Hz Ömer, Muvafakat-ı Ömeriyye ve tarihi okumak [Abdullah Salih Güven]

İlk defa A.Turan Alkan’ın bir yazısında okumuştum, “Tarih, inanç alanı değildir” sözünü. Doğru söylüyor. Tarih ne inanç alanıdır ne de inancın, imanın, itikadın konusudur. Tarih tarihtir. Sokaktaki vatandaştan siyasetçisine, sanatçısından akademik dünyanın en parlak simalarına varıncaya kadar hemen herkesin bildiği bu gerçeği, yazar neden vurgulama ihtiyacı hissetti? Cevabı açık bu sorunun: çünkü genelde Müslümanlar özelde de Anadolu Müslümanlığı ‘tarihi’ bir inanç alanı olarak görür. Daha da ötesi tarihi, siyah ve beyaz olarak okur. İkili bir tarih anlayışı vardır Anadolu insanının. Yücelttiğini tam yüceltir, yerin dibine batırdığını da tam batırır. Yücelttiğine neredeyse İlahi vasıflar verir; batırdığını da battığı yerden kimse çıkartamaz. Nedense ara bir ton yoktur bizim tarih anlayışımızda.

SİYASİ VE DİNİ TARİHTE YÜCELTTİKLERİMİZ, YERİN DİBİNE BATIRDIKLARIMIZ

Özellikle siyasi tarihte kendisini çok daha net bir şekilde gösterir bu yaklaşım. Bakın Türkiye’nin yakın çağ tarihine. Cumhuriyetin kuruluşunda itibaren ele alın ya da Osmanlı’yı. Rejimin resmi görüşünün hâkim rol oynadığı zihniyet, neyi ne kadar bilmemizi, neyi nasıl bilmemizi, kimi nereye ve nasıl koymamızı istiyorsa ona göre bir söylem üretir ve o söylem üzerinden biz, düşüncelerimizin istikametini belirleriz, kendimize çeki düzen veririz. Bu görüşün dışına çıkmak, farklı perspektiflerden farklı düşünceler geliştirip muhalif bir sonuca varmak, şu da olabilir veya şu da olamaz mı demek, artık bizim gibiler için çok lükstür. İlkokuldan üniversitelerde okutulan resmi tarih anlayışının kitapları bunun en büyük delilidir. Haksızlık etmeyelim ve bir cümle ile istisnaları da var, bu anlayışta kırılmalar da yaşanıyor diyelim ama bu kırılma adı üzerinde şimdilik istisnaî bir mahiyet arz etmekte.

İslam tarihi daha doğru bir nitelendirme ile Müslümanların tarihi söz konusu olduğunda da hemen hemen aynı şey geçerlidir bizim zihin dünyamızda. Çocukluğumuzdan beri yazılı ya da sözlü olarak bize öğretilen tarih bilgimiz ve o tarihte rol oynayan şahıslara bakışımız, yukarıda çizmeye çalıştığımız çerçevenin dışında değildir. Hâlbuki tarihten, tarihe mal olmuş hadiselerden bahsediyoruz ve kesinlikle biliyoruz ki bu tarihi hadiselerde başat rolü oynayan seksiz ve şüphesiz insandır. İnsan ise, potansiyel düzlemde doğru ve yanlış yapma ihtimali bulunan bir varlıktır. İlahi inayetin özel bir lütuf ve ihsanıyla koruması müstesna, adına insan dediğimiz varlık her zaman hata yapabilir, her zaman İlahi iradeye muvafık doğru eylemleri yapamayabilir. Nitekim Hz. Âdem’den itibaren hemen her insanın şahsi hayatında da, insanlardan müteşekkil küçük ve büyük gruplardan oluşan toplulukların hayatında da pratik olarak bunu görme imkânı vardır.

HAZRETİ ÖMER ÖRNEĞİ ÜZERİNDEN GİDERSEK

Ben çerçevesini çizmeye çalıştığım bu zihniyet adına Müslümanlık tarihimizden bir örnek sunmak isterim: Hz. Ömer (ra). Hz. Ömer, Sünni dünyanın elinde devasa bir şahsiyet ama aynı Ömer (ra) Şii dünyanın zihninde, kalbinde ve dilinde neredeyse ‘şeytan’dır. Başlangıcı itibariyle kökeninde teolojinin değil siyasetin rol oynadığı görüş ayrılıklarının bu iki bakış açısına etkisi elbette vardır, hatta tabir caizse melek ve şeytan olarak resmedilen bu iki Ömer konusunda mesele çeşitli rivayetler uydurmaya kadar uzanmıştır. Hâlbuki tarihi hadiseleri ve o hadiselerde rol oynayan Hz. Ömer’i kendi şartları içinde ele alsak, Hz. Ömer’i mübalağalı bir şekilde abartmadan veya aynı ölçüde yermeden daha iyi anlamış ve hakikate çok daha büyük hizmet etmiş oluruz. Bu anlayış bizim hem İslam anlayış ve algımıza, hem de bugün yüz yüze olduğumuz ve çözmekle mükellef bulunduğumuz nice nice hadiselerde ilham ve ışık kaynağı olur.

Hz. Ömer denince akla gelen ilk şeylerden birisi muvafakat-ı Ömeriyye’dir. Sayısı hakkında ihtilaf bulunan bu görüşler hayatın tabii akışı ve seyri içinde Hz. Ömer’in seslendirmiş olduğu düşünce istikametinde nazil olan ayetlerle tespit edilmiştir. Muvafakat-ı Ömeriyye bu demek zaten. Hz. Ömer’in şahsî düşüncelerinin İlahi iradeyle örtüşmesi. Başka bir ifadeyle İlahi iradenin tercihinin Hz. Ömer’in düşünce, görüş, kanaat ve içtihadına muvafık olması. Tesettür ayetleri, Bedir esirlerine nasıl davranılacağı, meşhur münafık Ubeyy b. Selül’ün cenaze namazını Hz. Peygamberin kıldırmama isteği bu bağlamda ilk akla gelen örneklerdir ki bunların hemen hepsi de ulemanın sahih dediği rivayetlerle sabittir. Ama aynı Ömer’in (ra) İlahi iradeye muvafık olmayan başka görüşleri de vardır. Mesela, Hudeybiye sulhu anlaşmasına hem de alabildiğine sert bir şekilde karşı çıkması. Rivayetlere göre bu çıkışından dolayı Hz. Ömer ömrünün sonuna kadar pişmanlık yaşamış, tevbe ve istiğfarda bulunmuş ve sadakalar vermiştir.

İKİ FARKLI ÖMER (RA) VAR…

Özetle ifade edecek olursam, Hz. Ömer’in hayatına bir bütün olarak baktığımıza görüyoruz ki Hz. Peygamberin (sav) sağlığında yapıp-ettikleri ile Hz. Ebu Bekir ve kendi hilafeti dönemindeki yapıp-ettikleri birbirinden farklı iki ayrı karakter çizmektedir. İlkinde Hz. Peygamberi tek başına öldürmeye gidecek kadar cesur, Müslüman olduktan sonra elinde kılıç hemen İslam muhalifini öldürmeye azimli, herkesin kendisinden çekindiği sert ve haşin karakterli, Anadolu tabiriyle (hâşâ ve kellâ) deli-dolu bir Ömer, ikincisinde ise alabildiğine aklı başında, devlet aklını temsil eden ve yaşadığı dünyanın siyasi, ekonomik, kültürel gerçeklerine vakıf, sadece bugünü değil yarınları da düşünen uzak görüşlü, gerek Kur’an ayetleri gerekse Hz. Peygamber tatbikatını derin bir anlayışla yorumlayan rasyonel ve aklı başında bir Ömer. Bu bütüncül bakış bize şunu düşündürüyor: özellikle Hz. Peygamberin sağlığı döneminde onu yücelten veya yeren rivayetler Şii-Sünni ayırımında Hz. Ömer’i müdafaa etmek veya yermek için tarafların üretmiş olduğu uydurma ve mübalağalı haberler ve beyanlar olabilir.

İsterseniz buradan yazının başında belirttiğimiz tarih anlayışımızdaki olguya geriye dönebilirsiniz: sevdiğini tam sevmek, yerdiğini tam yermek. Sevdiğini göklere çıkartmak, yerdiğini yerin dibine batırmak. Hâlbuki bu ikisinin ortası var ve olmak zorunda. Çünkü muhatabımız insan. İnsan ise hem meleklerle hem de şeytanlarla at başı yarış yapabilecek bir mahiyete sahip.

Sözlerimizi yine A. Turan Alkan’ın o sözüyle bağlayalım: Tarih inanç alanı değildir. Tarihi, tarihe mal olmuş hadiseleri ve şahsiyetleri doğru anlamak onlara hakiki değerini vermek demektir. İster övme ister yerme amacıyla yapılsın seçici ve tek taraflı bir tarih okuması ise tarihi tahriftir. Böyle bir yaklaşımda en çok kaybeden tarihe mal olan şahsiyetler değil, onlardan istifade ile bugün ve yarınlarına yön verecek bizleriz. Bilmem farkında mıyız?

Aslında Hz. Ömer örneği üzerinden dile getirdiğimiz bu yaklaşımı “Aziz ve Necip Türk Milleti”, “Devlet-i Aliye”, “Asr-ı Saadet” ve “Altın Nesil” gibi kavramlar üzerinde de düşünmemiz lazım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin