Hanefi inancı olmaz be kardeşim!

YORUM | AHMET KURUCAN

Yazacağım o kadar çok konu var ki! Birçoklarının ön hazırlıklarını da yapmışım. Ama mutlaka araya bir şeyler giriyor ve beni yazma planımdan kopartıyor. Aşağıda okuyacağınız yazı da bunlardan biri.

Geçenlerde birisini dinliyorum. Kendi çapında dini ilimlerde belli bir yere sahip. Kamuoyunda kabullenilmişliği de var. Ayasofya’nın ibadete açılması konuşuluyor. Sözün akışı içinde bir yere geldi ve “Hanefi inancına göre” dedi. İşte orada zihnen ve fikren koptum. Bu söz üzerine aklıma üşüşen düşünceler beni benden aldı, elimden tuttu ve bambaşka yerlere götürdü. Hayalen ve fikren o meclisten uzaklaşırken dilimden “Hanefi inancı olmaz be kardeşim!” cümlesi dökülüyordu.

Evet, aynen böyle. Hanefi fıkhına göre olur, Hanefi mezhebine göre olur, Hanefilerin fıkhî görüşlerine göre olur, Ebu Hanife’ye göre olur ama Hanefi inancına göre olmaz be kardeşim! Gerçekten olmaz. İzah edeyim.

Fıkıh, sözlük ve kavram itibariyle farklı anlamlara sahiptir. Fıkhın genel kullanımını ve gelenek içinde oturmuş olduğu anlamı nazara alacak olursak o, hukukla eşdeğer bir mana ifade eder. Ben şahsen bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Hatta “İslam fıkhı ve İslam’ın fıkhı” tabirine amenna ama “İslam hukuku” tabirinin çok yanlış çıkarımlara vesile olan bir kavramsallaştırma olduğunu kanaatindeyim. Zira özü, mahiyeti, ruhu, maksadı itibariyle bütün zaman, mekân ve insanlara verilen mesajda inanca yönelik tevhit, nübüvvet ve haşir esaslarını sosyal hayatı düzenleme adına da genel ilkeler ve prensipler getiren İslam dininin “İslam hukuku” tabiriyle dar bir alan sıkıştırıldığı ve daha da ötesi bu isimlendirmenin % 90’ı beşeri düşünceler ürünü olan dinamik içtihatlara hem İlahilik hem statik bir mahiyet kazandırdığını dün tarihte, bugün de yakın ve uzak çevremde gözlemliyorum.

Hanefi fıkhı, bu beşerî düşünce ekollerinden birinin üretmiş olduğu hukuki görüşler mecmuasına verilen isimdir. İmam Azam bu ekolün baş mimarı, kurucusudur. O, hukuki düzlemde dini metinleri merkeze alan yorumlar yapmış, yaşadığı dönemin soru ve sorunlarına yönelik birçok çözüm önerileri getirmiş, içtihatlarda bulunmuş ve fetvalar vermiştir. Kendisinin vefatından sonra ortaya çıkartılacak olsa da o, bütün bunları yaparken belli bir metodoloji takip etmiştir. Talebeler yetiştirmiş ve yetiştirdiği talebeler de aynı usulü geliştirerek kullanıp gerek hocalarının sağlığında gerekse vefatından sonra birçok fıkhî hükme imzalar atmıştır. İşte Hanefi fıkhı dediğimiz şey, İmam Azam, talebeleri ve onların izinden giden ulemanın ortaya koydukları hukuki görüşlerin tamamına verilen isimdir.

Kısaca çerçevesini çizdiğimiz ibadetler başta olmak üzere mirasa kadar uzanan hukuki bağlamdaki hükümler/içtihatlar/görüşler/kanaatler/düşünceler/fetvalar bilginin konusudur. Kabul edersin ya da etmezsin. Ama bu kabulü veya reddi ifade ederken iman/itikad ekseninde kullanılan tabirleri kullanamazsın, “inanıyorum” veya “inanmıyorum” ya da “Hanefi inancına göre, Hanefi itikadına göre” diyemezsin. Zira sözü edilen fıkhî görüşler imanın, inancın ve itikadin konusu değildir.

Burada cedel içine girip “inanç dedim, iman demedim” gibi ucuz müdafaa yollarına sapılmamalı, iman ile inanç birbirinden ayrıdır” denilmemeli. Doğru, inanç iman demek değildir. Daha çok Arapça’daki itikad kavramına taalluk eden bir karşılığa sahiptir. İngilizce’deki “faith” ve “believe” ayrımında olduğu gibi. Fakat Türkçemizde iman ile itikad, iman ile akide ve iman ile inanç eş anlamlı bir şekilde kullanılır. Bu kavramları anlam çerçevesine sadık kalarak ne halkımız ne de akademik çevre kullanıyor. Bana bu yazıyı yazdıran da zaten böyle özensiz bir kullanım değil mi?

İmanın mahalli kalptir. Rasyonel gerekçelerle desteklenebilir ama şu unutulmamalı iman’ı bilgi nesnesi haline getirmek, imanı iman olmaktan çıkartır. Bütün dinler ve inançlar için geçerlidir bu. Böylesi bir çaba imanın büyüsünü bozar. Ayrıca tecrübi bir temele sahip değildir iman. Olsa da subjektiftir, objektif değil. Objektif olsa bu, aklın elinden irade ve ihtiyarı almak manasına gelir ki bu durum Kur’an’ın beyanları içinde dünyanın imtihan meydanı olması, ahiret, hesap, cennet ve cehennemin yaratılışını anlamsız ve izah edilemez hale getirir.

Muhammed Şebusteri’nin İman ve Özgürlük kitabında dediği gibi iman kimyasal bir iksir gibidir. Şöyle der Şebusteri: “Bu âlemin bir yaratıcısı olduğuna inanmak iman değildir. Bu sadece bir inançtır. Doğru ve iyi bir inançtır da üstelik. Ama böyle bir inanç iman değildir. İman bilgi de değildir. Bazı teolojik önermeleri bir kıyas oluşturacak şekilde bir araya getirerek sonuçta bu âlemin bir yaratıcısı olduğu bilgisini elde etmek mümkündür. Ama böyle bir bilgi iman değildir. İman yakîn, bilim ve felsefe de değildir. Bütün bunlar olmadığına göre şu halde iman nedir? İman tercihe dayalı bir eyleme ve yaşama biçimidir! Bu eyleme ve yaşama biçiminin özü, insanın gerçek benliğine ulaşabilmek için fani benliğinden vazgeçerek delicesine Allah’a yönelmesidir! İman, insan varlığının derin bir dinamizmine tekabül etmektedir. Böyle bir iman güven, aşk ve umut duygularıyla birlikte bulunur. Tıpkı bir bebeğin kendisini tam bir güven içerisinde annesinin kollarına bırakması gibidir iman! Çünkü bir bebek kendisini annesinin kollarına bıraktığında aslında bütün varlığını ona teslim etmektedir. Böyle bir teslimiyet tam bir güvene dayanmaktadır. İşte iman Allah karşısında böyle bir haleti ruhiyeye sahip olmaktır. İmanın tıpkı kimyasal bir iksir gibi olduğunu unutmamak gerekir. Aşk gibidir iman, öyle herkese nasip olmaz. Çünkü iman oldukça nadir rastlanan bir mücevherdir. Bunun dışındaki her şey imanın tezahür kalıplarından başka bir şey değildir.”

Yazımı buraya kadar okuyanlar verdiğim tepkinin çok aşırı olduğunu düşünebilir. “Ne olacak adam Hanefi inancı demiş, işi çok büyüttün” nazarıyla bakabilir. Saygı duyarım ama bu tür düşünce ve yorumlara katılmıyorum. Zira din gibi bir olguda o dinin vaz’ etmiş olduğu kavramlar yerli yerinden oynatılırsa, kavramlara olmadık manalar verilirse, bu Nasreddin Hoca tabiriyle bindiğin dalı kesmek anlamını taşır. Din adamı ve işin uzmanı vasıflarıyla merkezde yerini alan ve tele-vaizlik yapanların böylesi meselelerde milimlik bir açı sapması, muhit hattına vardığında kapanmaz bir açı, doldurulamaz bir boşluk ve büyük bir uçurum olarak karşımıza çıkar. Bir de bu sapmanın kar topu gibi büyüdüğünü düşünecek olursanız, üstelik bunun nesiller boyu devam ettiğini ve edeceğini hayal ederseniz, iş içinden çıkılmaz bir hale gelir.

Cihad kavramında öyle olmamış mıdır? Birbirimizi kandırmayalım, cihad, hem Kur’an’ın kullanımları hem Efendimizin beyanları hem de 19. yy’a kadar oluşan gelenek içinde katl, kıtal, harb, savaş kavramları ile karşılık bulan nesnel gerçekliğin bir boyutunu teşkil ediyordu. Fakat 19. yy’da İslam ülkelerinin sömürge devletlerden kurtuluş mücadelesi esnasında sadece savaşla özdeş haline geldi ve getirildi. Aradan neredeyse 100 yıl geçti ve bugün Müslümanlar çocuklarına ‘Cihad’ ismi veremeyecek duruma geldi. Bunun sebebi bahsini ettiğimiz yanlış kullanımdır, kavramın içinin boşaltılmasıdır, özgün ve orijinal manadan uzaklaşması ve uzaklaştırılmasıdır. Batılıların bu noktaya gelişte katkısı tabii ki göz ardı edilemez ama meselem o değil. Anlatmaya çalıştığım şey kavramların aslî manalarından uzaklaştırılmasının gelecekte karşımıza çıkaracağı sonuç. “Hanefi inancı” söylemine tepki göstermemin sebebi bu. Bunun “İmam Azam dindir” demekten farkı yoktur. Bugün olmadı yarın bu zihniyetin varacağı durak maalesef burasıdır.

Pratik hayatımızda karşılığı bulunan bir başka misal daha verelim isterseniz. Bugün İslam dünyasının hemen her ülkesinde bulunan cemaat ve tarikat mensuplarının bazıları idealize ettikleri ister şeyhlerini/liderlerini isterse öğretilerini ifade ederken kullandıkları dilde de aynı türden sapmalarda bulunuyorlar. “Hanefi inancına göre” denildiği gibi inanç ve iman kavramları oralarda da liderlerin emir, yasak, tavsiye ya da düşünce ve öğretilerin makuliyetini izah sadedinde kullanılabiliyorlar. Tek kelime ile yanlış kardeşim! Buradan kült doğar, fanatizm ve dogmatizm türer, lider fetişizmi ürer, ideoloji sapkınlık açığa çıkar. İman, inanç, akide, itikad gibi dinin özünü ifadede kullanılan bu kavramlar oralarda kullanılmaz. “Ben ona iman etmişim” diyor. Ne demek bu ya! “Basiret ya hu!”

Özetleyecek olursam, İslam’da vahyin haricindeki her türlü bilgi beşerî bilgidir. Buna Efendimiz’in (sas) peygamberlik vasfı haricinde söylemiş olduğu beyanlar da dahildir. “Ben de sizin gibi bir beşerim. Siz davalarınıza bakmam için bana geliyorsunuz. Bir kısmınız delilini diğerinden daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediklerime göre hüküm veririm. Bu durumda hükmümde isabet de ederim yanılırım da. Şu hâlde ben (delillere, şahitlere, yeminlere bakarak) herhangi bir kimse için kardeşinin hakkı olan bir şeyin verilmesine hükmedersem, o kimse bir şey almasın. Çünkü ben bu şekilde gerçekte ona bir parça kesip vermişim demektir. ”(Buhari, Ahkam,20) Efendimizin böyle dediği ve bu sözleriyle ümmetini uyardığı bir yerde o ümmetin beşerî bilgilere, yorumlara, düşüncelere, görüşlere, kanaatlere “inanç/iman/akide” tabirlerini kullanması, değişmez ve değiştirilemez sabiteler mesabesinde görmesi dini tahrip ve tahrife kadar uzayan bir sürece bizi sokabilir. Mezhebi görüşlerin din gibi kabulüne yol açar. Bu gerileyişin, çözülüşün, dağılışın ve yıkılışın hem sebebi hem de sonucu olabilecek önemli bir meseledir. Aman dikkat!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. “Merkezdeki bir derecelik sapma, muhitte çok büyük değişikliklere yol açar” düsturuna yanaşma hassasiyetiniz, bize “din alimi” birinin meseleye nasıl yanaşması gerektiğini göstermesi açısından mühim.
    Size bakıp tavır belirlemeye çalışıyoruz.
    Sizin sahip çıktığınız konu “merkezdeki bir milimetrelik yol” gibi görünebilir ama o, muhit hattında Cehennem gayyalarına yuvarlanmaktan alıkoyuyor inşallah…

  2. Ahmet bey, pratikte yazınıza katılsak, Teoride neredeyse tüm müslümanlar, müridi oldukları abisinin, üstadının yaptıklarını, sözlerini bir şekilde kurana uygun bir şekilde ilişkilendirmeye çalışıyor.Birnöecliste Üstatın eski devlet büyüklerin hakkında söylediklerine (ima ile de olsa) katılmadığımı söylese aynı toplumda ne kadar saygı görür acaba….

  3. Sizin yazınızda anladığım kadar ve bugüne uyarlanınca mezhephelere din diye değer verildiğini hata şu mezhep şu mezhepten üstündür muhabeti Türkler arasında baya yaygındır

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin