İslam hukuku mu İslam fıkhı mı?

YORUM | AHMET KURUCAN

(Gelecek Projeksiyonu Yazıları 38)

Serinin en son yazısında İslam Hukuku tabirinin kavramsal çerçevesini belirleme adına bazı değerlendirmelerde bulunmuş ve doğru kavramın Müslümanların hukuku olması gerektiğini yazmıştım. Tahmin ettiğim gibi bazı itirazlar geldi. Ben de zaten bu itirazların geleceğini bildiğim için önümüzdeki yazıyı da bu konuya ayıracağımı söylemiştim.

İmdi İslam hukuku modern dönemlere ait bir isimlendirmedir. Bu dönemlere gelinceye kadar bizim ona vermiş olduğumuz genel isim fıkıhtır. Fıkıh bir şeyi bilmek, anlamak ve derinlemesine kavramak anlamlarını taşır sözlükte. Literatürde ise erken dönemlerde dini bilginin iki ana kaynağı olan Kur’an ve Nebevi sünneti anlamak anlamında kullanılmıştır. Bu anlama eyleminde anlama işini yapan kişinin yorumlarının toplamına fıkıh denilmiştir. İlerleyen dönemlerde fıkıh müstakil bir ilim dalı haline gelmiş ve Müslümanların bireysel ve toplumsal hayattaki ameli hükümleri delilleri ile birlikte bilme, anlama, yorumlama ve hükme bağlama manasını taşımıştır.

Kısaca kaydettiğimiz bu tarihsel serüvende dikkat ederseniz din ya da dinin asıl iki kaynağı olan Kur’an ve sünnet ayrıdır, onlara yetkin kişilerin getirmiş olduğu yorumların toplamının adı olan fıkıh ayrıdır. Gerçekten de başta mezhep imamları olmak üzere hemen herkes bu ayrımın farkındadır ve söz konusu ayrımı özenle yapmışlardır. Hükmü bilinmeyen meselelere yönelik verdikleri her bir fetvanın, her bir hükmün, her bir bir içtihadın kendi beşeri düşünceleri olduğunun bilinci içindedirler bu kişiler. “Bu bizim güç yetirebildiğimiz güzel bir sonuçtur. Daha güzeli getirilirse doğrusu odur” diyen İmamı Azam’dır. “Hz. Peygamber hariç herkesin sözü kabule de açıktır redde de” diyen de İmam Malik’tir. “Benim sözümü hadise muhalif görürseniz, hadisi alınız, sözümü duvara çarpınız” diyen de İmam Şafii’dir.

Zaten İslam düşünce dünyasının gelişme, duraklama ve gerileme ve donma dönemlerine bir bütün olarak bakarsanız gelişmenin işte bu ayrımın çok iyi yapıldığı erken dönemlerde olduğunu görürsünüz. Hemen her şeyin eleştirel yaklaşım, Arapça tabiriyle ‘tenkid’, içinde ele alındığı bu dönemlerde sadece fıkıh değil sair İslami ilimler de şaha kalkmış ve bugün sahip olmakla övündüğümüz o devâsâ alimler ortaya çıkmış ve yine o devâsâ müdevvenat kalemin mürekkebi ile kitap sayfaları üzerinde buluşmuştur.

Sonra işte bu dinamik, canlı anlama ameliyesi aradan uzun asırlar geçmiş olmasına rağmen bugün dahi bizim hayatımızı etkileyen statik bir mahiyet kazanmış, duraklamış, gerilemiş ve donmuştur. Fıkıh özelinde bu donmayı ortaya çıkaran bir çok sebep vardır. Mezhep taassubu, mezhep imamları ölçüsünde alimlerin yetişmemesi, sosyal hayatın değişkenliğine ayak uyduramama, iç ve dış siyasette yaşanan olumsuzluklar, savaşlar, totaliter ve otoriter rejimler vs. Bunun tabii sonucu olarak fıkıh tıpkı dinin asli kaynakları olan Kur’an ve sünnet gibi sabite kabul edilmiş ve fıkıh tabir caizse din gibi kabullenilir hale gelmiştir. Bu eksende “Fıkhi fetvalar veren, görüşler ileri süren, kanunlar yapanlar da insan. Onlar kendi hayat şartlarında belli bir metodolojiyi takip ederek şu soruna böyle cevap vermişler ama bugün şartlar değişti. Aynı metodoloji ile hareket etsek şu sonuca varmamız lazım. Hatta İmam Azam aramızda olsaydı bu usulü ile bu sonuca bizzat kendisi ulaşırdı” diyenlere bile “Yahu kardeşim sen Müslüman değil misin? Dinimizin hükmü budur. Bunun haricinde bir şey asla kabul edilemez” diye itirazlar yapılmıştır.

İşte ilerleyen yazılarda çok farklı örneklerle delillendireceğim bu anlayışının günümüz dünyasına yaygınlaşmasına sebebiyet veren unsurlardan birisi de İslam hukuku kavramının fıkhın yerini almış olmasıdır. Önceki yazımda da ifade ettiğim gibi İslam sabiteleri olan bir dinin adı. Hukuk ise bu sabitelerin yer aldığı hükümler müdevvenatı. Böyle olunca ne oluyor? Asırlardan beri değişen arka plan şartlarına göre yenilenmesi gereken ama yenilenmeyen ve yenilemeyen beşeri içtihadi hükümler İslam Hukuku tabiriyle din olan İslam’a aitmiş gibi algılanıyor ve ne yazık ki başta bu ayırımın farkında olması gereken akademi camiasından medrese mollalarına varıncaya kadar hemen herkes bir rahatlama alanı oluşturuyor. Kendilerinin yüklenmesi gereken söz konusu içtihadi hükümlerin yenilenmeme sorununu İslam Hukuku diyerek İslam’ın sırtına yüklüyorlar. Çünkü İslam hukuku tabiri zihinlerde yaptığı çağrışım gereği Allah’ın hukuku, Allah’ın hükmü, Allah’ın sistemi oluyor. Bu bağlamda sözünü ettiğimiz hükümler toplamının ya da sistemin bugün yaşanan toplumsal hayatta karşılığının olmaması onlar için bir mana ifade etmiyor.

Evet, işte bu yaklaşım maalesef günümüzde belki de milyonlarca Müslümanın zihninde var olan ve inanılan bir meseledir. Halbuki bir ilim dalı olarak fıkıh ferdi ve içtimai hayata yönelik ameli hükümleri belirler. Onun doğası statik değil dinamik olmaktır. Fıkıh bu dinamizmi kaybettiği an daha açık ifadeyle söyleyeyim ameli hükümlere ait yenilenmeler, güncellemeler zamanında yapılmadığı zaman fıkıh hayatın otomatikman dışına çıkar ve arkaik bir hale döner. 

Unutmayalım, eğer fıkıh sabit olsaydı akaid olurdu, imanın konusu olurdu. Halbuki Allah’a iman akaid kapsamında imanın konusu iken sözgelimi yolculuk mesafesinin 90 km olarak belirlenmesi imanın, akaidin, kelamın konusu değildir. 

Farklı bir cümle ile tekrar edeyim, fıkhı imanın konusu yapmak hem fıkha çok büyük haksızlıktır, hem İslam dinine karşı yapılan bir yanlışlıktır hem de Müslümanları hayatın dışına itecek bir hatayı içinde barındırmaktır. İslam hukuku kavramının fıkıhın yerini alması çoklarımız farkında olmasa bile böyle bir amaca örtülü olarak hizmet etmektedir. Tam bu noktada çok beğendiğim bir fıkıh tarifini vererek yazımı sonlandırayım. Tarif Mehmet Erdoğan Hoca’ya ait: “Fıkıh her zaman ve mekanda İslam’ı canlı ve yaşanabilir kılma bilgi ve melekesidir.”

Son söz; meşhur bir deyimden mülhem olarak diyorum ki, ben düşüncelerimin esiri değilim aksine düşüncelerim benim esirim. 1980 yılından beri İlahiyat okumaları, 1988 yılından bu yana da İslam fıkhında derinlemesine okumalar yapan ve yazan bir insanım. Mazime baktığımda kendimin de bu hataya düştüğünü görüyorum. Birçok yazımda fıkıh, İslam fıkhı, İslam’ın fıkhı, Müslümanların hukuku tabirlerini kullanacağım yerde islam hukuku tabirini kullanmışım ve kullandım. O yazılarımı tashih etme yayınlanan kitaplardaki bu kavramı değiştirme imkanım olsaydı, İslam hukuku yerini fıkıh ya da İslam fıkhı, İslam’ın fıkhı tabirlerini kullanırdım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

5 YORUMLAR

  1. Ahmet Abi:
    Modern insanın gün içinde yaşadığı sıkıntılarım yüzde kaçı klasik fıkıh anlayışı ile ilgili?
    1-) tembellik
    2-) obezite
    3-) internet başımlılığı
    4-) over-sexualized life
    5-) hırsızlık
    6-) israf
    7-) imaj, sükse yapmak, sosyal medya alışkanlığı
    😎 homeless
    9-) bilumum piskolojik sorunlar
    Bunlarım hangisinde fıkhın suçu var abi. Ya da klasik fıkıh bu sorunlara çözüm öneriyor mu?

  2. Aslında İslam Hukuku ya da sizin tabirinizle İslam’ın Hukuku, Müslümanların Hukuku gibi isimlendirme çabalarını çok da gerekli bulmuyorum. Ne derseniz deyin aslında meselenin özünü anlayabilmek önemlidir. Fıkhın belki yüzde 90’dan fazlasını içtihat oluşturmaktadır yani müçtehidin kendi çabasıyla ulaştığı galib-i zann. Ve şu da bilinen bir gerçektir ki hiçbir içtihat kat’î yani kesin bilgi ifade etmez. Bu sebepledir ki aynı konuda birden fazla doğru vardır. Bir mezhebin caiz dediğine diğerinin caiz değil demesi işte bundandır.

    Esas problemimizin bütün hayatımızı kaplayan taklit düşüncesinden kaynaklandığını düşünüyorum. İmanda taklit esas alındığı gibi amelde de taklit esas alınmıştır. Biraz da dini koruma düşüncesiyle mezheplere ve mezhep imamlarına atfedilen kutsamacı anlayış içtihatların yenilenme ihtiyacına ket vurmuştur. Analitik okuma ve düşünmenin asla öğretilmediği bir eğitim sisteminde yetişen ilim talebeleri, Hanefi mezhebinin bir fıkıh kitabını okuduğunda artık onun için İslam fıkhı o kitaptan ibaret oluyor. Oysa orada ulaşılan içtihadi hükümlerin nereden geldiği, delilleri, usul sistemi ile birlikte okuyup eleştirel bir okuma geliştirilebilse, içtihada müsait zihinler böylelikle yeni içtihatlarda bulunma cesaretini gösterebilirlerdi.

  3. Prof. Dr. Kemal Gözler—İSLAM HUKUKU MU İSLAM FIKHI MI?

    https://www.anayasa.gen.tr/sigara-haram-mi.htm
    ——————————————–
    Prof.Dr. Kemal GÖZLER–SİGARA HARAM MIDIR?

    https://www.anayasa.gen.tr/sigara-haram-mi.htm
    ——————————————-
    Prof. Dr. Kemal GÖZLER–Sigara Haram mıdır? (Eleştirilere cevaplar)
    ———————–
    VE EN KRİTİK SORUMU SORMAK İSTİYORUM…

    İslam Hukuku ya da İslam Fıkhı, bir BİLİM midir?

    Bir bilim ise eğer, BİR GAYRİMÜSLÜMÜN İSLAM FIKIHÇISI olmasının önündeki engel nedir?

    Bir gayrimüslim İslam Hukukçusu olursa eğer, ve verdikleri kararler Bir müslüman islam hukukçusundan daha isabetli olur ise, bu durumu nasıl yorumlamalıyız?

  4. Günümüzde mesele fikhin bir hukuk sistemi olmadigini ortaya koymak midir yoksa fikhi her zaman ve mekanda Islami canli ve yasanabilir kilacak bir meleke olarak öne cikarmak midir?

    • Yorumunuzun ikinci kısmı sanırım cevap olacak ki sanırım sizde onu vurgulamak istediniz bir soruyla, cevap olarak.
      Ahmet Bey de sanırım aslında aynı noktadan olaya bakıyor.
      Benim yorumunuzdan esinlenerek aklıma gelen hususta şu:

      Bugün, sorun, otoritenin, yönetimin islam hukukunu uygulaması değil, İslam hukukunun uygulanabileceği bir zemini bulamamasıdır.

      İfrat tefrit noktası tartışmasını bir kenara koyacak olursak, dünya da bunu başarmış bir ülke yok. Ne İran, Ne Arap ülkeleri, ne uzak doğu müslüman ülkeleri.

      İnternetin hayatın özü olduğu şu sistemde, yok sayılamayacağı da orta da iken, alternatifleri ile katkı sağlama, içeriklerle müspeti temsil etme dışında yapılacak birşeyin olmadığı günümüzde, İslam Hukuk tartışması zaten boşa düşüyor.

      Nitekim, günümüzde, hangi uygulayıcı olursa olsun, konu dönüp dolaşıp, yasaklamalara, engellemelere, nihayetinde baskıya geliyor.

      Tesbih taneleri bir araya düzenli gelince, imamesi olarak hukuku başa koymak idi geçmişte, bugün şirazeden çıkmış, ve doğası böyle olan bir dünya da, Fıkıh, tefsir, akaid hangi cepheden bakarsanız bakın, yapılan her girişim akim kalmak kaderini yaşar.

      Bu nedenle, evet, islamı canlı ve yaşanabilir kılacak bir meleke olarak öne çıkarma düşünceniz oldukça değerli, bu da zaten İslam hukuku tartışmalarını romantik bir zemin dışında, anlamsız kılıyor.

      Dünyayı okumak, dünyanın içinde müslümanları okumak oldukça önemli. Müslümanlar, coğrafya olarak, kendi dışında ecnebi ülkelerde yoğunca da yaşıyor ki bu meselenin bir yönü, kendi mazi coğrafyalarında yaşayan müslümanlar da başka bataklıkların içinde.

      Kendi kurtarılmış adalarında, içlerine sinmiş, teknolojiye gelişmeye kendilerini kapatmış, dolayısıyla, nihayetinde yenilmeye mahkum ama günü kurtarır yapılarla (tarikat-cemaat) müslümanlar az da olsa nefes alıyor.

      Ünlü bir fransız tarihçinin yorumuyla, “19 yüzyılda sanayileşme sürecini tamamlamamış toplumlar, hiçbir zaman gelişemezler, yarışta hep arkadan gelmek zoruda kalırlar” tespitini dün gibi hatırlıyorum. İtirazlarımız olacağı kesin olsa da, bu yargının gün geçtikçe doğruluğunu kabul etmek zorunda kalıyor ve bunun içten huzursuzluğunu da yaşıyorum.

      Kalkınma, büyüme, teknoloji, çağa uygun donanım kavramlarını ıskalamış bir müslüman dünya, bunun bilinçaltı etkisiyle, yarıştan çekilişini, ahirete yönelme diliyle bastırdığını düşünüyorum.”Bu dünya müslümanın cehennemi, kafirin cennetidir”, “Benim bu dünyadaki halim, bir ağacın altında gölgelenip gidecek bir yolcunun hali gibidir”, “İstemez misin ya Ömer, dünya onların olsun ahiret bizim olsun”, “Allah dünyaya sinek kanadı kadar değer verseydi, kafirlere ondan bir yudum su içirmezdi” vb bağlamından koparılmış, klişe haline dönüştürülmüş, mağlubiyetin tesellisi olarak bağlamı var olan duruma sabretme, önemsememe, dünya gitmiş artık elimizden bari elimizde ahiret olsuna indirgenmiş, dolayısıyla, Siyeri, islamın terakki anlayışını bypass etmiş bir anlayışa bürünmüş bir İslam dünyası var. Tabi öyle bir dünya var ise. Sloganlar ve kendi küçük Asya steplerindeki, bozkırındaki kurtarılmış alanından ahkam kesenleri bir kenara koyarsak, gerçek anlamda dünyayla yüzleşen insanlar, durumun vahametini görüyorlar.

      BUGÜN iSLAM DÜNYASI DİYE BİR DÜNYA YOK….Fethullah Gülen…
      https://fgulen.com/tr/basindan-tr/kose-yazilari/Nuriye-Akman-Zaman-Bugun-Islam-Dunyasi-Diye-Bir-Dunya-Yok

      İslam dünyası diye bir dünya olmadığını, asra ümit veren insanların dlinden duymak, aslında bir ümitsizlik değil, sorunu tam olarak tespit etme de işi.

      İslam Hukuku mu fıkhı mı tartışmalarına bu nedenle ROMANTİK TARTIŞMA dememin sebebi bu.

      Olmayan bir dünyanın, fıkhı, hukuku tartışması, bir sıralama yapılsa en sona kalır, kaldı ki, İslam hukuku ile günümüz hukukunun pek çok yönüyle örtüştüğü noktalar var. Ama kapışaçağı çok noktaların olacağını da şimdiden belli, özellikle, haklar ve özgürlükler konusunda.

      Ben ümitli miyim?

      Benim anlayışıma göre, ümit, gerçek ile hedeflenen hayal arasındaki süreçte, rasyonel bir sürecin varlığı durumunda gerçekleşir.

      Beşeri kaynaklar bunun en başında gelir ki, donanımlı insan kaynağı sanırımdon bunun ilk basamağı.
      Ardından, bu donanımlı insan kaynağının, rantabl bir şekilde, insanlığa güzel bir baharı yaşatacak nosyon, idealine sahip olması.
      Bu idealinde fikirden, eyleme dönüşüyor olması.

      Bugün donanımlı insan kaynağının İslam dünyasında yeterince olmadığını düşünüyorum. Hizmet insanı olarak bir nebze çağı anlayabilecek nosyonda insanlar var olmuş olsa da, onun şu an tırpan yediği ortada ve denklemden çekilmiş durumda. Batıya serpiştirilmiş müslüman dünyasının da, hayatta kalma yahut onun bir tık üzerinde refahı yakalama mecburiyeti dışında bir konuyla da ilgilendiklerini görmüyorum. Gayretler olsa da, daha çok kendilerini muhafazaya yönelik, küçük adacıklar oluşturma, barınaklar, yapılar, çatılar oluşturma. Eğer bu nosyonu yansıtma ruhu var ise şayet birilerinde, kalmış ise şayet, ancak bir niyet halinde kaldığı, çok ileri gidemediği de ortada. Cami cemaati ruhu dışında kurumsallaşmamış, ekonomik, sosyal hayatın içinde yerini alamamış, 60 yıllık bir batı hayatı serüveni var, müslüman dünyasının. Birer göçmen,mülteci olma ve mülteci vasıflarına uygun iş ve yaşama sahip olmanın dışına çıkamadığı kanaatindeyim. Çıkmayı istememek değil kastım, istese de çıkamadağı desem daha doğru olur.

      Bu bir cendere ve bu cendereden çıkışın çözümü girift. İmana sarılarak çözüleceğini söylemek dahi yerine göre yanlış bir anlayış olur.

      Açarsam, “İman”ı bir slogandan öteye gidemeyecek dünya da, ekonomi, sosyoekonomik hayat, kurumsal yapılar vb ile içinde müslümanlar yer almadıkça. Buna yönelik bir ilgi de görmüyorum. Ne eğitime, ne bilime, ne ekonomik hayatın içinde olmaya dair.

      Bu ilgiyi uyarması gerekenlerin, “bizim kuruma, anlayışa, yapıya para ver, kendini kurtar” söylemi dışında bir söylemlerinin olduğunu da görmüyorum. Dikkat ediniz, söylem olarak dahi görmüyorum dedim, bunu dahi bir bağlamda söylemiyorlar. Hedeflemiyorlar. Belki de, bunu söylemelerinin bu güne kadar alışageldikleri düzenlerinin tartışmaya açılmalarına netice verecekleri içindir, yahut ufuklarının yetersizlikleri, yani bilinçli ya da bilinçsiz. Ama bu olgu olarak duruyor.

      Şu anki gidişata bakarak, İslam dünyasının hali zaten ortada, ama ümit olarak lanse edilen batı da yer alan müslüman toplumlarının bir 30 yıl sonrasına yönelik düşüncem de malesef farklı olmayacak. 60 yıllık bir batı tecrübesi olan inançlı insanların, bugüne getirdikleri durum ve şu anki ivmelerine bakarak, bir 30 yıl sonra nerede olacaklarını söylemek pek mümkün.

      Saatte 50 km hızla giden bir arabanın, 3 saat sonra nerede olacağını bilmek gibi birşey bu.

      Karamsar mıyım? Bunu şu an için bilmiyorum.

      Bilmiyorum çünkü,bu u tespitlerim elbette içi doldurulacak, verilen örneklerle daha somutlaştırılacak şeyler, ama bu yazdıklarımı anlayan insanların varlığı ve sayısı artar ise, işte o zaman karamsar değilim. Ancak, dost meclislerinde açtığım da, bu söylediklerimin de bir çeşit ROMANTİK HAYAL olarak dinlenip, rutine döndürüldüğünü müşahade edince, eh işte karamsar olmamak için bir nedenim yok diyorum.

      İman, tek başına bir konu olamaz bu çağda özetle. İman, eğitim, kalkınma, müslümanın zenginleşmesi, kurumsallaşması, beşeri hayatın içnide olması, içinde bulunduğu toplumun entelektüel dünyasında olmasını gerektirecek bir şeye tohum vermez ise şayet, ahiretimizi bilemem elbette, ama bu dünya da, yine aynı tas aynı hamamın devam edeceğini, geçmişlerin test ettiği şeyi bir de bizim test edip yaşayacağmızı düşünmeden edemiyorum.

      Bir solukta, tekrar okumadan yazdım, yazım hataları için şimdiden özür. Sürçü lisan ettimse affola

      Hürmetle..

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin