Gökdelen mağaranın senaristleri

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Onlarınki bir tür zıtların birlikteliğiydi. Biri derinliğin, diğeri enginliğin sembolü gibiydi Türk sineması için. Rahmetli Ayşe Şasa, Yeşilçam’ın en az eser veren senaristlerindendi. Bülent Oran ise ‘üç silahşörler’ tabir edilen, filme çekilen senaryo sayısı bini aşan senaristlerden biriydi. Şasa-Oran çifti, İstanbul’u zirveden gören ve ruhun en bilinmez izbeliklerinin yaşadığı cinnet anlarına şahit gökdelen mağaralarında, Yeşilçam melodramlarında bile eşine az rastlanır yaşamlarını, uyum, mutluluk ve huzur içinde sürdürdüler. 

Türk filmlerinin bizleri en etkileyen sahneleri; en inanılmaz, mantık dışı olan sekanslar değil midir? Bugünlerde gece yarıları uykusuz gözlerle kanallar arası gezinirken aniden karşımıza çıkan siyah beyaz ya da Türk filmlerine has loş ışıklandırmalarla renklenmiş melodramlarda mantığımızdan çok duygularımıza, beynimizden çok kalbimize seslenen o sahnelere vurgun değil miyiz? 

Ayşe Şasa ile Bülent Oran’ın kişisel menkıbeleri de bir Yeşilçam filmi sinopsisi gibi… 

Toplumun aynı katmanında farklı bölgelerde başlayıp, coğrafi açıdan aynı, fikir açısından aralarında uçurumların bulunduğu kutuplarda yaşandıktan sonra, kaderin o buğudan kalemin, uçları kıvrık güzelliğiyle yazdığı kesişen bir ‘Zıtların Birlikteliği’ öyküsü yılında İstanbul’da Osmanlı kökenli bir ailenin oğlu olarak yaşama gözlerini açan Bülent Oran, bolluk ve refah içinde geçen çocukluk yıllarının ardından Pertevniyal Lisesi’ni bitirdikten sonra Hukuk Fakültesi’ne başlar. 18 yaşında özgürlüğe olan düşkünlüğü onu ailesinden ayırır. Bir bez fabrikasında işçilik yaparken fakülteye devam eder. Bu dönemde gecekonduda yaşamayı seçer. Belki de yıllar sonra onun senaryolarına sinen ‘Kitsch’ tutkusu buradan başlamıştır. Alt sınıftan insanlara derin bir sevgi duyar ve onlarla özdeşlik kurar. Adeta dünyayı bu itilmiş insanların gözüyle süzer ve bu yaşam tarzı onun sanatında şiirsel bir genişlik bulur. Ruhundaki incelik kaleminden mizah olarak dışarıya yansır ve dönemin mizah dergilerine yazmaya başlar. Atilla Dorsay ve Engin Ayça “Senaryo yazarı Bülent Oran’la konuşma”sında (Mayıs, 1973) Oran’ın sinemaya geçişini kendi ağzından şöyle aktarır: “Yıl 1953, bir gün rahmetli Talat Artemel ‘Bir film yapacağım. Senaryosunu yazar mısın?’ dedi. Senaryo nedir farkında değilim ki yazayım. Ama direndi Talat Bey. ‘Sen terbiyeli çocuksun’ dedi. ‘Okumuşsun. Hikayeler yazıyorsun. Senaryo ne ki senin için, öğretirim, yazarsın’ dedi. Madem terbiyeliydim, madem senaryo da pek bir şey değildi, niye yazmayayım? Beni Suadiye’deki evine çağırdı. Büyük heyecanla yola koyuldum. İlk dersim son dersim oldu. Bir boş kağıt çekti Talat Bey, ortadan bir çizgi indi. ‘Bak Bülent, konuşmalar sağa, hareketler de sola yazılacak. Hepsi bu’ dedi…”

“Hepsi bu” Türk sinema tarihinin en fazla senaryo yazanlarından biri olan Bülent Oran’ın uzun soluklu koşusunun startını veren cümlenin bitiş kelimeleridir. Oran, bugün binden fazla Türk filminin senaryosunu yazmış senarist olarak meslek yaşamını devam ettirmektedir.

Giovanni Scognamillo’nun, Türk Sinema Tarihi’nde ise sırrını açıklar: “Sinema çevresine girmek, sinema için çalışmak da zor değildi çünkü bu dönemin sineması herkese açıktı. Konu sorunlardan biridir, ama en önemlisi değil. En önemli sorun, biçimdir, neyi nasıl anlatmak ve neden… Her ilişkiye açık olan bu dönemde roman uyarlaması, adaptasyon furyası zamanla bir sinema edebiyat ilişkisinin başlangıcı olmuştur.” 

Ve Kolejli kızın öyküsü 

İstanbul’un en zenginlerinden Avni Şasa’nın kızı olan Ayşe Şasa ise 1941 yılında doğar. Gayr-ı Müslim bakıcıların elinde baskı içinde, bugün bile hatırladığında hafakanların bastığı bir çocukluk geçirir: “Benim yetiştiğim dönemde (2. Dünya Savaşı) Tanzimat’tan gelen yabancı mürebbiye geleneği sürüyordu. Ailem iyilik yaptığını düşünerek beni, hepsi savaş kaçkını ve ruhen sakat olan Yahudi, Katolik, Protestan bakıcılara bıraktı… Herşeye karşı aşırı derecede bir isyanım vardı o dönemde. Ebeyvenim beni çocukken dışladı. Okulda performansım düşük diye ‘aptal Ayşe’ diyorlardı. Doğum günümde arkadaşlarımı evime davet ediyordum, hiçbiri gelmiyordu. Ortaokulda çok hırslandım, performansım birden arttı. Bu sefer üstün kabiliyetli olarak görüp yine yalnızlığa ittiler.” 

Esas yalnızlığı ise Amerikan Kız Koleji’ni bitirdikten sonra, 18 yaşında aldığı evlilik kararıyla yaşar Ayşe Şasa. Zira ailesi, ‘ne halin varsa gör’ diyerek onu dışlar. Bu erken ve yanlış evlilik kararı eğitimini yarıda bırakmasına ve yaşamının yeni kulvarı olan Yeşilçam’a savrulmasına sebep olur. 

Ancak, Şasa’yı ileriki yıllarda pençesine alacak olan şizofren tohumlar ruhuna serpilmeye burada da devam eder. Bu sefer Yeşilçam ‘piyasa’sı onu ‘Kolejli Kız’ diye dışlar. 

İlber Ortaylı’nın o döneme ilişkin gözlemi şöyledir: “Şasa, onu tanıdığım dönemde (1970) etkili senaryolar yazan, ‘Son Kuşlar’ gibi toplumsal içerikli filmlere imza atan, güzel İngilizce konuşan, spor yapan, Türkçe’yi etkin kullanan, içe kapanık bir kişiydi.” 

Ayşe Şasa ile Bülent Oran aynı çevrede fakat farklı ortamlarda Yeşilçam şemsiyesi altında senaryolar yazarken, içten içe de Sinematek Piyasa çekişmesi yaşanıyordu. Bülent Oran, beylik Yeşilçam melodramlarına ‘düzey’ kaygısı gütmeden imzalar atarken, Şasa ve çevresi için büyük bir tehlike olarak algılanıyordu: “O dönemde sinemada az ve öz yazmaya, özgün şeyler üretmeye ve mümkünse sanata yönelik amaçlar kovalamaya büyük çaba gösteren benim gibi biri, aynı değere baş koymuş bir avuç entelektüel yönetmenin yamacında, oldukça zor bir kendini kabul ettirme savaşı vermek durumundaydı. Oran Ekolü’nden farklı olarak, bizim hayat görüşümüz olabildiğince eleştireldi; arka planı daha çok ‘sol’ bir hayat görüşü oluşturuyordu. Bülent’i ve onun gibileri Yeşilçam’dan tasfiye edip ortama egemen olmak başlıca emellerimizdendi.” 

Şaşa’nın ilk evliliğinin en verimli şeyidir belki de, eşi Atilla Tokatlı ile beraber Kemal Tahir ile tanışmak. Tahir’den, Şasa’yı içten sarsacak ve çizgisini seçecek öğüdü o zaman işitir: “Maskaralık yaptığın sürece seni baş tacı ederler ama ciddi bir şey yaparsan kimse ilgilenmez. Yolunu seç.” 

Kolejli Kız, girdiği her ortamda dikkatleri üzerine çekecek kadar güzel, alımlı ve birikim sahibidir. Bir yandan da senaryo yazar. İlk eşinden boşanmış, yönetmen Atıf Yılmaz ile evlilik yapmıştır. Atıf Yılmaz’ın bu dönemdeki filmlerinin bazılarını Ayşe Şasa yazmaktadır. 

Yazmaktadır ama küçük bir hileden de çok zaman sonra haberdar olacaktır: 

“23-24 yaşında. Şişli’de çatı katında küçük bir evimiz vardı. Evin işlerini bitirdikten sonra sandık odasına girer on saat boyunca senaryo yazardım. Bu yedi sekiz sene sürdü ve benim büyük krizimi geciktirdi. Ama senaryo yazarken de korkunç bir tedirginlik yaşıyordum. Benim yazdığım senaryoları gizli gizli Bülent Oran’a gönderip Yeşilçam kalıplarına uygun hale getirdiklerini çok sonra öğrendim.” Yeşilçam’ın sol görüşlü entelektüel emekçileri bir yandan peşin reçetelerle yoğun bir ideoloji çabası içinde olurken, Oran Ekolü rakiplerini umursamadan seri halde film üretmektedir. Oran Şasa ismi bir Memduh Ün filmi Çapkın Kız’da (1963) bir araya gelir. Ancak taraflar birbirinden habersizdir. Yönetmen öykü sahibi Ayşe’ye filmini bir Profesyonele teslim ettiğini söylemez. Oran’a da Şasa hakkında çok bilgi verilmez: “Hikaye sağlamdı, ‘kimin?’ dedim, ‘Kolejli Kız’ dediler. Beğenmiştim hikayeyi…” Zaten Ayşe Şasa’nın deyişiyle: “bitkiye, hayvana, insana, illa da insana, ama yaratılmışın her türüne yönelik engin, uçsuz bucaksız merhameti ve sevgisi olan” Oran için kötü film yok gibidir; Raj Kapoor’un Avare’si onun için ‘Aşılmaz Sanat’tır! Buhran ve uçuk mavi mika çiçekler Bazı yaşamlar vardır. Uzun süren çalkantılar ve lodos sonrasında, dingin kıyılarına indiğinizde kesin hükmü verirsiniz: “Hayat asla ve kat’a tesadüfler cangılı değildir!” Bir çeşit ‘zıtların birlikteliği’ olan öykümüz kahramanlarının yolu Ayşe Şasa’nın gireceği cinnet mustatilinden sonra kapanacağı iç mağarası ve karanlık dünyası dolayısıyla ayrılır. Oran Yeşilçam için yorulmaksızın senaryolar üretirken, Ayşe Şasa, tam da Türk sineması ve toplumunun şizofrenisi üzerine bir yazı kaleme alma esnasında aniden zihni bulanır ve şizofreni nöbeti geçirir. Gözlerini hastane odasında açar. Sonrası daha ürkütücüdür; “Biz akşamları Atıf’la Kulis’e giderdik. Bir gün oraya giderken, Atıf’ın elinden kurtulup kaçmaya başladım. CIA, KGB peşimde ve beni kovalıyor diye hissediyordum. Atıf elini cebime sokmuştu, onun da elinde zehirli bir iğne olduğunu ve beni öldürmeye çalıştığını düşünüyordum.” 

Yapayalnızlaşma süreci zirveye tırmanmış ve Kolejli Kız için cinnet ve buhranlı upuzun bir dönem başlamıştır. 

Evliliğinin tökezlemesi, onu daha da yalnızlığa iter. Ardından dayanağı Kemal Tahir’in ölümü ile iyice yalnızlaşır ve Mecidiyeköy’deki bir gökdelenin en tepesinde ‘Mağaram’ dediği evinde yıllar boyunca tarihte çok az insanın dayanabildiği şizofren nöbetleriyle yaşar. 

30 yaşına geldiğinde sadece düş kırıklığı içindeki bir sinemacı değildir, sinir sistemi çökmüş bir hastadır aynı zamanda. 

Ve aradan geçen yıllar… 

Bülent Oran bir gece ilginç bir rüya görür. Bir dönem hikâyelerini kendisine getirip, senaryo yapmasını istedikleri Kolejli Kız konuk olmuştur düşlerine. Hiç bir alâka kurmaz ve ertesi gün kendi işine devam etmek için Taksim’e çıktığında bir vitrinde gördüğü oyuncak bebek ona ‘Ayşe’yi anımsatır. Kararını vermiştir; ona gidecektir. Gökdelendeki mağarasında bir cinnet nöbetinden diğerine savrulan Kolejli Kız ise, son bir hamle yaparak elini telefon rehberine atar. İnce parmağının ucundaki isim bir dönem düşman gördüğü meslektaşıdır: Bülent Oran! Kader, kıvrık uçlu diviti ve şeffaf fontuyla yine kayarak geçmiştir iki yaşam parşomeninin üzerinden. Birbirinden habersiz, birbirlerine doğru adım atan bu iki zıt kutup, tam 6 yıl görüşmedikten sonra Şasa’nın ‘Gökdelen Mağara’sında bir araya gelirler: 

“Bir öğleden sonra Bülent, alâmet i farikası olan 40’lı, 50’li yılların modasından kalma fötr şapkası ve o tatlı tebessümüyle çıkageldi.” Oran, o günden sonra Ayşe Şasa’yı bir gün bile yalnız bırakmaz. Bir dönemin ‘rakibi’, hatta ‘düşmanı’ olan kişi yeni ‘kurtarıcısı’dır Kolejli Kız’ın. Yazmanın o girift, akıllara durgunluk veren izbelerinde gezinen ruhu ile kelimelerin sığ, ancak uçsuz bucaksız enginlerinde gezinen bu iki isim, en zor zamanlarda sırt sırta verirler. 

Ayşe Şasa, en bulanık şizofren nöbetlerinde yeni hayat arkadaşına bir tahlisiye simidi gibi tutunur. Muazzam bir sabır ve hoşgörüyle eşine uzatır elini. Bir eliyle eşinin avcunu ısıtırken, diğer elinden kalemi bırakmaz ve bitmek tükenmek bilmeyen yazma yeteneğiyle yeni senaryolar üretmeye devam eder. Ülkenin ve batının bütün uzmanları seferber olmuştur Kolejli Kız için. Ancak şizofreniye tek boyutlu bakan tıp acizdir. İlaç tedavisi bitkinleştirir, bedensel tökezlemeler de yaşatır ona. Mağaradan kuleye yükseliş Ayşe Şasa yaklaşık 18 yıl süren bu çileli yolda tasavvufun ve tevekkül çınarının asırlara gömülü damarlarına sarılarak kurtulmaya başlar: 

“Bülent beni enkazın içinden çıkardı. Ben on sene bu dört duvarın içinde oturdum. Konuşacak insanım bile yoktu. Enkazın altındaydım. Bülent geldi ve beni enkazın altından çıkardı. Yürüyemiyordum, konuşamıyordum, yataktan çıkmıyordum. Renkli kalemler alıyordu, filmler izlettiriyordu bana. Film izleyecek halim yokken öyle uğraştı benimle.”

En sıkıntılı döneminde, hiç beklenmedik anda İngilizce bir eser onu çekip çıkarmaya başlar bulunduğu bataklıktan; Muhyiddin İbni Arabî’nin Füsûs’u ve bir cümlecik: “Cenab-ı Allah buyuruyor ki; ben gizli bir hazineydim bilinmek istedim.” Aşkların en büyüğüydü, bilen ile bilinmek isteyen arasındaki aşk!: “Kozmik bir şiir, kozmik bir müzik ve göksel bir mimari yapıt olan o eşsiz metafiziği okudukça, hayretim artıyor, ‘ben bunca yıl, bu kadar muhteşem bir söylemden nasıl habersiz kalmışım’ diye hayrete düşüyordum. Bir yandan bir ‘vird’ gibi onu okuyordum, diğer yandan İslam ve tasavvuf hakkında bilgilenmeye başladım. İbni Arabi anlattıkça önümde yıldızlar açılıyordu. Çözüldüm… Sanki burası bir mağara ben de yaralı bir hayvanım. Birden sanki İbni Arabî’nin laflarıyla tavan açıldı ve 18 bin âlem, yıldızlar ışık sunmaya başladı.” 

Mağaranın tavanı açılmış, adeta 18 bin âlem ayağının altına serilmiştir bir dönemin Kolejli Kız’ının. Çok sonra kaleme aldığı ‘Deliler Ülkesinden Notlar’da şöyle tasvir edecektir: 

“Dizi dizi asılmış insanlar, çocuk leşleri, bütün evreni kaplayan ceset kokusu. Sevdiklerin çığlıkları, kopmuş kelleler ve uzuvlar…” 

Ve kitaba Hilmi Yavuz’un yazdığı ‘Sonsöz’den İbnî Arabî ile açılan boyut: “Şeyhü’l Ekber’in bembeyaz harmaniyeye bürünmüş ince gövdesi ve Kurtuba güneşinin altın ve nurdan inşa ettiği ve görklü yüzüyle, şeyh ve uzak müridi, bir tayy-ı zamanı yaşayarak, ‘Gaflet Çölü’nü geçiyor, ‘Hidayet Vadisi’ne yürüyor, ‘Tevhid Dağı’na tırmanıyor, ‘Hayret Yaylası’na ulaşıyorlar…” 

Ayşe Şasa, Yeşilçam’ın en az eser veren senaristlerindendir. Bülent Oran ise ‘üç silahşörler’ tabir edilen (diğer iki isim Safa Önal ve Erdoğan Tünaş), filme çekilen senaryo sayısı bini aşan senaristlerden biri. 

Uzun ve çileli yıllardan sonra, kartezyen ikiliği tevhidle aşıp, sinema yazarı Atilla Dorsay’ın tabiriyle, ‘İdeolojiler ve inançların çöküş çağında, içine düştüğümüz post modern çağ çukurundan ve tıpatıp birbirine benzer yaşamlardan farklı bir yerde durup, bizi kendince ışıklı bulduğu yeni bir yola çağıran’ Şasa Oran çifti, İstanbul’u zirveden gören ve ruhun en bilinmez izbeliklerinin yaşadığı cinnet anlarına şahit gökdelen mağaralarında, Yeşilçam melodramlarında bile eşine az rastlanır yaşamlarını, uyum, mutluluk ve huzur içinde sürdürüyorlar. Sinemanın bu iki zıt kutbunun anlayış ve fedakârlık yüzüğüyle birleştirdiği yaşam öyküsü tüm sıcaklığıyla devam ediyor epey bir süre. 

Türk sinemasının ‘dikey’ büyüklüğü olan; derinliğin geçirdiği bu uzun ve çileli ruhî sarsılmayı, kaderin akıllara durgunluk verip, yürekleri şaşırtmayan kurgusu neticesinde kutbun diğer yüzü, ‘yatay’ büyüklük olan; enginliğin geçirdiği bedensel rahatsızlık izliyor. Ardından böbrek yetmezliği haftanın belli günleri diyaliz makinasına bağlanma. Elbette başucunda 22 yıllık eşi, dostu, hastası ve bir dönem yaşama sarılması için sıkı sıkıya yapıştığı elin sahibi Ayşe Şasa vardır. 

50’ye yakın filmde oyunculuk, 800’e yakın senaryo. Bülent Oran’ın yaşadığı hızlı hayatı, Ayşe Şasa ile evlendikten sonra tabiri caizse mecrasına oturmuş ve gerçek ruh dinginliğini yakalamıştır. İşte bu iç huzuruyla tedavi gördüğü hastanede. 23 Eylül 2004’te vefat ederken ardında bilinen replikler, bol miktarda gözyaşı, yeterince mizah ve hoş bir sadâ bırakır. 

Ve Kolejli Kız büyük bir tevekkül ile karşılar bu ölümü. Çünkü artık geçici bir ayrılık olduğunu biliyordur. 

Hayatının son demlerinde evi adeta bir medrese, külliye gibi dolup dolup taşıyor Şasa’nın. Onlarca ziyaretçi, Ayşe Şasa’nın sohbetinde bulunmak için sıraya giriyor adeta. Veda projesi ‘Dinle Neyden’i yazdıktan sonra aktif olarak sinemaya veda ediyor ama son nefesine kadar dostlarıyla kurduğu iletişimi koparmıyor. 

Ve hatime olarak şunları yazıyor: “Şimdi, şu eski koltuğumda oturuyorum ve gücümün yettiğince tefekkür ediyorum… Herkes geleceğe doğru hayal kurar, ben geçmişe doğru… Bir bahçeye yolculuk yapıyorum… Bir zamanlar, yani çocukluğumda öyle bir bahçenin ortasındaydım ama o nimetin o günlerde şükrünü eda edebilme hassasiyetine sahip değildim. Şimdiki halimle; aklım ve gönlümle o güzel bahçeye dönüyorum… Çimenlerin üzerine seccademi serip şükür namazı kılıyorum. Bu benim geçmişe doğru yolculuğum, geçmişe dönük hayalim…”

2014 yılının serin bir haziran sabahına karşı, ayın 16’sında 73 yaşında mütebessim bir yüz ifadesi ile ahirete yürüyor Ayşe Şasa… Hayatının büyük bölümünü münzevi olarak yaşıyor ancak Hilmi Yavuz’un da dediği gibi, ‘bu az şey değil!” 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Yazdığınız yazılar o kadar derin ve kaliteli ki bazı yerlerini defalarca okuyorum yakalayabilmek için. Sinemaya bakış açımı hem de kökten değiştirdiniz. Zamanında yaptığınız okumalarınız yazıda birer yıldız gibi parlıyor. Lütfen devam ediniz.

  2. Türk sineması, senaristi, oyuncusu ve seyircisiyle bizim… Allah bütün ölmüşlerimize rahmetiyle muamele etsin.
    Ne güzel insanlar yaşamışlar.
    “Keşke” demek doğru olsaydı, “keşke yüzyıllar öncesinden uzanan ellerden önce bizler uzanabilseydik ve bizler kucaklayabilseydik onları” derdim…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin