaka-paca olmak baya bi iyi bi seydir. Silah tüccarlariyla yaka-paca olmak, faizle yaka-paca olmak iyidir, cevreyi kirletenlerle yaka-paca olmak iyidir ve bunlar siyasi düsüncesi geregi Islamciligin ajandasinda vardir.
      Bizim ajandamizda bunlar yok, belki de olmamasi iyidir ama eden yok? Cünkü biz ihtilafla, fakirlikle, cehaletle yaka-pacayiz. Bunlarla yaka-paca olmak demek her bakimdan sayica üstün duruma gecmek demektir.
      Bu sekilde entelektüel birikim olusmaz. Belki entelektüel birikim cok matah bi sey de degildir, ama su var: Ilac sanayiiyle yaka-paca olabilmeniz icin yiginla sadece bu ise odaklanmis doktora, tip profesörüne, kimyaciya, avukata, hakime, isadamlarina ve bilincli tüketiciye ihtiyaciniz var.
      Simdi, madem kiyamet yarin kopacak, bu sayiyi tutturmak ve su anin galiplerini azinliga düsürmek icin asiri derecede zamana ihtiyacimiz yok mu? Eger o kadar beklemek istemiyorsak, biz bu caddenin artik alt ve üst yapi faaliyetlerini niye baslatmiyoruz?

    • Şunu da eklemeden edemeyeceğim: İslamcıların en sevdiği kelimelerden biri de ‘irfan’. Ne yazık ki bu alanda bu zamana kadar sadece tespitte bulunmuş durumdalar. Caddelerini bu anlamda irfanla donatmış değiller. Bunun için gerekli olan kanalizasyon, telefon, internet hattını döşemiş değiller. Düğmeye basınca irfan ışığı yanmıyor, irfan ağı çekmiyor, sifonu çektiğin zaman pislikleri tahliye edecek bir şebeke yok. Ama ajandada bu var, belki de kendilerini savaş ortamında gördüklerinden olacak şu an bununla uğraşacak durumda değiller. Ve maalesef savaş psikolojisiyle çoğu düşmanının kimliğine bürünmüş durumda.

      Hizmet mensuplarına baktığınızda irfanı bulursunuz ama altyapı üstyapı bekleyen bir caddede değil, insanların kendi iç dünyasında bulursunuz. Bizim insan malzememizi daha kıymetli yapan bu. Hizmet mensupları yarın kıyamet kopacakmış havasında oldukları ve kimseyle kavgalı olmadıkları süre boyunca bu irfanı toplu olarak yaşattılar. Bugün maalesef kısmen yaşayabiliyoruz. Bir savaşın içine girdik ve o savaşta sadece düşmanın kimliğine bürünmedik, psikolojik rahatsızlıklar da edindik.

  3. Hem yazıyı hem de yorumları büyük bir keyifle okudum. Öncelikle TR 724’ün ve bu makaleyi kaleme alan Sayın Yazar’ın çok şanslı olduğunu belirtmeliyim. İslamcılıkla ilgili yazıları dikkatle takip ediyor ve yazara bu katkısı için çok teşekkür ediyorum. Değerli yorumcuların da bu tür yorumlarla gerek TR724 yönetimi gerekse yazarlara ayrı bir ufuk aştığı kanaatindeyim.
    Benim yazardan isteğim, II. Meşrutiyet devrinde bir entellektüel hareket olarak gördüğümüz İslamcılık sonradan neden farklı bir yöne evrildi? Bu konuda Necip Fazıl’ın, Atilhan’ın, Eşref Edip’in rolü nedir?
    Ayrıca sanırım yazar Üstad’ı “İslamcı” olarak görüyor. Acaba bunu hangi delillere dayandırıyor? Veya Risale-i Nur’da İslamcılığın izleri nelerdir?
    İyi günler.

  4. Yazının başlığını biraz yanıltıcı buldum. Bugün ile ilgili bir yazı bekledim. Halbuki yazı Osmanlı´nın son dönemleri ile Cumhuriyetin ilk yıllarındaki isimleri ele almış.
    Yine de yazı ilginçti. Altındaki okuyucu yorumları da oldukça fazla entellektüel birikime işaret ediyor. Benim o seviyede bir şeyler söyleyecek bir birikimim yok bu konuda.
    Bugün kim İslamcıdır, kim değildir tartışmasına da girmek istemiyorum. Günümüz şartlarında böyle bir ayrım çok mümkün mü, o konuda da emin değilim.
    Benim gördürüğüm şu: Bırakın İslamcılıktan hareketle silah sanayii ile, ilaç sanayii ile yaka paça olmayı, bugün İslam ve Müslümanlık adına ileri sürülen bütün iddialar çökmüştür.
    Büyük hayaller kurmaya başlamadan önce karşımızdaki bazı gerçekler görülse, işe bu noktadan başlansa daha iyi olur kanaatindeyim.
    Bediüzzaman eserlerinde ne diyordu? Gelecekte en yüksek sada İslam´ın sadası olacaktır. Buna inanan bir cemaat yola çıktı… El birliği ile ve Müslümanlarca desteklenen bir zorba tarafından boğdular.
    Yine Bediüzzaman eserlerinde Batı medeniyeti ve İslam medeniyetini kıyaslar idi, Batı medeniyeti menfi milliyetçilik ile birbirine bağlı idi iddiasına göre. Belki o zamanlar bu doğru idi.
    Ama Batılılar İkinci Dünya Savaşı´ndan sonra Avrupa Birliği´ni ortaya çıkardılar, milliyetçilikleri kontrol altına aldılar. Türkiye´de ise en menfi bir milliyetçilik hüküm sürüyor şu an. Batı kendini geliştirmiş, biz geriye gitmişiz.
    Hizmet neden okullar açıyordu dünyanın dört bir yanında? Buralardan çocuklar mezun olacaklar, hayatın içinde yer alacaklar, ileride güçlü Türkiye´nin destekçisi olacaklar. Sonra ne oldu? Bu okullar kendi yurdunda yok edilirken necip millet denen öz insanından tık çıkmadı.
    Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Bir de somut bir isim üzerinden gidelim. Bir zamanlar bize Ahmet Akgündüz Müslüman kimlikli, Risale kültürlü müthiş bir beyin olarak tanıtılmıştı. Eserlerinde muhteşem geçmişi olduğu gibi anlatıyordu (güya). Belgeler gerçekleri konuşuyordu.
    Sonra? 15 Temmuz sonrasında ölüm fetvası vermesi üzerine Hollanda´da rektörlük yaptığı kurumun lisansı iptal edilmiş. Yine bu şahıs yolsuzluk yapıldığını, ama bunların Tayyip beyi kirletmediğini söylemiş.
    Düşünün, bize müthiş beyin diye tanıtılan, geçmişi ve İslam´ı bildiği söylenen beyincikler modern bir Avrupa ülkesinde problem çıkarmadan konuşamıyor.
    Ha, bir de Ayasofya meselesi var. O konuda da bu Akgündüz demiş ki; Ayasofya´nın açılışı ile Müslümanların galibiyet devri başladı. Hakkını yememek lazım, Ayasofya´nın açılışına böyle müthiş anlamlar yükleyen sadece o değil. Buna Fethullah Gülen de, başkaları da dahil.
    Ee, Ayasofya açıldı da ne oldu? Böyle mi olacaktı Müslümanların galibiyet devri? Eğer öyleyse Müslümanların galibiyet devri beni ciddi ciddi korkutuyor.
    Sonuç olarak: Bugün İslam adına, Müslümanlar adına ileri sürülen tezler tümdem çökmüştür. Bırakın İslamcılıktan hareketle dünyanın geleceğine çözümler üretmeyi, bugün Müslümanların desteklediği Müslüman iktidarın hukuksuz, yağmacı uygulamaları devam etmektedir. Ve şu an bu kanayan yara dindirilememiştir. Öncelikle bu enkazı görüp kaldırma konusunda kafa yorulmalı, sonra da yeniden medeni dünyaya nasıl eklemlenebiliriz diye düşünülmelidir.
    Gerisi boş hayalden ibarettir.

  5. Su platformda yazilanlar bana gelecek icin bir umit verdi diyebilirim. Bu capta arkadaslarimizin olmasi gercekten iftihar edilebilecek bir sey.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin