Hep kahır, hep kahır!..

Yorum | Bülent Keneş

Pek çok mutluluk tanımı arasında en çok hoşuma gideni “Mutluluk, insanın kendisi için dilediğini Allah’ın murat etmesidir,” der. Bu tanımın anahtar kelimesini oluşturan ‘dileği’ tekillikten çıkarıp çoğullaştırdığımız, kapsamını genişlettiğimiz ya da daha genele teşmil ettiğimiz ölçüde doğal olarak mutlu olabilme, mutlu kalabilme ihtimalimiz azalır. Bu yüzden, birçok köşesinde her gün büyük dramların yaşandığı küçülen günümüz dünyasında insanların, tabii hala insan kalabilmişlerse şayet, mutlu olabilmeleri, mutlu kalabilmeleri imkansız olmasa bile mucize kabilinden bir şeydir.

‘İnsanlar,’ kendileri için dilediklerinin başlarına bir türlü gelmemesinden değil sadece, hem başkalarının kendileri için dilediklerini hem de kendilerinin başkaları için dilediklerini Allah’ın murat etmemesinden de mutsuz olabilirler. Belki tuhaf bir denklem bu, ama insan insan olabildiği, insan kalabildiği ölçüde mutsuzluğunun artma potansiyeli bulunuyor. Hatta olayların serencamesi içerisinde aranan huzur ve mutluluğun yerini zamanla sürekli kendisini tazeleyerek derinleşen kesif bir kahır bile alabiliyor.

Tam yirmiki aydır zindanda çile dolduran çok değerli fikir adamı, Zaman gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan’ın 8 Haziran günü mahkeme salonunda, kendisi gibi onbinlerce masumun karşı karşıya kaldığı gaddarlıklar ve hoyratlıklara dair yaptığı tarihi savunmanın her cümlesi, hiç şüphesiz ki, son derece kayda değerdi. Her kelimesi bu devrin devlet kılığına girmiş ahlaksız çetelerinin, din kisvesine bürünmüş dinbaz zalimlerinin alçaklıklarının hükmünü gelecek nesillere ve tarihin yargısına emanet eder nitelikteydi.

MUZDARİP OLDUĞUMUZ EN CİDDİ SORUN AÇIK YA DA GİZLİ KAHIR…

İçeriğini, hala Türkiye’de yaşıyor olup da haysiyetine, insanlığına ve mesleğine ihanet etmemiş bir avuç gazeteciden bazılarının sosyal medyada yaptığı paylaşımlarla ancak kırık dökük öğrenebildiğimiz bu tarihi savunmanın tamamı tabii ki çok etkiliyeciydi. Ama benim asıl dikkatimi çeken, daha doğrusu rikkatime dokunan, bu savunmadan ziyade avukatı Faruk Zorba’nın “Ahmet Turan Alkan cezaevinde yaklaşık 30 kilo kaybetti. Kendisi bahsetmedi ama sağlık sorunları var. En ciddisi de KAHIR,” sözleriydi.

Zorba’nın bahsini ettiği kahrın derinliğini ve yolaçtığı ruhsal ve fiziksel tahribatı ise ilerleyen saatlerde sosyal medyaya düşen bir fotoğraf karesi hepimize gösterdi. Sadece o eski Ahmet Turan Alkan’dan değil, o eski Mümtaz’er Hoca’dan, Mustafa Ünal’dan ve her daim gülümseyen yüzüyle hatırladığım sevgili İbrahim Karayeğen’den de eser kalmamıştı artık. Görünen oydu ki, uğradıkları haksızlıklar ve bu haksızlıklara karşı kimselerin tek kelime etmemesi sebebiyle yaşadıkları kahır hepsinden çok şeyler alıp götürmüştü.

Lanet olası bu kahrı, Hilmi Yavuz’un bir şiirinde “Hüzün ki en çok yakışandır bize / Belki de en çok anladığımız” şeklinde, yani tarifsiz bir çaresizlikle methettiği hüzünle karıştırmamak lazım. Kahır, elbette ki ağır bir hüzün içerir ama hüzünden çok öte bir şeydir. Hüzün gibi o da his dünyamıza aittir ama o kadar derin bir acıdır ki kahır, o derece derinden derine işleyen bir üzüntüdür ki insanı içten içe kemirir, yer bitirir ve apansız deviriverir.

Kadir kıymet bilmez bir yozluklar ve yobazlıklar ülkesinde değeri bilinmeyen Ahmet Turan Alkan’dan, daha nelerin nelerin yanında 30 kilosunu alıp götüren işte böyle bir kahırdır. Yine o kahırdır ki, bazılarının hayatlarına, bazılarının ruh ve akıl sağlıklarına, bazılarının en temel inançlarının sarsılmasına ve bazılarının darbe üzerine darbe indirilen yaşamla olan bağlarının kopmasına sebep oldu. Çevrelerine belli etseler de etmeseler de yine o kahırdandır ki, yüzlerce binlerce insan hastalandı. Yüzlerce insan hayatını kaybetti. Onbinlercesi ülkesine, milletine, ailesine, aralarına doğduğu insanlara, dünyaya küstü. Yerini yurdunu, evini barkını terketmesine yol açtı o kahır…

KİMİMİZ ESMA, GÜLSÜM VE UĞUR, HEPİMİZ FERİDUN OLMADIK MI?

Hakikaten de, insanların aymazlığını, umarsızlığını, umursamazlığını, duyarsızlığını, hoyratlığını, insanlıktan yoksunluklarını, semtlerine empati ve sempatinin zerresinin uğramadığını gördükçe düçar olduğumuz kahır kat be kat katlanmadı mı? Bazılarımızın kırgınlığı, küskünlüğü ve çaresizliği kendi ellerimizle hayatlarımıza son vermeye kadar dayanmadı mı? Kahır, bazılarımızın yaşama sevincini, bizi hayata bağlayan tüm bağları içten içe kemirmedi mi, yiyip bitirmedi mi? Kimimiz sırtladığımız çocuklarımızla hicret yollarındayken kahrımızdan yitivermedik mi?

Kimimiz huyunu suyunu bilmediğimiz bir ülkenin mülteci kamplarında yaşamak zorunda kalmanın kahrıyla yıkılıverdik mi? Kimimiz kendi başımıza gelenlerle, kimimiz iyiliklerini ve masumiyetlerini kendimizden iyi bildiğimiz insanlık numunesi insanların başlarına gelenlere şahit olup da elimizden bir şey gelmemenin verdiği çaresizliğin yol açtığı kahır yüzünden söz geçiremediğimiz kalbimizden vurulup yere yığılmadık mı?

Kimimiz ülkemizden olup yudum yudum yudumladığımız gariplik duygusuyla adımladığımız muhacirlik yollarında yitip gitmedik mi? Kimimiz son nefeslerimizi önümüzde büyüyüp geçit vermeyen o nehirlerin, bel bağladığımız o dalgalı denizlerin soğuk ve karanlık sularına emanet etmedik mi? Kimimiz hasbelkader sığındığımız bir ülkenin sesiz ve tenha bir parkında, köşesine ilişiverdiğimiz yapayalnız bir bankta devrilivermedik mi? Kimimiz Gülsüm, kimimiz Esma, kimimiz Uğur, hepimiz Feridun olmadık mı?..

ERDOĞAN ZULMÜ, ÇOCUKLARI ÇOCUKLUKLARINDA İHTİYARLATTI

Sayamadıklarımız, adını koyamadıklarımız belki kat be kat fazla ama, bu ifritten dönemde kahrından hayatını yitirenlerin sayısının yüzlerce olduğunu tahmin etmek güç değil. Stockholm Center for Freedom’ın (SCF) bazı nesnel sebeplere dayandırabildiği intihar ve şüpheli ölümlerin sayısının daha şimdiden 115 olduğunu düşünecek olursak diğer tüm alıp götürdüklerinin yanında, kahırdan hayatını yitirenlerin sayısına dair de bir fikir edinebiliriz belki. Ama unutmayalım ki, bu kahredici süreçte yitirilenler sadece yitip giden masum hayatlardan ibaret değil. Neticede, Üstad Bediüzzaman’ın “Harbi Umumiyi gören (çocuk bile olsa) ihtiyardır,” sözünü bugünlerde sıklıkla hatırlayıp aklımızda paslı bir mıh gibi tutmuyoruz boşuna…

Dinbaz mürai Erdoğan’ın liderliğinde, sarıklı/sarıksız şarlatanların desteğinde, on milyonların sessizlikleriyle verdikleri rıza sayesinde icra edilen alçakça zulümler yüzünden binlerce insan gencecik yaşlarında ve hatta aklı yeni yeni ermeye başlayan 3-5 yaşındaki çocuklar bile, şu son birkaç yılda yaşadıkları yüzünden gözlerimizin önünde adeta bir dünya savaşı görmüşcesine ihtiyarlayıverdi.

Nasıl ihtiyarlamasınlar ki? Kimileri zindanlarda dünyaya geldi. Kimileri süt kokulu nefesleriyle ana kucağında zindanlara düştü. Kimileri zindanlara atılan anne-babalarının şefkat dolu bağrından mahrum kalıp onların özlemiyle yanıp tutuştu. Kimileri hicret yollarında minik adımlarla ya da emekleyerek sınırlar aştı. Binlercesi bir bilinmeze yol aldı. Kimileri en güzel günlerini mülteci kamplarının soğukluğunda geçirmek zorunda kaldı. İlahi adalet tecelli ettiği gün herbirinin Cehennem’de sönmeyen birer kütük olacaklarından zerre şüphe duymadığımız aşağılık zalimlerin zulümleri yüzünden Furkanlar, Feridunlar gibi hep çocuk kalıp Cennet bahçelerinde koşturanlar da oldu bu süreçte… Sureten belki çocuk kalsalar da, içten içe çektikleri dilsiz acılar yüzünden sireten onlarca yıl ihtiyarlayan çocuklar da…

Tüm bu kahredeci dramlar arasında en kahredicisi, düne kadar şu ya da bu şekilde ama hemen hemen herkesin hayatına dokunan toplumun en güzide, en hayırhah insanlarının başına gelen  korkunç trajediler karşısında milyonların vurdumduymazlığıydı. En yakınlarının bile duyarsızlığı ve hatta yapılanlara destek olmaları, “oh olsun”culuklarıydı. Bir harami şarlatanın peşine takılan ruhu çekilmiş, insafını ve insanlığını yitirmiş milyonlarca kalpsiz cesedin, kendi öz çocuklarını kendi elleriyle boğazlamalarıydı. Suçsuz günahsız yere kendi öz evlatlarının kanlarına girmeleriydi. Kendi kanlarından, kendi canlarından bir can olanların başlarına musallat olan ahlaksız zalimlerin zulümlerini her kansıza nasip olmayacak bir kansızlıkla kana kana alkışlamalarıydı.

DOST BİLDİKLERİMİZ KENDİ İNSANLIKLARINA İHANET ETTİ

Yalan mı? En dost bildiklerimiz, zalimden korkuları yüzünden ya da menfaat beklentisiyle kendi insanlıklarına ihanet edip bizden yüz çevirdi. Kapıları suratlarımıza kapadı. Bugüne kadar bizden iyilikten başka bir şey görmeyen en yakınlarımız en adi iftiracılarımız oldu. Maruz kaldığımız en ahlaksız yalanlar, en şerefsiz iftiralar, en insanlık dışı muameleler ve işkenceler karşısında bile 80 milyonluk kalabalıktan “Yahu el insaf!” diyen hakkaniyetli tek bir ses duyamadık. Arkamıza önümüze, sağımıza solumuza bakındık. Diyojen’in gündüz gözüne elinde mumla aradığı gibi 80 milyon içerisinde insan kalabilen bir insan aradık. Ama heyhat!.. İşte asıl bu insafsızlık, bu vicdansızlık, bu vefasızlık, bu insansızlık kahretti o güzelim insanları…

Yüzbinlerce masum insan işlerinden aşlarından edildi. Onbinlerce masum kadına, elleri kelepçelenip atıldıkları nezarethanelerde günlerce işkence edildi. Binlercesi cezaevlerine tıkıldı. Yüzlercesinin zindan çilesine birkaç aylık bebekleri de eşlik etti. İnsanlık dışı onca zulüm ve işkence karşısında, ne tuhaftır ki, ne yer yerinden oynadı ne utançtan yer yarılıp da insanlar utançlarından yerin dibine girdi ne de gök kubbe yıkılıp da başlarına geçti… Kederle kahırla sınananlar bir kez de ilahi adaletin tecelli vakti ile sınanır oldu. İnsanlardan umut kesildikçe umutlar Gayretullah’a yöneldi. Beklendi… Beklendi… Beklendi… Hala bekleniyor…

Şurası muhakkak ki, insanlıktan bi-nasip ahlak ve vicdan yoksunu haysiyetsiz zalimlerin varlığı sadece bize özgü bir trajedi değil. Bizim hepimizi kahreden asıl trajedimiz, bu tür ahlaksız zalimlere dur diyebilecek asgari bir insanlıktan ülke ve millet olarak mahrumiyetimiz… Ne demek istediğimi somut bir örnekle anlamak isteyenler, son bir haftadır dünyayı sarsan ABD’deki göçmen çocukların ailelerinden ayrılması tartışmalarına şöyle bir bakıversin. ABD Başkanı Donald Trump’ın, Meksika’dan aileleriyle birlikte yasadışı yollardan ABD’ye geçen 2000 çocuğu anne-babalarından ayırma girişimi karşısında Amerikan ve dünya kamuoyunun nasıl ayağa kalktığını görüp insafsızlık karşısında gösterilmesi gereken insanlığın nasıl bir şey olduğunu görüversin.

Şayet insanlığını tamamen yitirmemiş olsaydı kendi çocuklarına yapılan ahlaksız zulümler karşısında Türkiye’de de böyle bir tavrın bir nebze esamesi okunabilirdi belki. Ama görüyorsunuz işte, ne esamesi ne de zerresi var… Çok tuhaf, çok acı ama gerçek…

SÖYLEYİN SÖYLEYİN, YALAN DA OLSA HOŞUMUZA GİDİYOR…

Yıllar önce tercihin insafsızlıktan yana yapıldığı ve iktidarından muhalefetine topyekün insanlığın yitirildiği işte bu ülkede bu Pazar bir seçim yapılacak. Sandıklar kurulacak… Bir heyecan bir heyecan insanlar oy sandıklarına koşacak… Önemlice bir kısmı, tarihi bir sorumluluk duygusuyla, oy kullanmakla kalmayacaklar sadece harami dinbaz zalimin oyları adi bir hırsız gibi çalmaması için ellerinden geldiğince tedbir de alacaklar.

Şu ya da bu sebeple İslamofaşist Erdoğan rejimine muhalif olanlar, ahlak yoksunu dinbaz haramilere karşı sandık başında her türlü tedbiri almakta haklılar tabii. Neticede Erdoğan ve yandaşlarının oy çalacağı, hile yapacağı, kirli iktidarlarından olmamak için ellerinden geleni artlarına bırakmayacakları, icap ederse ülkeyi yakıp yıkıp yangın yerine çevirecekleri daha şimdiden dünyanın dilinde. Ne diyelim, Allah fırsat vermesin…

Hepimizi kahreden o yukarıda anlattıklarım ışığında, hani şayet bir mucize olur da, sandık yoluyla ülke Erdoğan’dan kurtulursa bütün sorunlarımız sahiden hallolmuş mu olacak peki? Muktediriyle muhalefetiyle topyekün yitirdiğimiz insanlığımız ülkeye hemen dönüş mü yapacak?.. Yaşananların tek müsebbibi ahlak yoksunu Erdoğan ve yandaşları olsaydı şayet tabii ki böyle bir umudumuz olabilirdi. Ama vaziyet pek öyle değil. Burada insanlığın tamamen tefessüh ettiği bir ülkeden bahsediyoruz.

Seksen milyonun yarısı özellikle Hizmet Hareketi mensuplarına, Kürtlere ve sol hareketlere  yapılan alçakça zulümlere doğrudan ortaktı ortak olmasına ama bu zulümler yapılırken diğer yarısı neredeydi peki? Kayda değer hakkaniyetli bir duruşlarını göreniniz, çöldeki vaha şöyle dursun yalancı bir serap misali de olsa azıcık nefes aldırıp ferahlık veren bir seslerini duyanınız oldu mu? “Yahu bırakın bunları, alçakça zulümlere açıktan ya da gizli, doğrudan ya da dolaylı destek olmasalardı yine kafiydi,” deyişinizi duyar gibiyim…

Milyonlarca masum insanın yaşadığı kahır da işte bu yüzden değil mi zaten? Bu ülkede sorun olan sadece zalim muktedirlerin insafsızlığı değil, muhalif geçinenlerin insansızlığıdır da… Yine de de umarım muhalifler harami zalimin ahlaksız saltanatını alaşağı etmeyi başarır. Son dönemde gördüğümüz ibretlik örneklerin aksine, kim bilir belki bu sefer tac giyen baş akıllanır da… Belki ülke yeniden kaybettiği insanlığına kavuşma yolunda bir nebze yol alır…

Ne bileyim belki o zaman Nazım Hikmet’in aşağıdaki dizelerine ilham veren, ama maalesef ne kendisi ne de kendisiyle aynı kaderi paylaşan Ahmet Kaya, Yılmaz Güney ve niceleri için gerçekleşen o özlem, bugün gurbet ellerde ya da zindanlarda kahır çekenler için gerçek olur. Kimbilir?..

Böyle bir şey belki olur belki olmaz, ama olsun durmayın siz de söyleyin… Yalan da olsa hoşumuza gidiyor, söyleyin… Ne de olsa umut mazlumun ekmeği, ye Memet ye!..

Bana İstanbul’u anlat

Dur bırak,

kaynasın kahvenin suyu.

Bana İstanbul’u anlat nasıldı,

bana Boğaz’ı anlat nasıldı?

Haziran titreyişlerle, kaçak yağmurlarla,

yıkanmış kurumuş o yedi tepe

ana şefkati gibi sıcak güneşte

insanlar gülüyordu de

trende vapurda otobüste

yalan da olsa hoşuma gidiyor

söyle …

 

hep kahır, hep kahır, hep kahır

bıktım be!

 

dur bırak kalsın açma titreyişim,

bana İstanbul’u anlat nasıldı?

Şehirlerin şehrini anlat nasıldı?

Beyoğlu sırtlarından bir yasak

gözlerimle bakıp,

köprüler, Saray burnu, minareler ve Haliç’e

deyiverdim bir merhaba gizlice.

insanlar gülüyordu de,

trende vapurda otobüste,

yalan da olsa hoşuma gidiyor,

söyle …

 

hep kahır, hep kahır, hep kahır

bıktım be!

 

dur kıpırdama kal biraz öylece

ne olur

kokun İstanbul gibi,

gözlerin İstanbul gecesi gibi,

Şimdi gel sarıl bana kınalım,

gök kubbenin altında

orda da beraber

çok şükür diyerek,

yeniden başlamanın hayali

hasretimin köyünde sanki bir

pınar gibi

insanlar gülüyordu de

trende vapurda otobüste

yalan da olsa hoşuma gidiyor

söyle…

 

hep kahır, hep kahır, hep kahır

bıktım be!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Bülent Bey,

    Cesaretinize hayranlık duyuyorum.

    Sadece bizim mazlumu değil tum mazlumları dile getirmeniz çok mutlu ediyor bizi.

    Kötü, hep düşman değildir. Kendi yaptığımız/ortak okuduklarımızı da dile getirerek kötülüğe direnelim.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin