Gök ekinler bir bir biçilirken…

Yorum | Bülent Keneş

 

Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm

Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi

Yunus Emre

Gencecik bir öğretmen… Henüz 30 yaşında. Gencecik bir kadın…. O da 30 yaşında. Ufacık bir oğlan çocuğu… Henüz iki yaşında.

Öyle bir zulüm ki bu, ne erkek dinliyor ne kadın. Öyle bir gaddarlık ki bu, ne yaşlı dinliyor ne çocuk… Öyle bir Firavunluk ki bu, ne Kadir biliyor ne kıymet. Öyle bir şeytanlık ki bu, ne Ramazan bağlıyor ne bayram…

“Mehmet (Çelik) Bey benim çok yakın bir arkadaşımdı,” diye başlıyor söze bir arkadaşı… “Arkadaş” tabirinin meramına kafi gelmediğini düşünüp sözünü “kardeşimdi”yle tamamlıyor. Sonra devam ediyor ve Hatay’daki cenazeyi, cenaze sonrasındaki gözaltıyı, annesinin gözaltına alınmasıyla ortada kalan minik yavrunun hikayesini anlatmaya…

“Üniversiteyi bitirdiği şehirde bir hanımefendiyle (Esra Hanım) tanıştılar. Evlendiler. Bu evliliklerinden bir erkek çocukları oldu. Adını Yusuf Kemal koydular. Hayatlarını devletin sürekli yasal denetimi altında bulunan özel bir eğitim kurumunda öğretmenlik yaparak idame ettiriyorlardı. Genç eşlerin ikisi de sınıf öğretmeniydi. Tek bir sabıkaları bile yoktu.”

Bu genç çiftin keder ve kahırdan içi alev alev yandığı her kelimesinden anlaşılan can dostları anlatmaya devam ediyor:

“Bugün ülkede mağdur edilmiş yüz binlerce masum insan gibi, daha ne olduğunu anlayamadan her ikisi birden hükümet tarafından terörist ilan edilmişlerdi… Oysa, tek suçları insan eğitmek ve canlarından çok sevdikleri ülkelerine hizmet etmek olan gencecik iki fidandılar…

“Mehmet kardeşimin çok önceden beri devam eden bir bronşit hastalığı vardı. Sürekli bazı antibiyotikleri kullanmak zorundaydı. Ancak, mutat kullanmak zorunda olduğu ilaçlarını içinde bulunduğu koşullar yüzünden yaklaşık bir sene boyunca temin edemedi. Nihayet bazı tanıdıkları vasıtasıyla bu ilaçları birkaç sefer temin etmeyi başardı. O ilaçlar sayesinde sağlığı bir nebze olsun normale dönmüştü. Aşağı yukarı bir sene de bu şekilde yaşamaya, ayakta durmaya gayret etti.

“Hastahaneye gidemiyordu. Çünkü, kendisine bir seri katile reva görülenden daha fazlası reva görülmüştü. Bu yüzden sosyal hayattan tamamen kopmuş, kapandığı bir evin odasında yaşamaya çalışıyordu. Her yerde arandığı için tedavi için hastahane ve benzeri bir yere giderse tutuklanıp kodese gönderileceğinden hiç şüphesi yoktu.

“Ülkede hukukun ve adaletin esamesinin kalmadığını arkadaslarının tek tek tutuklanmasından ve kendisinin bizzat yaşadığı hadiselerden çok iyi biliyordu. Neticede, hiçbir somut delile dayandırma ihtiyacı duymaksızın kendisine ağır suçlar isnad edilmiş ve üstüne bir de ‘terörist’ ilan edilmişti. Halbuki Mehmet Bey, o kısacık ömrü boyunca, hep şimdi kendisine isnad edilen bu tür şeylere karşı mücadele etmiş ve genç yaşta sonlanan ömrünün tamamını bu yolda harcamıştı.”

Arkadaşı, merhum Mehmet Çelik’in ağırlaşan hastalığına rağmen tedavi için hastahaneye gidemediğini ve içinde bulunduğu açmazı şöyle dile getiriyor:

“Hastahaneye gidemiyordu… İlaç temin edemiyordu… Çocuğu hastalandığında bile onu hastahaneye götüremiyordu… Bu şekilde aşağı yukarı iki sene geçirdi… Hastalığı iyice ağırlaşınca, yani ancak iki sene sonra, Ankara’daki Liv Hospital hastahanesine gitmek zorunda kaldı.

“Muayene sonrası doktorun ilk tepkisi ‘Kardeşim, sen bu zamana kadar neredeydin? Bu haldeyken yaşamayı nasıl başardın?’ şeklinde oluyor. Doktor, Mehmet Bey’in hastalığına ‘bronşektazi’ tanısı koyuyor. Öğrenebildiğim kadarıyla bronşit zamanında ve gerektiği gibi tedavi edilmediği takdirde hastalık ilerliyor ve bu hali alıyormuş.”

Mehmet Çelik’in arkadaşı haklı. Bronşektazi hastalığı tıbbi literatürde yeni yer alan bir hastalık. Önceden bilinmeyen ya da tam teşhisi olmayan bu hastalık günümüzde artık tanı ve tedavi aşamasında çok yeni tekniklerle iyileştirilebiliyor. Ancak, bronşektazi hastalığının iyileşmesinin daha çok hastanın gayretine bağlı olduğu belirtiliyor. Hasta beslenmesine, ilaçlarını düzgün almaya ve hastalığa göre yaşamını düzenlemeye dikkat ettiği oranda iyileşmenin daha hızlı olacağı ifade ediliyor.

Uzmanlar, bronşektazi hastalarının yaşam süresinin hastalığın ne zamandan beri var olduğuna göre değiştiğini de ifade ediyor. Erken teşhis edildiğinde tedavisi daha kolay olan bronşektazinin, kronikleştiği hastalarda ise tedavisinin çok daha zor ve zahmetli olduğu söyleniyor.

Erken teşhis edilmiş bronşektazi hastalarının tedavisi ilaç ve fizyoterapi yöntemleri ile mümkün. Ancak, bu yöntemlere rağmen hastanın durumunda düzelme olmazsa son çare olarak ameliyat ediliyor.

Arkadaşının anlatımlarına göre, genç öğretmen Mehmet Çelik, Hizmet Hareketi mensuplarına yönelik sürdürülen cadı avı kapsamında haksız yere arandığı için saklanmak zorunda kaldığından, alması gereken ilaçları temin edemediğinden ameliyat safhasına çoktan gelmiş.

Arkadaşı anlatıyor: “Doktor, Mehmet Bey’e diyor ki ‘senin akciğerin çok kötü durumda. Beşte üçünü almamız gerekiyor.’ Mehmet Bey’in başka çaresi olmadığı için mecburen kabul ediyor. İlk ameliyatı yapıyorlar. Ameliyatın iyi geçtiğini söylüyorlar. Ancak, bir süre sonra, akciğerin geriye kalan kısmından biraz daha almaları gerektiğini söyleyip Mehmet Bey’i tekrar ameliyat ediyorlar ve akciğerinin kalan kısmından birazını daha alıyorlar. Böylece, hasarlı akciğerinin nerdeyse yüzde 80’i alınmış oluyor.

“Fakat, sorun burada bitmiyor. Akciğerin kalan o ufacık kısmının ameliyat sırasında enfeksiyon kaptığı söyleniyor. Mehmet Bey’in değerleri yükseliyor ve normalleşmesini bekliyorlar.

Ancak, yapılan müdahalelerin hiçbirine akciğer olumlu cevap vermiyor. Mehmet Bey, ne yazık ki, genç yaşında dünyaya gözlerini yumuyor.”

Arkadaşının anlatımına göre, merhum öğretmen Mehmet Çelik’e reva görülen zulüm öldükten sonra da devam ediyor. Cenazesi ailesine verilmek istenmiyor. Bu yüzden vefat Perşembe günü gerçekleşmesine rağmen cenaze teslimi ancak Cumartesi günü yapılıyor. Hükümetin eşi gibi kendisine de hayat hakkı tanımadığı hayat arkadaşı Esra Hanım, Mehmet Bey’e son yolculuğunda son vazifesini yerine getirme düşüncesiyle eşinin naaşının defnedileceği memleketi Hatay’a gidiyor.

Vicdansız Erdoğan rejiminin genç çifti hedef alan zulmü ne Ramazan dinliyor ne Kadir gecesi, ne acı dinliyor ne cenaze ne de yas. Zulüm Esra Hanım’ı gelip cenazede de buluyor. Sevgili eşini defnettikten hemen sonra polisler tarafından derdest ediliyor.

Pazartesi sabaha doğru 3 suları, “Kendisi ile irtibattaydık,” diyor merhum Mehmet Çelik’in vefalı arkadaşı. “Ama, zannımca telefonuna el koydular. Şu an ulaşamıyoruz. Dolayısıyla Esra Hanım’ın başına neler geldiğini şu an itibariyle tam olarak bilemiyorum. Ancak, öğrenebildiğim kadarıyla savcılığın hakkında yakalama kararı çıkardığı Manisa’ya götürülmüş. Pazartesi savcılığa çıkması bekleniyormuş. Genç çiftin aileleri, korktukları için bu masum insanlara sahip çıkamıyor.”

Mehmet Bey’in arkadaşı hazin durumu “Baba vefat etti. Anne gözaltında. Genç çiftin minik yavruları Yusuf Kemal’in nerede olduğunu ise bilen yok,” şeklinde özetliyor.

Azıcık vicdan kırıntısı olanların Ramazan günü, Kadir gecesinin arefesinde bu korkunç zulüm, bu hazin hikaye karşısında kahrolmaması mümkün mü? Ne yazık ki, ne Mehmet Çelik bu ifritten dönemin ilk kurbanı ne de Esra Çelik ve küçük yavrusu Yusuf Kemal bu alçaklığın ilk mağduru. Ülkenin neresine baksan bir feryat, bir figan. Ne tarafa dönsen bir acı, bir ızdırap.

Bu yüzden, Abdurrahim Karakoç’un İslam coğrafyasının hazin durumunu tasvir için, Yunus Emre’den ilhamla kaleme aldığı, “Gök ekini biçer gibi” şiiri, bugün belki de en fazla dini duyguları istismarla iktidara gelip güçlendikçe ahlak ve vicdan yoksunu bir İslamofaşist istibdat rejimi kuran Erdoğan’ın zulmü altında inim inim inleyen Türkiye’yi anlatıyor.

Uyarlanmış haliyle birkaç mısrasını mırıldanıp merhum öğretmen Mehmet Çelik’e Allah’tan rahmet, sevgili eşinin yasını tutmasına bile müsaade edilmeyen Esra Öğretmen’e ve yetim yavrusuna ise metanet niyaz edelim. Allah gani gani rahmet eylesin. Esra Hanım’ı ise bir an önce salaha kavuştursun.

Hele bakın yedi bölgenin yedisinde

Ömründen sürülen benim gardaşım

Kimi dokuz, kimi doksan yaşında

Sırtından vurulan benim gardaşım

 

Zulüm dalga dalga gelir art-arda

Çaresiz mazlumlar çırpınır darda

Bazan Manisa’da, bazan Hatay’da

Boğazı sıkılan benim gardaşım

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Rabbim bu son olsun insallah.Kardeslerimize abilerimize ablalarimiza yuregimiz dayanmiyor.Sen bu zulmu bitir Allah im bizleri hizmetlerimize kavustur Allah im.

  2. Bu zulümlerin bir an önce bitmesi,suçsuz kimselerin bir an önce ortaya çıkması için ne kadar dualar etsek de,sadakalar versek de Rabbim buna karar verecektir;amennâ ve sadaknâ. Lâkin;zihnini kurcalayan şey şudur ki bizler ne ara bu kadar kirlendik ve “bize dokunmayan yılan bin yaşasın” demeye başladık.???Hani digergâmdı Anadolu insanı?Haksızlığa tahammülü yoktu,kimseye elinden,dilinden zarar gelmezdi?Çürümemiz o kadar büyük ki benim korkum;saraydaki şahsın kendisi dışında herkesi ve hepimizi esir etmesi,zulmünü göremememiz için şeytanın yeryüzündeki varisliğini yapması,artık TÜRKİYE diye bir ülkenin olmamasıdır. Ne kadar dış ülkelere yerleşmiş olsak da yine bir ülkemizin varlığı bile huzur verirken,ülkesiz olmak zorlardan zor olsa gerek. Rabbim bu Ramazan’ın bereketi hürmetine masum lara yardım eylesin,zulme fırsat vermesin inşallah.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin