Güney Afrika: Herkesin memleketi…

Fotoğraflar | Türkmen Terzi, Tr724

HABER-İZLENİM | TÜRKMEN TERZİ, Cape Town Tr724

Birkaç yıl önce Zaman’ın haftasonu eki için Cape Town’un, Zanzibar’ın sahillerini, meyvelerini, okyanuslarını yazmıştım. Ama dostlar mahpuslarda iken geziden, lezzetlerden bahsedilmez. Sizlere bu sefer, en kuzeydeki Can-ada gibi, en güneydeki her renkten insana analık yapan Mandela’nın gökkuşağı ülkesini anlatacağım. Her şey zıddıyla bilinir ya, ilk önce kimseye yar olmayan doğduğum topraklardan bahsedeyim.

Anadolu’dan çok analar çıkmış. Yemen’e, Galiçya’ya, Çanakkale’ye gitmiş babalar-oğullar. Her türlü yoklukta ocaklarını tüttüren anaların yeri ülkemiz. Tabi bütün iklimlerin en güzelinin yaşandığı topraklarımızda gözü olanlar hiç eksik olmamış. Mevsimler herkese bahar olmamış. Yedi düvele karşı harp etmişiz bin yıl önce geldiğimiz memleketimizde tutunabilmek için.

Tabi bu cümleler bugünlerde zulmün her türlüsüne maruz kalan insanlar için pek bir anlam ifade etmiyor. Kendi annesinin-babasının minik yavrusu ile dışarı attığı bir kadın, mesela, bütün kalbiyle inanamaz artık şanlı geçmişimize. Tabi bu cümlelerin gayesi ecdadı töhmet altında bırakmak değil ama hani derler ya, yapıp ettiğin torunlarından bile çıkar. İşte şimdilerde çoğunluğu milliyetçi-muhafazakâr ailelerden gelen insanlar diyor ki; bize bu zulmü yapan kendi ailemizken, acaba Ermenilere, Rumlara, Kürtlere neler yapılmıştır! Başlık uzaklarda bir yerlerde herkesin memleketi olmuş bir diyardan bahsettiği için; hiç kimseye yar olmamış, anaları hep ağlatmış bir Anadolu ile giriş yapalım dedik. Ne de olsa her şey zıddıyla bilinir.

ÜMİT BURNU VE KARANLIK TARİHİN BAŞLANGICI

Güney Afrika denilince akla hep dünyanın en ırkçı rejimi apartheid’ın (ayrılıkçılık) siyahları kendi topraklarında nasıl ezdiği ve 27 yıl hapis yatarak beyaz azınlığa karşı mücadelede sembol isim olan Nelson Mandela gelir. Geçmişin acı tecrübelerinin yanında bu uzak ülke son dört asırdır dünyanın her yerinden mazlum ve mağdurların sığınağı olmuş.

Bizler ne zaman “Ümit Burnu” sözlerini duysak içimiz sızlar. Bizim için ümit değil, karamsarlığın başladığı dönemdir. Batı yeni dünyalara açılırken, bize uğramadığı ticaret yolları keşfederken, Osmanlı üç kıtanın birleştiği dünyanın en kaynayan topraklarında bir cepheden diğerine 300 yıl koşmuş. Ve sonunda tarih sahnesinden silinmiş. Ama bugünlerde Ümit Burnu aynen birçok Avrupalı için Kuzey’in soğuğundan, harbinden kaçışın simgesi olduğu gibi, kendi öz yurtlarından kovulan Anadolu insanı için de yeni bir dünyayı simgeliyor. Tabi ki beyaz adamın Ümit Burnu’na yerleşmesi siyah adam için günümüze kadar sürecek bir sömürge yönetimini başlatmış. Öte yandan aynı beyaz devletlerin ezdiği yüzbinler 1650’lerden şimdilere kadar Güney Afrika’da nefes almışlar. Yani burası mazlum halkların ülkesi.

Güney Afrika’ya kimler gelmemiş ki. Hollandalı denizci Jan van Riebeeck, Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nin kontrolü altında 1652 yılında Ümit Burnu yakınlarında Table Koyu’nda Cape Colonisi’ni kurmuş. Asya’ya giden, dönen birçok Hollandalı genç Ümit Burnu’nda gemiden inerek yeni bir maceraya başlamış. Daha sonra Fransa’da inançlarından dolayı katledilen Huguenot’lar için ümit olmuş bu uzak yerler. Asya’daki savaştan dönen Alman askerler de yerleşmiş buralara. 200 yıl sonra İngilizler ele geçirmiş Cape’i. Hollandalılar katarlarla göç ederek iç taraflarda kendilerine yeni hayatlar kurmuşlar.

1880’lerden itibaren bu sefer Doğu Avrupalıların, özellikle Baltık bölgesini terk eden Yahudilerin yurdu olmuş Cape. 1946’lara gelindiğinde Cape bölgesinin beyaz nüfusu 2 milyon 400 bine ulaşmış. İkinci Dünya Savaşı yıllarının Avrupa’sından kaçan Almanlar, İtalyanlar, Hollandalılar, Yunanlar, Portekizliler Güney’e gelmişler. Bugün Güney Afrika’da her milletten insanları görürsünüz. Siyahlar, beyaz azınlığın idaresine dayanan ırkçı (apartheid) rejiminin sorumlusu olarak, ülkelerine ilk gelen, bugün de resmi dil olarak okullarda öğretilen Flemenkçe’nin lehçesi Afrikaans dilini kullanan Hollanda kökenlileri sorumlu tutarlar. Diğer beyazlara tepkileri daha azdır.

KAYYIMLARIN EL KOYAMADIĞI FOTOĞRAF MAKİNESİ

Türkiye’de onlarca insanın tutuklandığı, ordunun bölündüğü, bürokrasinin dağıtıldığı, hukukun tabutuna son çivinin çakıldığı, annelerin bebeklerinden ayırıldığı Türkiye’nin en karanlık günlerinin yaşandığı bu günlerde, Güney Afrika’da hayatın durduğu Noel tatilini fırsat bilerek kendimi yollara verdim. Ne de olsa eski Cihan muhabiriyiz. Kayyımların el koyamadığı fotoğraf makinesi halen bende. Çok uzun zamandır planladığım bu geziye başladım. Tevafuk, İngilizlerle Hollandalıların savaştığı ülkenin en tarihi kasabası Graff Reinet’te bir gece konakladım. Pansiyonun önündeki mezarlık beni geçmişe götürdü. 1800’lerin başlarından sonlarına kadar yaşayanların mezarlığıydı.

1785’te kurulan bu kasabanın tarihi halen canlı. Afrika’nın uçsuz bucaksız, ıssız, susuz dağlarının ovalarının arasında kayıp bir kasaba burası. Bu tarihi mekânda dinlendikten sonra 350 kilometre dağlardan kıvrım kıvrım akan yolları geçerek meşhur George’a indim. Yollarda etrafı çevrili binlerce dönüm çiftliklerde koyunlar çobansız otluyordu. Yer yer durarak yel değirmenlerini fotoğrafladım. Zamanın durduğu kimsesiz mekanlarda kendimi dinledim. Yüksek dağlardan inerek geldiğim George’a çok içim ısındı. Nüfusları yüzde 2’den az olan Güney Afrika Müslümanları helal kültürünü her yerde olduğu gibi burada da yaşatıyorlar. George’daki çilek bahçesinde 30 Rand (8 TL) ücret karşılığında aldığınız basketlerle çilek topluyorsunuz. Yüzlerce insanın geldiği mekân Cennet’ten bir köşe gibiydi.

George’dan Cape Town’ a devam ettim. Gene yüksek dağlardan büyüleyici Masa Dağı ile meşhur olan şehre indim. Cape Town dünyanın en yaşanılır şehirleri arasında ilk beşte. Üstgeçitlerin köprülerin demirleri bile yeni boyanmış. Dünyanın yedi harikasından biri olan Masa Dağı eteğindeki tarihi Botanik Bahçesi büyüleyici. Ümit burnuna yolculuk keskin virajlardan, olağanüstü manzaralardan devam ediyor. Son bir yıl yağmur bu güzel şehre inmiyor. Rahmet kesilmiş gibi. Üstad’ın Isparta’ya gittiğinde gördüğü susuzluk manzarası aklıma ilişti. Birkaç gün sonra yeri ıslatacak kadar su indi gökyüzünden. Yılın ilk gününde Masa Dağı’na çıkmak için yüzlerce insan sırada bekledi. Teleferiğe binmek için yaklaşık 2 saat beklense de az rastlanır şekilde hiç rüzgâr yoktu ve hava çok açıktı. Haliyle iki okyanusu birleştiren şehrin manzarası büyüleyiciydi. Cape Town’un dünyada benzeri olmayan penguen sahili de turistlere sunduğu eşsiz imkanlardan birisi.

Uğradığım mekanlar arasında George ve diğer sahil şehri Port Elizabeth arasında meşhur Garden Route (Bahçe Yolu) ülkenin en turistik güzergahı. Etrafında piknik mekanlarının olduğu, balık tutulan, rafting yapılan nehirlerin okyanusla birleşme yerleri, yüksek viyadükler, ormanların manzarası ile harika bir yol.

İlk yazımda Cape Town’u İstanbul ile kıyaslamış, ilki doğasıyla diğeri tarihiyle olağanüstü demiştim. Tabi şu sıkıntılı günlerde Güney Afrika’nın dağları, okyanusları değil, herkesin memleketi olması ilgimi çekti. Kimseye yar olmayan, sevenleri ayıran Anadolu değil, Afrika’nın en ucundaki Ümit Burnu bizlere bu kez bir ümit verdi, yuvamız oldu.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin