Hakikat tekelciliği ve tarikatlar

YORUM | AHMET KURUCAN

15 gün süren yurt içi, yurt dışı geziler ve hemen akabinde yazdığım 5 adet gezi değerlendirme yazıları “Gelecek Projeksiyonu” serisine ara vermeme neden oldu. Biliyorum, 33 yazı oldu ve hala bitmedi ama hemen bitmeyeceğini ve uzun bir yazı dizisi olacağını baştan ifade etmiştim. Serinin son yazısındaki son cümlem şu: “Hakikat tekelciliğine tarikatler özelinde bir misalle devam edeceğim.”

Tarikat ve onun kaynağını teşkil eden tasavvuf kavramları etrafında uzun uzadıya bilgi vermek istemiyorum. Bununla beraber bir-iki cümle ile bir şey ifade edecek olursak, tasavvuf dinin kalbi ve ruhi hayatını besleyen öğretiler, tarikat da bu öğretileri hayata taşıyan pratiklerdir. Söz konusu olan pratiklerin öğretilerle iç içe ve özdeş olması her zaman birliktelik içinde olmamış ve zaman zaman öğretilerle o öğretileri hayata taşıyan insan pratikleri farklı istikametlerde yol alabilmiştir.

Bu durumu en net ifade eden ve aynı zamanda tasavvufun ve tarikatların tarihsel serüvenini özetleyen üç kavram vardır; “isimsiz müsemma, isimli müsemma ve müsemmasız isim.” 

Efendimiz ve onun vefatını hemen takip eden çok erken dönemlerde tasavvuf isimsiz bir öz olarak belki de hemen her Müslümanın hayatında yerini alan bir olguydu. Düşünce, davranış ve duygu bütünlüğü içinde yaşanması gereken dini emir ve yasakların duygu boyutunu temsil eden ve sonradan tasavvuf adını alacak disiplin canlı bir biçimde her gönülde, her kalpte, her ruhta, her bedende yaşanıyordu.

İlerleyen dönemlerde bu isimsiz müsemmaya isim konuldu. Önce tasavvuf denildi, ardından o yaşanılan öğretiler zamanın ruhuna uygun olarak sistemleşti, tarikatler bu aşamada devreye girdi ve kapsama alanı İslam coğrafyası ile birlikte gelişti ama isim ayrı yerde o isminin içini dolduran değerler ayrı yerde değildi, birdi, beraberdi, özdeşti, iç içeydi. 

Sonrasında bir başka dönem geldi çattı ve genelde bugün karşılaştığımız manzaraların zemini yavaş yavaş oluşmaya başladı ve hızla yol aldı. Artık isim müsemmadan ayrılmıştı. Öğretiler ayrı yerde pratikler ayrı yerdeydi. Öğretileri seslendiren diller farklı şeyler söylerken aynı dillerin sahibi olan bedenler tam aksi davranışlara imza atar hale geldiler.

Yalnız hemen ilave edeyim, ilk bakışta genelleme ifade eden bu değerlendirmelerime muhalif olan istisnalar dün de var olmuştur bugün de vardır. Dolayısıyla tarikatların konumuz özelindeki yerini yazmaya geçmeden önce verdiğim bu iki paragrafa dayanarak bu satırların yazarının tasavvuf ve tarikat değerlendirmeleri budur gibi genellemeler yapılmamalı.

Aslında yazıya otururken sözü bu kadar uzatmayı planlamıyordum ama kalemim aldı başını ve beni dinlemeden bunları yazdı. Madem öyle, o zaman bu isimsiz müsemma, isimli müsemma ve isimsiz müsemma kavramlarını kendisinden okuduğumuz Hocaefendi’nin kaleminden aktaralım ki mesele tam anlamıyla yerine oturmuş olsun. Şöyle diyor Hocaefendi, Zikr-İtminan münasebeti yazısında: “Bir dönemde Hakk’a teveccühler isimsiz müsemma idi. Nakşî, Halidî, Kadirî, Şazilî, Bekrî, Cerrahî diye isimler bilinmiyordu. Fakat onların yaptıkları şeylerin hepsi vardı. Her yerde gürül gürül Allah anılıyordu. O, her sinede muallâ yerini koruyordu. Gönüller adeta O’nun tecelligâhı idi. 

Bir dönem geldi ona isim katan insanlar oldu ve zamanla o insanların adlarıyla anılmaya başlandı. O halis insanlar sayesinde, müsemma kapı ardında kalmadı. O müsemma vicdanlarda derinlemesine duyuldu ve isim müsemma birliği oldu. Onlar bir derken, biri bin etmesini biliyorlardı. Onların dilinden çıkan bir “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber” kelimeleri binlere tekabül ediyor, gönüller itminana eriyordu. Evet, bir dönem isim müsemma at başı gidiyordu. 

Ne var ki bir gün de geldi, bazıları itibarıyla “müsemmasız isim” devri başladı. El elden üzüldü yar elden gitti, o menhelü’l-azbi’l-mevrûd da kurumaya durdu. Öz ve ruh gitti, mesele artık nesep/veraset yoluna girdi.”

Yalnız ümit insanı olarak Hocaefendi meseleyi burada bırakmıyor ve bu tespitlerinin ardından bir temennisini dile getiriyor. “Dilerim ben, hakikî manada kıvamını bulmuş kalb ve ruh ufkunun kahramanları o meseleye yeniden kıvamını kazandırırlar. Bir kere daha ism-i mahzayı müsemma ile buluşturarak bize yeniden bir gül devri yaşatırlar. Bazı kimseler de, Akif’in ifadesiyle, o gül devrine erdiklerinden dolayı bülbül kesilirler.”

Yazi uzadı ama ele alacagim konu ve vereceğim misallere iyi bir zemin teşkil etti. Burada kesiyorum. Devam edeceğim…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Kanati acizanem yeni yorumlar getirilirken geçmişi toptan gömmemek gerekiyor. Yoğrulmuş bir kültür kolay oluşmuyor. Bu kültüre biraz şekil verip yola devam etmek gerekiyor. Yoksa ahlak yoksunu siyasal islamcılarından bir farkımız kalmıyor

  2. Anadolu da bir şehirde, tarikat deyince ilk aklınıza gelen birkaç tarikattan birinde yaşanan olaydan bahsetmek istiyorum.

    Kadınlara devletin okullarına gitmeyin, ilkokuldan sonra kızlarınızı okutmayın,hatta imamhatip ortakısmından sonra hiç ilerletmeyin diye, bu tarikatta sürekli vurgulanırmış. Bundan gönül veren genç kızlar etkilenir, tarikatta belirli günler verilen derslere katılır, “ilim” tahsil ederlermiş.

    Lakin, bunu söyleyen, o muhitin manevi olarak en önde bilinen Hocaannesi yolda birgün görülür, torunuyla birlikte. Sorulduğunda, torununu dersane denemesine götürdüğünü, üniversite sınavına hazırlandığını öğrenir.

    Tabi bu olay, o tarikata gönül veren, söz dinleyen, bu nedenle de okuma yolunu seçmeyen kadınlar arasında çok içerlenir. Zira, bu şekilde çok sayıda bekar kadında bulunmaktadır ve bir taraftan kısmetlerini beklemektedirler.

    ” Hocaanne bize okumayın, erkeklerle aynı yerlerde eğitim almayın derken, kendisi torununu tutup, üniversiteyi kazanması için, dersaneye götürüyor” şeklinde serzeniş olur.

    Diğer bir hususta dikkat çekmeye başlar, etrafta tarikata gönül verenlerin oğullarının evlilikleri de, ünversite mezunu kızlarıyla olmaktadır. İlahiyat fakültesinde okumaya bile gönülsüz bakan, bizim kurumlarımızda eğitim alın, illa almak istiyorsanız yüksek dini tahsili, bizde alın diye anlatıldıı tarikatlarda, oğulların evlilikleri üstelik ilahiyat mezunu du olmayan üniversite mezunu kızlarla ollmaktadır.

    Daha da dikkat çekici olanı, ilahiyat fakültesine dahi gitmeyin, orada erkeklerle eğitim alıyorsunuz denirken, tarikata ilahiyat akültesinden gelen kadınların el üstünde tutulduğu, sosyokültürel bir çeşit ayrımcılığa tabi tutulduğu da görülür.

    Tabi bu anlattığım 2010 lara dair hususlar. Şu anda ne haldeler bilmiyorum.

    Ama anlaşılan o ki,hayatın gerçekleri karşısında,tarikata yön verenlerin davranışları, gayet pragmatist olurken, söylem olarak tabanlarına tavsiyeleri bu pragmatizmden yoksun.

    Bugün bir tarikat kaldı mı gerçek anlamda bilmiyorum, cemaatleşmiş halde görüyorum, hatta siyasetin tam göbeğinde oldukları için, cemaatten de öte, bir çeşit fırka gibi hormolu yapılara dönüşmüşte olabilirle.

    Tabi, sözüm şu kadar tesbih çekersen suyun üzerinde yürürsün… sözünü tatbik edip, samimiyetiyle suyun üzerinde yürüyen tabanlara değil, daha çok kurumsal anlayışlara, yön vermelere.

    Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkmıştır benzeri bir hal var şu an. Nedir o hal: Samimiyetle, manevi olarak bir yere bağlanma, yön verilmeye ihtiyaç hissetme ruh halindeki insanlar.

    Bu adama duygusu, akıbet endişesi, tövbe edip özlerine dönme duygusu ne derseniz deyin artık, insanlar bir arayışa girince, bu tarikatları buluyorlar.

    Dolayısıyla, tarikatlar mı maneviyatı artırıyor, yoksa maneviyata susamış insanlar Allaha yönelme duygusunda olduğu için zaten maneviyatları kim olursa olsun az hünerli bir yönlendirmeyle artıyor.. durumu gibi.

    Benim kanaatim, insanların böyle bir ruh halinde olmaları. Yani, bu iklimi tarikatların oluşturması değil.

    Bu benim tespitim.

    Geçmişi bilemem, ama son 30 yılı şöyle yorumlarım. Bu milletin özünde bir inanma, Allaha yönelme duygusu, kökü, mayası vardı, tarikatlar ve cemaatlerde bunu yönlendirip, işlediler.

    Bu nedenle, tarikat eleştirilerinde, opsiyonlu eleştiriler yapan,aceba tarikatı eleştirirken, dini de mi eleştiriyoruz, şerlerin yanında onca hayrı da engelliyor muyuz aceba, hakka mı giriyoruz diye düşünceleri anlamakla birlikte,

    şunu diyebilirim ki, bazen bu kaygılar yüzünden, günümüzdeki o tuhaf bozulmuş kurumsal yapılara laf söylenmiyor esaslıca.

    Ben, bundan korkulmaması taraftarıyım. Öz olan maneviyete yönelmiş susamış insanların varlığı.. ve tarikatlar ve cemaatler ise bu duyguda olanlara bir çatı oluyor. Yağan doludan kaçana, benim çatımın altına geldin, seni ben buraya getirttim demek gibi.

    Zaman olur çatılar aktarılır, tamir edilir, an olur tüm çatı yıkılır, yerine yenisi yapılır.

    Ama esas olan şu ki, çatılar bir mecburiyetin tesiriyle ortaya çıkmışır, esas olan doluyu durdurmaktır.

    Kendi çatısının altında toplananların varlığıyla övünenler, benim çatım senin çatından daha iyidir diyenler, yağan doluyu durdurmadıktan sonra, bir çeşit gaflet içindedirler demektir.

    Günümüzde tarikatlar, temsil noktasında siyasetin günahlarını savunduğu, kendi çatısını aktardığı, prim aldığı için sesini çıkartmadığı için, gaflet içindedirler. Toplumun diğer kesimleri tarafından da bu net görülmektedir.

    Bu nedenle, günümüzde, birilerine çatı olmanın etkisiyle yaptıkları dolaylı muhafazanın karşısında, bu zulme, zalime taraf olma yönleriyle de, toplumun tepkilerini alıp, dine soğumalarının da bir çeşit müsebbibidirler.

    Bazı şeyleri zaman gösterecek.

    Osmanlı da medresler beşik ulemalıkları, tek kanatlı olmaları, fonksiyonlarını eda edemedikleri yönüyle zaten çökmüştüler, bir Tevhidi Tedrisat Kanunu bunun sadece mezar taşıdır şeklindeki açıklamaları duymuşsunuzdur.

    Demem o ki, Perinçek’in dediği gibi, “Bunların,kökünü kazıycaz” diyen birileri çıkıp bunu yaparsa, şaşırmamak gerek. Demek ki, fonksiyonlarını eda etmiyorlardı, zaten çoktan bu yönünü kaybetmişti yorumlarını da duyabiliriz.

    Ben böyle bir yorumu elbette yapamam. Vakıf değilim konuya. Ama günümüzde hizmet inanına yapılan zulme taraftar olma, hatta arka çıkma, hatta insan kaynağı olarak zulme destek olma yönüyle bakınca, bunu yapan tarikatlar, cemaatler zaten çoktan fonksiyonunu eda etmişler diyebilirim.

    Zulme sessiz olan, ses etmeyen, en azından dışardan belli etmeyip içinden sevinene sözüm de değil üstelik. Belki onlar bir nebze o da bir nebze anlaşılabilir.

    Ama fiile dökülmüş, yapılan zulmü destekleyerek beyanlarıyla, neşriyatlarıyla, cürmün manevi iştirakçisi olmuş, yapılar zaten günümüz hukukunda birer suçludurlar. Zulm gibi bir suça bulaşmış insanların oluşturduğu çatıların adı ister tarikat, ister cemaat olsun fark etmez. Birer suç çatısıdırlar.

    Gaybı ancak Allah bilir.. derinlerine vakıf olamadığım bir hususta benim için gaybdır, ama uzaktan tespitim bu.

    Değerli Kurucan hocam, bu konuları da kritik etmeniz dileğiyle.

  3. Tasavvuf, icinde barindirdigi potansiyelle ihya olmayi bekliyor. Artik psikoterapi mi tasavvufa, yoksa tasavvuf mu psikoterapiye tasinmali bilemem ama yepyeni kurum-kurulus ve kadrolariyla ihya edilmesi sart bir müessese.
    Cehalet üzerinde cok duran bir cemaatiz; dinle bilimin bir araya gelmesinden, her ikisinin barismasindan bahsetmeyi cok seviyoruz. Iste bir zemin, birikim harika: Mevlanasi, Yunus Emresi, Haci Bektasi Velisi, Bediüzzamani bir araya kavusup bilim deryasina akan bir nehir olabilirler. Psikoloji; psikoterapisiyle, psikiyatrisiyle bu nehri bekliyor.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin