Fikrinizi ne değiştirecek? Erdoğan’ın itiraf etmesi mi?

YORUM | ADEM YAVUZ ARSLAN 

Meşhur 17 Aralık büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu takip eden günlerdi.

Erdoğan iktidarı ile ‘hayli yakın’ bir dostumla sohbet ederken o zamanlar çalışmakta olduğum Bugün Gazetesi’nin yayınlarından şikayet etmeye başladı.

Ben de “Yanlış ya da yalan olan bir şey var mı? Yazdıklarımız soruşturma dosyasından” diye savunma yaptım.

Muhatabım beni şok eden ve yıllardır aklımdan çıkmayan şu ifadeleri kullandı: “Benim için önemli değil. Ben Reis’i o para balyalarının üzerinde görsem, yanında hayat kadını bile olsa fikrim değişmez. Ümmet için yapıyordur der geçerim.”

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Konu ne zaman 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonuna gelse muhatabımın bana göre hayli uç tanımı aklıma gelir.

Takip eden yıllarda “paraların üzerinde yanında filancayla görsem fikrim değişmez” diyenlerin hiç de az olmadığını gördüm.

8 yıl sonra bu bahsi açma nedenim ise söz konusu zihniyetin farklı versiyonlarını toplumun değişik kesimlerinde görüyor olmam.

ESKİ BAKAN BAYRAKTAR, ERDOĞAN’IN KALESİNİ YIKTI

Gelişmeler herkesin, en azından sosyal medya takipçilerinin malumu.

17 Aralık operasyonuna konu olan, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, gazeteci Altan Sancar’a konuştu ve çok önemli açıklamalar yaptı.

Bayraktar özetle 17 Aralık soruşturmasını doğruladı, meşhur telefon tapelerini teyit etti.

Erdoğan’a sitem eden Bayraktar “Reis, beni hırsız çuvalının içine koyup attı” dedi.

Röportajda başka kritik ifadeler de var, ancak bu birkaç cümle bile ortalığı birbirine katmaya yeter de artar bile.

Sonuçta bakanları ile birlikte hırsızlık yaparken, rüşvet alırken suçüstü yapılan Erdoğan, delillerin uydurma olduğunu iddia edip ‘hükümete darbe’ söylemiyle karşı hamle yapmıştı.

Erdoğan Bayraktar’ın ifadeleri en başta Erdoğan’ın inşa ettiği söylemi temellerinden sarstı.

Adeta Erdoğan’ın kalesini içeriden yıktı. Doğal olarak tartışma çıktı. 17 Aralık operasyonu tekrar konuşulmaya başlandı.

Bu yazıda 17 Aralık operasyonunun delillerini, akla ziyan telefon görüşmelerini ve insanın başını döndüren para trafiklerini anlatacak değilim.

Gelmek istediğim yer, yazının girişinde anlattığım “zihniyetin” başka bir versiyonu.

Çünkü sözde liberal-solcu-muhalif çevreler kafa yapısı itibariyle “Reis’i paraların üzerinde hayat kadını ile görsem fikrim değişmeyecek” diyenlerden farklı değiller.

İsimlere takılmaya gerek yok. Zira olay kişilerin üstünde, bir zihniyet sorunu.

Onlara göre 17 Aralık yolsuzluk operasyonu dört başı mamur bir yolsuzluk skandalı ve başta Erdoğan olmak üzere ilgili isimler yargılanmalıydı. Ancak aynı çevrelere göre “Cemaatçi savcılar ve polisler” yolsuzluk operasyonu yaparak hükümete darbe girişiminde bulundular.

Bir başka ifadeyle 17 Aralık hem darbe hem yolsuzluk operasyonuydu.

Girişte bahsettiğim koyu AKP’li de nasıl bir mantık göremiyorsam bunlarda da mantık aramamam gerekiyor, ama insan hayret etmekten de geri duramıyor.

Çünkü sözüm ona Erdoğan muhalifi olan bu kesimler Erdoğan rejiminin söylemiyle hareket ediyorlar. O zaman şu basit soruyu sormak gerekmez mi: O zaman sizin suçüstü yakalanan hırsızlardan ne farkınız var?

Yolsuzluk ise darbe değildir, darbe ise yolsuzluk değildir.

Bu kadar basit!

Dahası bu çevrelerde bir başka etik-ahlak sorunu daha var.

“Hem 17 Aralık yolsuzluk operasyonunun rantını yiyeyim hem de hükümeti yıpratayım ama Cemaatçi denen polislere, savcılara, hakimlere ‘terörist’ demeye devam edeyim, onların hakkını teslim etmeyeyim” şeklinde özetlenebilecek bu -en basit tabirle- iki yüzlülük 8 yıldır sürüyor.

Açıkçası o kadar absürt, mantıken sakat bir yaklaşım ki oturup izahat yapmaya bile gerek yok. Operasyon ya darbedir ya da yolsuzluk operasyonu. İkisi birden olamaz.

Bu suçüstü yakalanan hırsızın namus abidesi kesilmeye çalışmasından farksızdır.

O yüzden lafı eğip bükmeye gerek yok: 17-25 Aralık Operasyonları bu ülkede bugüne kadar görülen en sağlam, en güçlü yolsuzluk soruşturmalarıydı. Usul ve deliller açısından da dünyaya örnek olarak gösterilecek bir operasyondu.

Düşünsenize operasyonu yapınca tutuklanacağını, sürüleceğini ya da başına başka kötü şeyler geleceğini bilen polisler ve savcılar tereddüt etmeden gereğini yaptılar. Nitekim operasyona imza atan güvenlik bürokratları tutuklandı. 8 yıla yakındır hücredeler. Üstelik eşleri ve çocukları da tutuklandı.

İşkence ve kötü muameleye maruz kaldılar.

17 Aralık operasyonunun nimetlerinden yararlanan CHP bir gün olsun o bürokratları gündem yapmadı. Haklarını savunmadığı gibi “terörist” demeye devam etti. Erdoğan Bayraktar’ın birinci elden itirafı bile duruşlarını değiştirmedi.

MHP’nin durumu üzerine yorum yapmaya gerek bile yok.

“17 Aralık’ın hesabını sormazsam namerdim” diyen Devlet Bahçeli bir yandan 17-25 Aralık takvimleri önünde poz verip bir yandan da ‘yolsuzluk haftası’ ilan ediyordu. Sonra gizemini hala çözemediğimiz bir nedenle Saray’a kapı kulu olmayı tercih etti.

‘SOLCU VE LİBERALLER’İN BÜYÜK GÜNAHI

Sözüm ona liberal-demokrat-solcu kesimlerin bir diğer günahı da ilk günden itibaren olayı ‘aile içi kavga’ olarak tanımlaması.

Özellikle Washington ya da Brüksel gibi Batılı başkentlerle etkileşimi olan bu kesimler, skandal patladığında muhataplarına “Bu aile içi kavga biz karışmayalım, Erdoğan Cemaat’i bitirsin biz sonra ikisinden de kurtulalım” dediler.

Şahsen Washington’da bu tip çok toplantıya şahit oldum.

Batılı muhatapları soruşturmaya dair çarpıcı detayları gündeme getirince dahi hükümetin darbe söylemini tekrar ettiler.

Eğer daha sürecin başındayken Batılı başkentlerde konu doğru çerçeveye oturtulsaydı Türkiye bu kadar zıvanadan çıkmazdı.

Yani Türkiye’nin bugün geldiği noktada kendini solcu-liberal-demokrat olarak tanımlayan fakat gerçekte kafa yapısı olarak Erdoğan’dan farkı olmayan çevrelerin büyük günahı var.

Yaşanan bunca olaya rağmen benzer söylemleri sürdürüyorlar.

‘ERDOĞAN’IN AVUKATLARI’ DA OPERASYONU TEYİT ETTİ

Bu aşamada gelin ‘filancaya anlatır gibi’ tekrar özetleyeyim:

17-25 Aralık operasyonları şüpheye bırakmayacak kadar sağlam dosyalardı. Bunu da en iyi Erdoğan ve çevresi biliyordu. Hatta o dönem Cumhurbaşkanı Abdullah Gül güvendiği hukukçulardan konuya bakmalarını istemiş ve oradan “Dosya çok sağlam, yapacak bir şey yok” cevabını alınca sessiz kalmayı tercih etmişti.

Erdoğan’ın uğruna Türkiye’yi yaktığı, ABD’ye nota üstüne nota verdiği Reza Zarrab itirafçı olup ABD’li savcılara her şeyi anlattığında bile aynı çevreler çıkıp “Tamam, Zarrab’ın anlattıkları, verdiği deliller soruşturmayı doğrulayabilir ama bunlar Cemaat’i yine de aklamaz” demeye devam ettiler.

O da yetmedi, Erdoğan’ın avukatları, rüşvetleri ve Zarrab’ın önüne yatanları teyit etti.

Hatırlanacağı gibi Zarrab, Miami’de yakalanıp tutuklanınca savcıyla işbirliğine gidip her şeyi itiraf etmişti.

O dönemin Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla tek sanık olmuştu. Bir devlet bankası olan Halkbank’ın avukatları bizzat Erdoğan tarafından seçilmiş, süreç yakın takip edilmişti.

Erdoğan ABD’nin en pahalı avukatlarını tutmuştu.

Peki ne oldu? Daha ilk gün duruşmada parasını Türkiye’nin ödediği, resmi olarak Türkiye’nin avukatları olan kişiler çıkıp “siyasilerin ve bürokratların Zarrab’dan ahlaksızca rüşvet aldığını” söylediler.

Niyetleri Hakan Atilla’nın bu rüşvet trafiğinin dışında kaldığını vurgulamaktı ama sonuçta 17 Aralık delillerini teyit etmiş oldular. Jürinin ağzı açık şekilde dinlediği tapeler ve gördüğü rüşvet belgeleri dünya medyasına konu oldu.

Zarrab anlattı…

Türkiye’nin avukatları kabul etti…

Skandalın kahramanlarından Erdoğan Bayraktar soruşturmayı doğruladı ama ‘istemezük’ cephesinde bir değişiklik yok.

Onlara göre yolsuzluk doğru ama darbe de doğru.

Kısacası kendini uyanık milleti aptal sanan bu ‘analiz deha’larının tüm derdi şu: Zulüm tam gaz sürsün, Erdoğan, Cemaat’i gaz odalarında yaksın, ardından kendini de imha etsin, onlara da dikensiz gül bahçesi kalsın!

İster ideolojik körlüklerinden ister başka gerekçelerle olsun, ortaya dökülen bunca rezalete rağmen iktidarın söylemleriyle hayatını ortaya koyup ülkenin namusunu kurtaran bir avuç güvenlik bürokratına ‘terörist’ diyenler tarihe bu soykırım suçunun ortağı olarak geçecekler.

Bundan şüpheniz olmasın.

Sahi 17 Aralık’ın nizami bir yolsuzluk operasyonu olduğuna inanmanız ve hakkı teslim etmeniz için ne tür bir delile ihtiyacınız var?

Erdoğan’ın bizatihi kendisinin çıkıp “Evet kardeşim deliller doğruydu, ben oğlumla sıfırlama konuşmasını yaptım, rüşvet çarkı kurduk” demesini mi bekliyorsunuz?  

O zaman girişte bahsettiğim AKP’li fanatiklerden ne farkınız var?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. “Evet kardeşim deliller doğruydu, ben oğlumla sıfırlama konuşmasını yaptım, rüşvet çarkı kurduk” dese bile olsun helall olsun, sen bu ulkeye cok sey yaptin diyecek 15 milyon insan var.

  2. “Evet kardeşim deliller doğruydu, ben oğlumla sıfırlama konuşmasını yaptım, rüşvet çarkı kurduk” dese bile olsun helall olsun, sen bu ulkeye cok sey yaptin diyecek 15 milyon insan var. yorum yenidir

  3. 3. Cumhuriyet ve 17/25

    Adem bey, bilirsiniz 2. Cumhuriyet kavramı yakın tarihimizde tartışma konusu olmuştu. 1960 Darbesi sonrası bu kavram ortaya çıkmış, 90 larda farklı şekilde olsa da yine kavram olarak siyaset okurlarının gözüne çarpmıştı. Özünde, bürokratik ve askeri elitin öncelendiği, demokrasi ve insan hakların geri plana atıldığı bir kavram olarak öne çıkıyor desek yanlışta olmaz. Malum her yeni devlet anlayışının kuruluşu bize bir rejim de sunuyor ve ne yazık ki bu ekrana yansıyan rejim adları da aslında en büyük ilüzyonla karşımıza çıkıyor. Gerçi, o ilüzyonu bir sihirbazın numarası gibi devasa bir kesim anlamadığı için, illüzyon dahi olduğunu bilmiyor, gerçek sanıyor ama az farkında olanlar da bunu tam fark ettiklerinde iş işten geçmiş oluyor. Yalnız bu illüzyon öylesine yerellikten uzak ve hatta evrensel ki (kabul ediyorum Ortadoğu-Asya toplumlarında daha çok var 🙂 bu konu da dünya çapında bir konsensüs var desek yerinde olmaz. Bugüne kadar örneğin hiçbir totaliter, otoriter, diktatörya doğrudan rejmine totaliter falanca ülke.. otoriter filanca ülke dememiş. Komunist diyenler oldu evet ama onlarda, proletoryanın yıkılmasını sağlayan birer kurtarıcı edasıyla o anlamı kullanldıkları için onu da pozitif anlamlandırarak illüzyonlarını farklı şekilde yürüttüler. Ve malumdur ki, her rejiminde toplumsal tabanları ya da ayrışmalar olsa da genelde konsensüs sağlanmış paydaşları var, lakin bu anlaşmadan vitrindeki illüzyonla uyutulan geniş halk kitlelerinin farkında olmadığı da bir gerçek. Elbette bu konsensus; örneğin, bizim Anayasamızın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez şeklindeki ilk 4 maddesi hüviyetinde değil. Tam tersi, görünenin, bilinenin, Anayasa olarak sunulanın aksine, arka planda yürüyen, bir çeşit çıkar paylaşımını içeren konsensüs olduğu ortada. Bilinir ki toplum bir sözleşme üzerine kurulur, Montesquieu demiştir bunu. Bu sözleşme yazılı da değildir aslında, ama toplumun ortak tarihi geçmişi ve sıkıntıları ve zorunlulukları onu mevcut anda bir düzene zorlar ve zaten tüm paydaşlarda buna hazırdır ve çoğunlukla kamuoyu aracılığıyla bir toplumsal Konsensüs ayrıca inşa edilir, Anayasa da aslında bunun kağıda yansıyan tarafı olur. Ne zaman ki, bu toplumsal mutakabatın tarafları ile az önce bahsini ettiğim arka plandaki güç odaklarının çıkarlarının konsensüsü ile bağdaşır, o zaman ülke de huzur olur, kalkınma da devamında gelir sanırım, tabiki bir sonraki çıkar çatışmasına kadar.

    Adem Bey, diyeceğim o ki, bu yazınızda “Fikrinizi ne değiştirecek? Erdoğan’ın itiraf etmesi mi?” şeklindeki serzenişinin ardında aslında bu sebep var. Görünen o ki, aslında görünmeyen demeliyim, arka planda biz fark etmesekte 3. Cumhuriyetin temelleri çıkar gruplarının paydaşları tarafından atılmış ve yürütülen bir konsensus var. Bu Konsensusun yazılı olmayan Anayasasının da temeli sanırım “17/25 Aralık ve 15 Temmuzun sorgulanmaması”. Hukukta malum, “zımni red” kavramı var, bir konu hakkında idareye başvurur ve sessizliğe bünürü idare ve cevap alamazsanız, belirli sürenin dolmasıyla birlikte hukuk size “zımni red” kararının verildiğini söyler. Siyaset doktroni çerçevesinden bakınca, böylesine hukuk dünyasının göbeğinde olan, bu iletişim devrinde dünyanın gözü önünde cereyan etmiş, bir ucu Amerika’ya sıçramış 17/25 Aralık yolsuzluklarının bunca yıl sorgulanmamasın sebebi, siyasi bir “Zımni red” dir. Artık, 3. Cumhuriyetin temelindeki konsensüs belli ki bu. Bu konsensüsü yapanlar, kendi çıkarlarına uygun bir Anayasayı ve hatta daha afilli, havalı anayasayı da içindeki kritik maddelerle önümüze getireceklerinden de kuşkunuz olmasın. Malum 82 Anayasası çok yönüyle özgürlükçüyken, çok kritik bazı maddeleriyle “Kapalı devre sistemleri” ni de kurmuştu. Özeti “artık elimizi yıkıyoruz, temizliyoruz, biliyoruz şuç işledik ama kimin için bir sor, tabiiki sizin için,artık bundan sonra demokrat olacağız, ama demokrat olma sisteminin kontrolü ve idaresi bizde olacak,geçmişin hesabıbizden sorulmayacak ve bundan sonra da toparlayıp gideceğiz”. Nitekim 82 Anayasasının, Yargıtay, Danıştay, AYM başkan ve üye seçimlerine ilişkin maddelerine baktığınızda, bu kapalı devrenin ustaca yerleştirildiğini, “Erke dönengeci” gibi ilk defa kimin eli tarafından kurulmuşsa, artık hep ondan yana döneceği “ama demokratik”, “ama sosyal” 🙂 bir sistem olduğu görülecektir. Nitekim 82 Anayasası temelindeki bu çıkar anlaşması ilginç ki, illüzyondaki halk kesimini 90 lara kadar rahatsız etmemişti, elbette bunda Rahmetli Özalın usta siyasetçiliği ve böyle olalım ama buyrun şu vizyonu da ekleyelim şeklindeki yaklaşımının katkısıyla.

    Mevcut durum da da yine 2. Cumhuriyet sonrası gibi, yeni bir deneme görülüyor. Geçiş döneme denemesi. Bunu başarabilirlerse adaptasyon dönemi elbette.Ama bir şartla ki, 60 ya da 80 sonrası şartların tersine, illüzyondaki halk kesiminin ekonomik baskının da etkisiyle, her geçen gün üzerinde ittifak ettiği konsensüs, bu yeni 3. Cumhuriyet denemesi çıkar-gruplarının temel çıkar anlaşmasıyla çelişiyor nitelikte. Ayrıca, çıkar grupları arasında tam bir konsensüs de yok. Bu nedenle de sadece, 17/25 aralık üzerinde oturtulmuş bir konsensüs olsa da, devamı da getirilemiyor bunun.

    Malum Esad yönetimi ile ilgili bir dönem çarpıcı analizler yayınlanmıştı. Özetle, istese bile ülkesini terk edemeyeceği, Baas rejimi uzantılarının gücünü aşıpta ülkeyi demokrasiye çeviremeyeceği ya da gerçeklerle yüzleşemeyeceği idi. Kısaca, Esad (Esed–hangisi hoşunuza gidiyorsa artık) bir çeşit tutsak denilmişti.

    Bugün Türkiyenin yaşadığı 3. Cumhuriyet denemesi aslında, Erdoğanın fikrini değiştirmemesi, Erdoğanın 17/25 ve 15 Temmuzu itiraf etmemesi üzerine kurulu. Erdoğan tıpkı bir zamanlar dostum Esad dediği Esed gibi, artık fikrini değiştiremez, itiraf edemez, fikrinin değiştirilmesi itiraf etmesi dahi teklif edilemez. Yeni dönemin konsensüsünün yazılmamış Anayasasının en temel maddesi budur.

    Bakalım olaylar bizi nereye götürecek.

    (Not: Almanca öğrenmeye ne zaman otursam, böyle haberlere baksam kendimi yorum yazarken buluyorum Adem bey. Zenginin malının züğürdün çenesini yorduğu gibi, benim gibi bir mültecinin parmaklarını da koca anlı şanlı yeni bir Cumhuriyet (siz bunu diktatörlük anlayın) kuranlar yoruyor. Yine de küsen tavşanın küsmesinden haberi olmayan dağın yandaşlarına bir çift sözüm var:Belediye şoförünün inşa ettiği Cumhuriyet, E-5 den farklı olmaz be dostlar. Gözünüzü açın ve hayatının vizyonunu Aksaray-İkitelli otobüsünü (temsili bir hat olarak kullandım, ama bilenler bilir) sürerek kazanan bir insanın sizi götüreceği yerin bir keşmekeşten başka birşey olmadığını unutmayın). Mülteci kalbimle sevgiler Adem bey……

  4. Ne hazin bir cöküs.
    Bir zamanlar Islam dünyasinin en ileri toplumu deniyordu Türk toplumuna.
    Simdi bizzat bashirsiz itirafta bulunsa, yine de uyanmayacak ümitsizligi icinde bakiyoruz bu topluma.
    Hayaller bulutlarin üstünde, gercekler cukurun ta dibinde.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin