Güvende olmamak

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Ülkeler siyasal rejimlerine göre kategorize ve tasnif edilirler. Freedom House gibi insan hakları, demokrasi ve temel özgürlükler konularında araştırmalar yapan kuruluşlar, ülkeleri genellikle üç temel kategoride gruplar: 1- özgür ülkeler, 2- kısmen özgür ülkeler, 3- özgür olmayan ülkeler.

Temel mesele oldukça basit ve de anlaşılır. Devlet zorlayıcı güç kullanma yetkileriyle donatılmıştır. Devletin vatandaşları, devletin bu yetkileri yasalarla belirlenmiş bir çerçevede uygulaması konusunda doğrudan bir çıkara sahiptir. Devletin yasaları uygulama konusundaki kolluk gücü, hukuki yaptırım getirir. Bunu yasal ve meşru güç kullanarak yapmak durumundadır. Diğer bir ifadeyle, polis gücünü anayasal ve yasal zeminde kullanır. Gücü sınırsız değildir. Dahası salt yürütme organından aldığı emirler doğrultusunda hareket edemez. Çünkü yürütme organının (yani hükümetin) üzerinde de anayasa ve yasalar vardır. Hükümet kolluk gücüne anayasa ve yasalara aykırı emir veremez. Anayasa ve yasalara dayanmayan uygulamalar kanunen yasadışıdır ve gayrimeşrudur.

BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Hükümetler hukuk devletinde güçleri sınırlandırılmış iktidardırlar. İktidarda olmak ve ülkeyi yönetme yetkisini elde etmiş olmak, sınırsız ve denetimsiz güce sahip olmak değildir. Hukuk devletinde iktidarın tüm gücü ve tasarrufları anayasal düzen içerisinde olmak zorundadır. İktidarın en üst karar alıcısından en alt düzeydeki memuruna kadar, hükümet ve bürokrasinin her zerresi tümüyle devletin anayasal mimarisine uygun fiiller içerisinde olabilir. Alınan tüm kararlar, geliştirilen tüm politikalar, başvurulan tüm önlemler, yapılan tüm icraatlar, devletin en tepesinden en alt birimlerine, daima anayasa ve yasalarla uyum içinde olmak durumundadır. Aksi düşünülemez. Anayasal ve yasal müktesebatın dışına çıkıldığında, o şey artık devlet değildir.

Olanla olması gereken arasında fark varsa, devlet hukuku kılavuz almıyor demektir. Türkiye uzunca bir süredir böyle bir noktada. Oysa insanın uygarlık serüveninde en önemli merhalelerden birisi, organize insan topluluğunun devlet çatısı altında örgütlenmesiydi. Felsefe, sosyoloji ve siyaset bilimi alanlarında kurucu diyebileceğimiz birçok düşünür ve kuramcı, devlet öncesi dönemi insanın doğal hali ya da tabii durumu olarak nitelendirir. Bu devlet öncesi dönemde, insan doğanın bir parçasıdır ve türdeşleriyle arasındaki ilişkiler henüz yeterince kurumsallaşmamıştır. Bu ortamda bugünkü topluma göre en belirgin eksiklik, hukukun olmamasıdır. Tabii durumun birey üzerindeki başlıca etkisi, bu ortamda bireyin güvende olmamasıdır. Bu ortamda haksızlık karşısında tek başınızdasınızdır. Kendinizi haksızlıklara karşı korumak için kendi kendinizi savunacak donanıma sahip olmak zorundasınızdır. Dolayısıyla bu tür bir toplum anarşiktir. Bu toplumda hiyerarşiler ortaya çıksa da, kalıcı olmaz.

Doğal hal, devletin icadıyla son bulur. Bir ortak karar alma mekanizması altında organize olan ve bunu geçicilikten sürekliliğe doğru sürekli ilerleten insanlık evrimi, giderek öngörülebilir ve mümkün olduğunca adil hukuk sistemlerini yarattı. Zorlayıcı güç kullanma yetkisi tek elde toplandı. Anarşi ve süregelen çatışma ortamı son buldu. Olması gerekenler – normlar – kodifiye edildi, yani yazılı hale geçirildi. Normlardan sapan davranışlar – yani suç – tek elden cezalandırıldı. Cezalandırma tek elden ve herkese eşit uygulandı. En azından bunun böyle olması gerektiği bir ideal olarak ortaya kondu. Bu durum, birbirinden coğrafi ve kültürel olarak çok farklı yerlerde ve farklı değerlerde ortaya çıkan insan topluluklarında da benzer olmuştur. Bu sürece uygarlaşma diyoruz. Devletin doğuşu, karmaşık ve kaotik anarşiyi bitirdi, gücü tek elde topladı, onu meşruiyet zeminine çekti. Böylece belli bir coğrafya üzerinde, sınırları – hükümranlık alanı – belli olan merkezi güç, yani devlet, evrensel olarak insanlığa giden macerada en önemli kilometre taşlarından biri oldu.

Ne var ki, ortaya çıkan her devletin adil olduğunu ve tüm topluma güvenlik dağıttığını söylemek zordur. Devlet teorisine göre, devlete bireysel şiddet kullanma hakkını devreden insanlar, bunu devlet kendilerine güvenlik sağlasın diye yaptılar. Yani devlet olan yerde artık kendilerini kendi kendilerine koruma durumunda kalmayacaklardı. Fakat şimdi başka bir sorun ortaya çıkmıştı. Kendilerini adil olmama olanağı bulunan aşırı güçlü bir varlığa, yani devlete karşı korumak! Erken dönemlerde monarşiler en yaygın yönetim biçimiyken, kimi zaman adil, kimi zamanda adil olmayan liderler yönetime gelebiliyordu. Krala, padişaha, sultana, imparatora vs. bağlı adil olmak ya da olmamak durumu, insanlara yeterince güven sağlamıyordu.

Temel iki sorun vardı. 1) Gücü sınırlandırmak, 2) gücü denetlemek. Her ikisi için de hukuk ve siyasetin ayrılması lazımdı. Öyle de oldu. İnsanlığın ortak sosyal evrimi içerisinde ilerleme daima gücün sınırlandırılması yönünde olmuştur. Başlangıçta kralın ya da sultanın tabi olduğu tek güç, Tanrı iradesiydi. Belli başlı tüm dinler, monarkları Tanrısal olarak yetkilendirdi ve onların fiillerini dini çerçevede denetime soktu. Fakat haliyle dini çerçevede yaptırımlar getirmek, bu dünyada fazla etkili olmuyordu. Çünkü devlete egemen – hatta devletin bizzat kendisi olan – olan monark, dini örgütlenme üzerinde de etkili olabiliyordu. Dolayısıyla gücün sınırlandırılması konusunda dini kaideler fazla bir rol oynayamadı. İnsan doğası itibarıyla ancak somut fiziksel zorlama yoluyla denetlenebilir. Hukuk sıradan vatandaşlara bunu yapabilirken, krallar ya da sultanlar hukuksal zorlamanın kapsamına girmiyorlardı. İşte bu doğrultuda en önemli hamlelerden birisi, hukukun siyasal karar alıcıları da kapsaması olmuştur. Böylece kralların ve sultanların yetkiler kısıtlanmaya başlandı. Bunu genellikle toplumsal mukaveleler olan anayasalar yaptı. Yasalar karşısında sıradan vatandaşlarla aynı konuma gerileyen kralların ve sultanların yasa yapma yetkileri de seçilmiş temsilcilerden oluşan birimlere geçmeye başladı. Bu süreç, yürütmenin yetkilerinin ciddi bir bölümünün yargıya ve yasamaya geçmesiyle sonuçlandı.

Günümüzde hukuktan uzaklaşan tüm rejimlerde, iktidarın hukuk karşısındaki bu konumu iktidar lehine değişir. Bir diğer ifadeyle, yürütme organı, gayrı hukuki olarak yetki aşımında bulunur. Yani yargının ve yasamanın yetki alanını gasp etmeye başlar. Tüm otoriter ve yarı otoriter rejimlerde ana sorun budur. Yargı ve yasama zayıfladığında, aşırı güçlü ve gücü dolayısıyla sınırlandırılamayan yönetimler meydana gelir. Bu durumun vatandaşlar için en ciddi etkisi, güvende olma durumunun değişmesidir. Yetki aşımında bulunan iktidarlar, evrimi tersine çevirirler. Arkaik devlet uygulamalarını günümüzde uygularlar. Vatandaş böyle bir ortamda güvende olamaz. Yetki aşımında bulunan ve ceberutlaşan rejimleri denetleyecek güç kalmamıştır. Böylece insanlar doğal durumdan bile daha kötü bir duruma düşer. Doğal durumda en azından kendilerini savunma hakları vardı. Dahası karşılarındaki güçler merkezi bir iktidar kadar güç konsantrasyonu sağlayamadıklarından dolayı daha rahat başa çıkılabilecek kalibredeydiler. Oysa otoriterleşen ve gücü denetlenemeyen rejimlerde kendinizi bu rejimlerin kolluk güçlerine karşı savunamazsınız.

Anayasal olarak ve hukuken hangi haklara sahipsiniz ve sahip olduğunuz bu hakların fiili uygulamalar karşısındaki durumu nedir? Siyaset biliminde bu iki temel soruyu nesnel olarak yanıtlamaya çalışmak, bize siyasal rejimler hakkında onları kategorize ve tasnif etmemiz yönünde yardımcı olur. Hukuk ve hukuksuzluk arasındaki ayrım keskindir.

Bugün Türkiye’de polis iktidarın kolluk gücü olarak, gücü denetimden çıkmış bir otoriter rejimin polisidir. Bu rejim karşısında güçsüz oluşumuzun nedeni, rejimin anayasal ve yasal sınırlarının dışına çıkmış olmasıdır. Güç aşımında bulundular. Ve bunu başardılar. Karşılarında artık yargı ve yasama denetimi yoktur. Devletin anayasal mimarisini fiilen de, kısmen hukuken de değiştirdiler. Dolayısıyla polis, bunların hukuksuz iktidarının sopalı haydutları haline geldi. Kendilerinin karşısında gördükleri, iktidarları için tehlikeli addettikleri her grubu ve bireyi, sopayla sindirmeye başladılar.

Dünkü Nevruz kutlamalarında ve Furkan’cılara yönelik sertliklerinde ne olduğunu gördünüz. Artık çekinmeden orta yerde kendi vatandaşına eziyet ve işkence eden, NAZİ gestapo polisini aratmayan bir kara gömlekli çete var. Bu üniformalı serseriler, asla kendi başlarına ve kendi inisiyatifleriyle hukuksuz şiddet uygulamıyorlar. Bilakis, rejimlerinin uzun kolu ve sopası olarak hareket ediyorlar. Kendilerinin maaşlarını vergileriyle ödeyen halklarına savaş açtılar. Kendilerine yemek veren eli ısırmayan köpekler gibi, sahiplerine sadıklar. Kraldan çok kralcı tüm ezik ve kifayetsiz güruhlar gibi, ödüllerini hak etmek için beklenenden bile fazla sert olabiliyorlar. Acımasızca, hiçbir tehlike arz etmeyen, silahsız insanların üzerine canavarca coplarıyla, tekmeleriyle, biber gazı kapsülleriyle, plastik mermilerle saldırıyorlar. Hakaretler ve küfürler ediyorlar. Köşe başlarında kıstırdıkları insanları topluca linç ediyorlar. Onlarca üniformalı ve üniformasız köpek, korkak sokak serserileri gibi yerde kafasını ve yüzünü savunmaya çalışan kurbanları sille tokat dövüyor. Ukrayna’da esir düşen Rus askerlerine bile insanca muamele edildiğini, uygar olan devletlerin savaş esnasında bile düşmanın hukukuna dikkat ettiğini görüyorsunuz. Bu nedenle Türkiye’de yaşanan bu korkunç olaylar ve bunların sistematik oluşu, mutlaka işin medeniyetsel boyutlarını dikkate almayı gerektiriyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu durum, artık tam-otoriter rejime geçişin gerçekleşmekte olduğunu gösteriyor.

Hayatın çok basit temelleri var. Güvende olmak, en başta gelenlerinden biri! Türkiye’de bugün artık kimse güvende değil. Güvenlik üretemeyen bir devlete ihtiyaç yoktur. Devletin en önemli varoluş gerekçelerinden birisi güvenlik ihtiyacına yanıt vermektir. Oysa bugün devlet bizatihi güvenlik tehdidi olmuş durumda. Yani varoluş gerekçesini yitirdi. Bu, tamir edilebilirlik konusu üzerinde durmamızı gerektirecek. İktidar değişikliği yetmeyecek. Bu zulüm döneminde yaşanan tüm hukuksuzlukların hesabını hukuk önünde sormak, güvende olmak arzusundan sonraki en önemli motivasyondur. Devlet restore edilmeyecek derecede pert oldu. Türkiye insanları öyle görülüyor ki yeni bir devlet kurmak, ikinci cumhuriyeti hukuken ilan etmek, yani İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya gibi sıfırdan başlamak zorunda. Tarihi, yaşanılan zulümler temel alınarak yeniden yazmaya ve bir milada ihtiyaç var. Demokratik, ademi merkeziyetçi, civic coğrafi kimliğe dayalı bir hukuk devleti – başta muhalif siyasal partiler ve sivil toplum kuruluşları olmak üzere, gelecek jenerasyonların güvende olmasını isteyen herkesin bunun üzerinde düşünmeye başlamasını öneriyorum. Bu, Türk-Kürt, kadın-erkek, Sünni-Alevi ya da seküler-muhafazakâr herkesin yararınadır.

Son söz: Güvende olunmayan yer devlet değildir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. YAZIDA BELİRTTİĞİNİZ HEDEFE KÜRTLERE TÜRKLERE VERİLEN BÜTÜN HAKLAR ama büten haklar VERİLMEKLE ULAŞILIR…

    TC de hiçkimse, hiçbir gurub kürtler kadar özgürlük mücadelesi vermemiştir…

    Dün kürtlere arka çıkılmadığından, yani devlet bu sınavında anayasal zemine çekilmediğinden son on yıldır Hizmet hareketinede aynı zülüm yapıldı..

    AKP nin tankla üzerinden geçtiği HİZMET HAREKETİ mensublarından azda olsa bazılarını tank paletlerinin dişleri arasından çekip kurtaranda bile, dün dünya kadar kürdün o paletlerin dişleri arasında can vermiş olmasını normal görüyor..

    Kürt şehirlerinin yerle bir edilmesini hala onaylayan hizmet mensublarına rastladım…

    Onun için Türkiyedeki bütün anti demokratik uygulamaların tek reçetesi KÜRTLERE eşit anayasal hakların verilmesidir…

    Bunu hizmet mensublarının kahir ekseriyeti – artık – kabulleniyor..

    Herhalde Furkan Vakfı mensublarıda kabullenmiş…

    Sıra ulusalcılara ve siyasal islamcılara geldi.. Bunlarda bu kulvardan yani zülüm kulvarından geçmeliler… Yoksa asla kürtlere özgürlüğe yanaşmazlar..
    Kürtlere eşit haklar içinde bunlara en azından yaptıkları zülümleri burunlarından getirecek biri lazım..

    Bunu bekliyoruz..

    • Geçmişte anlatılan birçok şey arkadaşın da dediği gibi anlaşılmıyordu. Onların da bir yaptığı vardır deniliyordu. Devletin tokatını yedikten sonra bu mesele daha net anlaşılır oldu. Bu nedenle arkadaşa katılıyorum. Nasreddin Hoca’nın dediği gibi damdan düşen halden anlar. Sırçadan köşklerde kendini hizmet ediyor sanan insanlar, en altlara düşüp sıfırlanmadan bu sorun çözülmez. Ama ulusalcılar ve siyasal islamcılar bu konuda istisna diye düşünüyorum. Onlar sadece kendi sorunlarını görürler. Başkaları ile ilgilenmezler. Öte yandan hizmet için koşturanların hakkını da yemeyelim. Onlar belki meseleleri tam anlamasa da, birçok sorunun çözülmesi için ellerinden geleni yaptılar. Özellikle bölge halkının eğitilmesi, kalkınması için çok uğraştılar. Bölgede PKK’nın saldırısı ve diğer yandan devletin baskısına rağmen eğitim kurumlarını, yurtları vs sonuna kadar terk etmediler. Zaten biraz da bunun için milliyetçi kesimin hedefi oldular. Çok tanıdığım milliyetçi insan, hizmetin o bölgede yaptığı çalışmalardan rahatsız oluyordu. Anlamak çok zor fakat Kürtler’in ikinci ya da üçüncü sınıf insan olarak köle ya da hamal olarak hayat sürdürmelerini istiyorlar. Okumuş, girişken, çalışan, üreten, hele ki ihalelere katılan bir Kürt görünce kan beyinlerine sıçrıyor. Ama sorsan ırkçı değiller. Neyse bu hamur çok su götürür ama bu işler de öyle birkaç senede çözülmez. Nesiller sürer bu işi çözmek

  2. İnsanlar kendilerini güvende hissetmediklerine kesinlikle inanıyorum. Bunu her ne kadar belli etmeseler yada itiraf etmeselerde. Fakat insanlar kendi güçlerini kendileri tayyipe teslim ettiler. Sadece müslümanlar değil, kemalistler de güçlerini tayyipe teslim etti. Yani kendini güvende hissetmeyen insanlar kendilerin bir davranışı üzerine bu duruma düşmüştür. Gücü alıp başkasına vermişlerdir. Ben gücümü sana veriyorum demişlerdir. Eğer kayıtlara bakılırsa yani son yıllarda olup bitene bakılırsa bu net görülecek. Eylem tamamen sıradan insanlar üzerine kurgulanmış ve gücü onların rızası ile teslim edilmesi planlanmıştır. Bütün güçlere el konulduğunda yani sınırlar aşıldığında insanlardan temelde iki farklı ses geldi. Birisi oh olsun, yesinler birbirlerini. Yani hiç şunu duymadık; atatürkün kurduğu cumhuriyetin değerlerinden ne istiyorsunuzu duymadık. İkincisi müslümanlar ellerinde avuçlarında ne kadar güç varsa dolarları, altınları hariç, devlete dair ne varsa hepsini tek adama gönüllü olarak verdiler. Bütün gücü babalarının malı gibi verdiler. Al sana helal olsun dediler. Ama gerçekten babalarından kalan mirasa dokunmadılar. Devlet denilen şeyi verdiler işte nolacak. Şimdi içlerinde belli belirsiz garip bir korku, huzursuzluk var ama asıl huzursuzlukları kenarda köşede biriktirdikleri paraları pahalılıktan çıkarmak zorunda kalmalarıdır. Yani insanların en temel ihtiyacı güvende olmak iken insanlar kendilerine o kadar yabancılaşmış ki bu duygunun farkında bile değiller. Yani güvensizliği, anksiyeteyi, belirsizliği, kaosu içlerinde yaşıyorlar belki çevrelerine yansıtıyorlar ama bunun yani güvenlik duygusuna ihtiyaç olduğunun farkında değiller. Eğer kendini bilselerdi kendisinden elindeki gücü “bana verirmisin?” diyen tayyipe vermezlerdi. Bu insanlar milyonların hakkını tayyipe “al senin olsun” diyebiliyor. Bir çırpıda bütün gücü verebiliyor. Çünkü tayyipin daha çok güce ihtiyacı var. Dünya ile kapıştığı için insanlardan daha çok güç istiyor. Müslümanlar kesinlikle saf değil çünkü tayyipe altınlarını vermiyorlar. Ama devleti al senin olsun verdim gitti diyorlar. Ama altınlarını hala tayyipe vermiyorlar. Bu onların aslında zeki olduklarını gösteriyor. Tayyipe karşı cömertmiş gibi davranıyorlar. Hem cömert gözüküyorlar hem altınlarını ellerinde tutmuş oluyorlar. Bence tayyipin altınlarını istemesinden korkuyorlar. Bu adam ya birgün bizden altınları isterse ne yaparız diye korkuyorlar. Çünkü sığınacakları bir yer yok. Müslümanlar da farkında ki tayyipten kaçacakları yada kendilerini güvende hissedecekleri bir yer yok. Bu gücü tayyipe kendileri verdiler. Tayyipin kendini savunması hazır hem bu dünyada hem ahirette. Onlar kendi kendilerine bana verdiler diyecek. Gerçekten de tablo böyle. Adam kazandılar, seçim gecesi ortadan kaybolmalar, pusulalara itiraz etmeyip fiili rejimi yasal hale sokmalar, anayasa raftayken oh olsun demeler, hukuk raftayken yesinler birbirlerini demek, sonra müslümanların cadı avı, şeytan taşlamaları, müslümanlar yitirilen güven duygusunu şeytan taşlamaları ile gidermeye çalışmaları, laikçilerin intikam, kin, nefret ile dolu içlerini boşaltmak için atatürkün değerlerini askıya almaları, laikliği, cumhuriyetin değerlerini hatırlatmayı unutmaları hepsi tek adamın yerinde kim olsa davasının haklılığını tescillemektedir. Fiili bir durumda kimse size itiraz etmiyor, hatta gelip el ele tutuşuyorlar, yıkılan rejimin acısı yerine dayak yiyen insanlar ile tatmin olan insanlar varken kim olsa korku rejimi kurmaya cesaretlenir. Güvende olmak en temel ihtiyaç iken insanlar düşmanlarına o kadar odaklanmış ki bu temel ihtiyacı unutmuş yada görmezden geliyor, yani kendi insan olma gerekliliklerini kenara atıyor ve kendini intikamın büyüsüne, zevkine, tatminine bırakıyor. Dayak atan tayyip, oh olsun diyen atatürkçü. Ne ara tayyip ile atatürk aynı safta birleşti. Belki düşmanları emperyalistler yani ortak düşman. Tayyip ile atatürk de avrasyacı yani antiemperyal. Yersen. Ama yiyorlar. Aslında kimse yemiyor. Herkes kendi insanlık dışı çıkarı peşinde. İnsanların temel ihtiyacı kesinlikle güvende olma dıygusu. Ama fıtratlar o kadar bozulmuş ki nasıl bir erkek kadın gibi yada bir kadın erkek gibi davranabiliyor bunlar da temeldeki güvenlik ihtiyacını sanki kendisine yakışmayan bir zayıflık olarak görüp ret ediyor. Nasıl olur da ben güvenlik ihtiyacı hissederim. Yani olması gerekeni bastırmaya çalışıyor. Çünkü fıtrat bozulmuş. Kendini firavun gibi görmekte ve asıl fıtratını bastırmaktadır. Çünkü normal bir insan olmayı kabul edemez. O yüzden güvenlik ihtiyacı bastırılmış insanlara kin nefret ile karşındakini ezip üstünlük kurmak yerine ona insan olduğunu hatırlatmak gerekir. Bence bu süreç geçildi. İnsanların fıtratı ile oynandı sürekli. Tayyip sürkli insanları övdü. Övdükçe onları şişirdi. Siz şöylesiniz böylesiniz diye yıllarca şişirirken karşılığında diğer insanları da aşağıladı. Yani üstün olmak istiyorsan aşağılık insan bulman gerekiyor. İnsanları bağımlı gibi aşağılık insanları bulup bulup önlerine attı. Bu sırada dişleri kan içinde kalan insanlar kendilerinden geçmiş bir ayinde gibiydiler. Bu insanlara siz aslında eşitsiniz derseniz sana küfür etmişsin gibi bakar. Diğer kemalistler ise kendi rejimleri yıkılırken oh olsun demesi öğretildi. Sanki rejimleri yıkıldıkça oh olsun diyormuş gibi bir hale sokuldular. Onlar da bu tablo karşısında bir damla göz yaşı dökmediler. Dökselerdi bunlarda üzülme duygusu var demek insanlar diyebilirdiniz. Onlarda fıtratlarından uzaklaştırıldı. Türklerin avrupadan kopartılıp tenhaya çekilmesi gibi kemalistler de fıtratlarından kopartılmış sadece ama sizde zamanında iş birliği yaptınız cümlesini kuruyorlardı. Bu cümle içlerindeki en masum gibi görüneni, sanki haktan yanaymış gibi görüneni, daha azgınlaştırılmış kemalistleri yerinde tutmak ne mümkün, hedef onlara gösterilmiş, oh olsun diyorlardı hedeflerine. Süreç iki yönlü ilerlemiştir. Gücü isteyen ve gücü veren. Gücü veren kişi otomatikman güvensizliği seçmektedir. Çünkü artık başkasının insafına kalmıştır. Yarın kılıçdaroğlu geldiğinde korku içinde ona sığınmak zorunda kalacaklar. Bence insana yakışmayan bir davranış. Korku içinde başkalarının karşısında durmak. Halbuki hakkı olsaydı onurunu yitirmeden talep edecekti istediklerini.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin