İçe kapanan Türkiye’de rejimin algı yönetiminden kurtulmak

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

İçe kapanan Türkiye toplumunda uzun süredir doğru ile gerçek arasındaki bağlantı kayboldu. Fikir ile bilgi, arasındaki bağı yitirdi. Doğru, içerisinde yorum içeren gerçek algısıdır. Kabul edilen, inanılan bir şeydir. Dünyanın düz olduğuna inanılan tarihsel dönemlerde de gerçek, dünyanın küre – daha doğrusu geoid – şeklinde olduğuydu. Gerçeğin bilinmemesi, doğrunun sübjektivizmini anlayışla karşılamamızı sağlar. Yine de bu, gerçekler hakkında toplumu aydınlatma görevimizi ortadan kaldırmaz. Galileo Galilei’yi yargılayan engizisyon papazları kimdi? Ben de bilmiyorum. Bağnazlık olan gerçeğe gözlerini kapatmak, dahası gerçeği görenlerin gördükleri gerçeği inkâr etmesini sağlayacak korkunç bir baskı rejimi kurmak, gerçeği görenlerin gördükleri gerçeği ortadan kaldıramıyor. En fazla gerçeklerin özgürce ifade edilmelerini – o da kısıtlı bir süre – engelleyebiliyor. Galilei’yi dünyanın döndüğü gerçeğini inkâra zorlayan engizisyon yargıcı papazlar, onun mahkeme salonundan çıkarken “yine de dönüyor” demesine engel olamadılar. Eminim Galilei’nin çağdaşı olan birçok insanın bu gerçeği reddetmesini sağlamayı başardılar. Yine de dünyanın kendi ekseni etrafında ve güneş çevresindeki yörüngesinde milyarlarca yıldır hareket ettiğini kendi “doğrularının” endoktrine edilmesiyle ile engelleyemediler.

Gerçekler her zaman doğrulara tekabül etmiyor. Gerçeklerin algılarla olan sübjektif ilişkisi, iktidarların gerçeklere tecavüz ederek iktidar ilişkilerinin değişmesine engel olmalarına izin veriyor. İktidar, toplumsal algı kontrolünün gücün ta kendisi olduğu gerçeğini kavradığı için iktidardır. Toplumsal algının gerçeklerden daha önemli olduğunu, bu algı üzerine “doğrunun” inşa edileceğini bilir. İktidarın şizofrenisi burada başlar. İktidarın çoklu kişilik bozukluğu yaşamaya başlaması bu çelişkili durumda ortaya çıkar. Çünkü kandırılan toplumun aksine iktidar gerçekleri bilmektedir. Doğruların gerçeklerle ne denli taban tabana zıt olduğunun ayırtındadır. Gerçeklerin algısal bir “doğru” örtüsü altında gizlenmesinin, daha da fenası, bu giz perdesinin üzerine yeni bir “yapay gerçeklik” inşasının yaşamsal olduğunu da bilir.

ALGISAL DOĞRULARIN SAHTE EVRENİNDE YAŞAYANLAR

Gerçeğin doğrulardan farklılık gösterdiği toplumlar ilerlemez. Gerçeklerin reddi üzerine kurulan düzenlerde iktidarlar denetlenemiyor demektir. Bireyin ve sosyal grupların otonomileri ortadan kalkmıştır. Çoğu zaman katı sansür uygulanan bu tür toplumlarda kişiler oto-sansür uyguladıklarından, genelde sansür mekanizmasının belirli bir aşamadan sonra uygulanmasına gerek bile kalmaz. Bireyler konformizm – toplumsal beklentilere tekabül edebilmek ve iktidar baskılarına maruz kalmamak – kaygısıyla kendilerine makbul doğrulardan sahte bir gerçeklik kalesi inşa ederler ve bu kalenin surları arasındaki zavallı, ama güvenli sığınaklarında ezik varlıklarını güven içerisinde sürdürürler. İktidara bu durum korkunç bir katma-değer güç üretir. Artık sistem kendi olağan döngüsünü gerçekleştirmiştir. Algı yönetimi budur.

Davranışsal psikoloji terminolojisi ile açıklayacak olursak, algısal doğruların sahte evrenini kabullenen bireyler toplumsal kabulle, güvenlikle, itibarla, maddi çıkarlarının tatmin edilmesiyle ödüllendirilir. Algısal doğruları sorgulayan ve var olan gerçeklerle çelişkilerini ortaya koyarak tahayyüllerin yapay ve gerçek dışı evrenine zarar verenler ise tecritle, fiziksel ve ruhsal işkenceyle, yaşamsal maddi kapasitelerinin yıkılmasıyla, kendilerinin ve yakınlarının güvenliğinin ortadan kalkmasıyla cezalandırılır. Bu ödül-ceza dinamiği, algısal doğruların yinelenen şekilde onayını ve toplumun coşkun bir şekilde bu “algısal doğrular evrenine” sığınmasını dinamiğini beraberinde getirir.

George Orwell 1984 adlı ünlü eserinde tahribata uğratılan gerçekliğin anatomisini gözler önüne serer. Birinci sınıf uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi öğrencilerine girdiğim tüm “giriş” derslerinde hararetle tavsiye ettiğim bir kitaptır 1984. İlk gençlik yıllarında, daha 16 yaşında sosyalist olan bu satırların yazarı, totaliter sistemlerin bireysel özgürlüklerle olan sorununu keşfettiği üniversite yıllarında 1984’ten ve yine Orwell’ın Hayvan Çiftliği’nden çok yararlanmıştır. Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Theodor Adorno ve diğer Frankfurt Okulu okumaları, sonrasında liberal teorinin bireyi ve bireyin otonomisini merkeze alan özgürlükçülüğü, otoriteryan kişiliğe, otoriteryan yönetimlere, toplumsal çevreleme ve baskıya, dinin araçsallaştırılarak iktidarın kendisini yeniden üretimine tepki duymamı sağladı. Yine aynı çerçevede milliyetçiliğin ırkilik ve dolayısıyla ırkçılıkla olan doğal bağlantısı üzerine inşa edilen gerçekleri yoğun şekilde manipüle eden kimlik üretimine – ez cümle özgürlüklerin altını oyan her şeye – tepki duyuyorum. Bireyin otonomisinin öldüğü bir araziye uygarlık inşa edilemeyeceğine inanıyorum. Gerçeklerin, ne denli acı dolu, irite edici, sarsıcı, eskinin güvenilir sularını dalgalandırıcı, alışıldık olanı allak bullak edici olduğunun hiçbir önemi yok. Vakur bir şekilde gerçeklerle yüzleşmek! Kendine saygı gereği, “yine de dönüyor” diyebilmek!

SINIF ARKADAŞLARIMIN TUTUMUNU HESABA KATMAMIŞTIM

Hayatımda önemli bir yeri vardır Orhan Varol’un. Olmaması gereken öğretmenin canlı, ete-kemiğe bürünmüş halidir. Lise son sınıfta, 17 yaşında çocuklara matematik öğretmek yerine Galatasaray’dan, eşinin sahibi olduğu eczaneden, ehliyeti olmayanın düşeceği zavallılıktan, okuyan-yazanın ancak kâtip olacağından, kendisinin esasında matematik öğretmeni değil matematik mühendisi olduğundan bahseden, sonradan sorunlu kişilik yapısının ayırtına vardığım bir anti-pedagogdur o. Bir tek gün matematik anlatmadı. Bir tek gün!

Kimse sınavları sevmez. Sınav sorularını sınavdan bir hafta önce tahtaya yazan ve aynı sorulardan birkaçını sınavda soran bir matematik hocası, kimi öğrencinin rüyası da olabilir. Tüm arkadaşlarım inanılmaz mutluydu. Sınav sorularını teslim eden hoca sanırım eğitim evreninin Havva’ya elmayı teslim eden şeytanıydı – olması gerekenin tam zıddını temsil eden bir imtihan ki matematik sınavından bile önemli olduğunu çok sonraları anlayacaktım. Ama ben onu, sınıf arkadaşlarımın aksine, hiç sevmedim! Üniversiteye girmeyi ve akademik kariyeri kafasına koymuş bir çocuğun hummalı şekilde sınava hazırlandığı aylarda, Orhan Varol’un karşısında olması kaçınılmazdı. Müdür Yardımcısı olmasına karşın. Bir gün yine derste o bildiğimiz hikâyelerini anlatırken, dayanamayıp ayağa kalktım ve onun bize büyük kötülük yaptığını, kendisi yüzünden üniversite sınavında başarısız olacağımızı, bize matematik öğretmesi gerektiğini söyledim. Sonrasını tahmin edersiniz. Hocanın tepkisini hesaplamıştım. Buna hazırdım. Ama arkadaşlarımın tutumunu hiç hesaba katmamıştım. Kırk kişilik sınıfta bir kişi de mi çıkmaz.

Hala bir öğrencinin “Hocam biz sizi çok seviyoruz” cümlesi kulaklarımda çınlıyor. Evet, Orhan Varol’dan matematik öğrenemedik. Bunu yapmak için dershaneye gitmemiz gerekiyordu. Ama ondan bir şey öğrendim: “Doğrular” her zaman gerçeklere tekabül etmez. Ve insanlar gerçeklerin yalınlığından ziyade algısal doğrularının faydacılık kokan sahte dünyasında varlıklarını sürdürmeyi tercih eder çoğu zaman. O düş kalesinin tuğlalarını sökenlere karşı, sahte evrenin mimarının otoritesine boyun eğerler. Boyun eğdiğin sürece normal yaşamına devam edersin. Kimse sana zarar veremez. Kimse. Ama eğer boyun eğmez ve “yine de dönüyor” kulübüne girersen, başına gelmedik kalmaz.

Türkiye Orhan Varol’ların ülkesidir. Türkiye toplumu Orhan Varol’ları sever. İlk gençlik yıllarından beri bize otoriteye boyun eğmeyi öğrettiler. Bireysel tercihlerin toplumsal beklentilere tekabül etmesini saygı diye beynimize kazıdılar. Oysa saygının temeli insanın kendisine saygısıdır. Kendisine saygısı olmayanın başkasına gösterdiği saygı değil, boyun eğiştir. Kendine saygının temeli, insanın kendi doğrularının olmasıdır. İnsanın kendi tercihlerini kendisine itiraf etmesidir. O tercihlerin illa ki toplumun beklentilerine denk gelmesi gerekmiyor. Tercihleriniz toplumun karşısında, genel geçer olmayan, rahatsız edici, aykırı olan şeyler de olsa, siz sizsinizdir ve sizin tercihleriniz sizin biricikliğinizin, evrendeki merkezi konumunuzun, şahsiyet ve benliğinizin temelini oluşturur. Parmak iziniz veya irisinizin rengi gibi, sizi siz yapan öğeler sizi diğerlerinden ayırır. Bireysel otonomi budur. Farklı müziklerden hoşlanmanızın, sevdiğiniz rengin diğer kişilerle aynı renk olmamasının, okuduğunuz bir romanın diğerlerinin okuduklarından farklı olmasının, farklı mesleklere sahip olmanızın, tuttuğunuz takımın ya da tercih ettiğiniz sporun diğer insanlardan farlı olmasının temelinde bu yatar.

İNDİRGENMEYİ REDDEDİN, SORULAR SORUN

Bir çiçek bahçesinde var olan on binlerce farklı türden çiçek normal kabul edilirken, milyarlarca insanın – tıpkı yüzleri gibi – birbirinden farklı tercihleri olması neden normal olmasın? Sakın sizi bir yekûna, bir kolektife, gruba, millete, hatta mezhebe ve dine indirgemeye çalışanlar sizi kandırıyor olmasın? Unutmayın dünyaya tek geldiniz ve yaratıcınız sizi tek yargılayacak! Sorumluluklarınızda bireysel olarak mesulseniz, neden başkalarının tercihleri ne göre yaşayasınız? Hepimizin birincil görevi, kendi yaşamımızın kaptanı olmaktır.

Doğru ile gerçek arasındaki bağlantıyı kuralım. Sorular sormakla başlayalım işe. Mesela soralım: Zarrab rüşvet verdiyse ve o tapeler gerçekse, o halde Zarrab’ı soruşturan polisler ve kovuşturan polislerin başına gelenleri nasıl açıklayacağız? İktidarın sunduğu söylemin “algısal doğruları” bariz şekilde sırıtıyor, 15 Temmuz’un çelişkileri retorik sise boğuluyor, mahkeme süreçleri Saray’da sonuçlanıyor, yapay algılar şablonundaki figüranlar vatanseverlikle vatana ihanet spektrumunda sürekli gidip geliyorsa; iktidar kontrolündeki medya olgusal gerçekliğin dışında yaratılan algısal doğruluğun kumuna başını gömdüyse; rüşvet alan siyasetçilerin ceplerini doldurmak için ülkelerinin ulusal çıkarlarını satılığa çıkardığı dışarı taşmış durumdaysa; on binlerce insan, var olan kanunlara değil, rivayetlere ve “algısal doğrulara” göre içeri alınmışsa ve artık hiç kimse maddesel kanıtlarla ilgilenmiyorsa; yine de “ama yine de dönüyor” diyebilecek miyiz?

O sınıfın içinde titreyerek, ödeyeceği bedelinin ayırtında olarak ayağa kalkmış olan, tüm arkadaşlarını karşısına almak pahasına gördüğü gerçeği söyleyen 17 yaşındaki çocuğa saygımdan, hayatım boyunca başkalarının duymaktan hoşlanmayacağı şeyleri söyleyeceğim. Korkunca gözlerini kapatanlardan mısınız yoksa bilakis gözlerini açanlardan mı? Gerçeklerle herkesin sorgusuz-sualsiz kabul ettiği “doğrular” çeliştiğinde, siz hangisini seçersiniz?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Selam
    Şimşek çaktığında bir anlığına görünen gerçeği gören değil..görünen gerçek te değil…çakan O Şimşeğin bizzat kendisi olmayı tercih ederim! ve bir anlığına değil fakat devamlı çakan bir şimşek

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin