Evrim teorisinin kanıtları-2 (6. yazı)

YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU 

Geçen hafta evrim teorisini ispatlama adına öne sürülen kanıtları ele almaya başlamış ve canlılar arası benzerlikler ile genetik yakınlık üzerinde durmuştuk. Bu konuda en çok üzerinde durulan konulardan biri olan fosillerin kanıt değeriyle devam edelim:

3: FOSİLLER

Evrim düşüncesinin insanlık tarihinde belli ölçüde kendine yer bulmasının ve çokları tarafından benimsenmesinin başlıca sebebi fosillerdir. Onlar, diğer kanıtlara nazaran daha ikna edici gözükürler. Çünkü insanlar, duyduğuna değil, gördüğüne daha çok inanırlar. Evrimciler de fosillerin bu gücünün farkında olduğu için, evrimi ispatlama adına her kitaba çarşaf çarşaf onların resimlerini koyar, belgesellerde, programlarda sürekli onları gösterirler.

Gerçekten günümüzde bulunmuş milyonlarca fosil evrimin gerçekliğini ispat edebilir mi? Ara türlerin mevcut olmaması, fosillerin tamamıyla sübjektif yorumlarla evrim ağacına yerleştirilmesi, peşin hükümle hazırlanmış kurgusal bir senaryoya göre dizilmesi, hile ve sahtekârlıklara konu olması, evrimden ziyade biyolojik formların kararlılığını göstermesi gibi olgulara bakılırsa bunun hiç de kolay olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

Fosillerle ilgili evrimciler açısından en büyük açmaz, ara geçiş türlerinin bulunamamasıdır. Şayet yeryüzündeki bütün canlı varlıklar tek bir ortak atadan türemiş olsaydı, milyonlarca yıl içerisinde şu anki yapılarını kazanıncaya kadar her iki türe ait özelliklere de sahip olan sayısız ara formların bulunması gerekirdi. Günümüzde varlığı tahmin edilen canlı türlerinin on milyonun üzerinde olduğu ve daha önce yaşamış türlerin %90’ından fazlasının da nesli tükendiği göz önünde bulundurulursa, yerküremizin nasıl muazzam bir canlı çeşitliliğine misafirlik ettiği daha iyi anlaşılır. Şayet türler uzun zaman içerisinde yavaş yavaş bir başka türün evrimleşmesiyle meydana gelmiş olsaydı, tek bir türün bile şu anki yapısını elde edinceye kadar binlerce ara form geçirmiş olması gerekirdi.

Darwin’in şu sözlerine bakılacak olursa onun da bu durumun kendi teorisi açısından ciddi problem teşkil ettiğinin farkında olduğu görülür: “Eskiden var olmuş ara çeşitlerin sayısı gerçekten muazzam olmalı. Öyleyse bütün yer bilimsel oluşumlar ve bütün tabakalar geçişsel biçimlerle neden tıka basa dolu değildir? Yer bilim, organik yaratıkların böylesine kopuksuz bir zincirini asla gün ışığına çıkarmamıştır ve bu, belki de doğal seçme teorisine karşı çıkarılabilecek en açık ve en zorlu aykırılıktır.” (Darwin, Türlerin Kökeni, s. 374)

Böyle bir problemle karşı karşıya gelen bazı evrimciler, fosilleşmenin çok zor şartlarda gerçekleştiği, bu yüzden de çoğu canlı türünün arkasında herhangi bir iz bırakmadan yok olup gittiği şeklinde cevap verir. Darwin de ara türlerin olmamasını yer bilimsel belgelerin aşırı eksikliğine bağlar. (Darwin, Türlerin Kökeni, s. 374)

Ne var ki bugüne kadar bulunan fosillerin sayısı yüz milyonlarla ifade edilmektedir. Şayet mevcut türler evrimleşerek şu anki yapılarını kazanmış olsaydı, bu fosillerin önemli bir kısmının geçiş formu olması gerekirdi. Hâlbuki yapılan kazılarda, yaşayan veya nesli tükenen hayvanların fosilleri bulunmakta, bu durum da her geçen gün evrimcileri yeni arayışlara sevk etmektedir. Daha önce ifade ettiğimiz gibi bazı Darwincileri, evrimleşmenin büyük sıçramalar şeklinde gerçekleştiği görüşüne sevk eden en önemli faktör, fosil kayıtlarından ümitlerini kesmeleridir.

Fosillerin, tam ve kusursuz olmaması da onlar üzerinde ideal çalışmalar yapılmasını zorlaştırmıştır. Birçok paleontologun da belirtiği üzere özellikle omurgalı büyük canlılara ait fosiller etrafa dağılmış küçük parçalar hâlinde bulunduğu, bunlar uzun yıllarca yapılan çalışmalarla bir araya getirildiği ve bir kısım parçalar eksik kalabildiği için, bu iskelet yapılarından yola çıkarak ara tür iddiasında bulunmak hiç de kolay değildir. Mesela İngiliz fosil bilimci Henry Gee, bir taraftan fosil olarak korunan canlı kayıtlarının evrimin gerçekleşmiş olduğuna delil olduğunu söylerken, diğer yandan eldeki fosillerden hareketle bir türün diğerinden evrimleştiğinin izlenebilmesinin nadiren mümkün olduğunu belirtir. Dolayısıyla onlar tek başlarına evrim tarihi ve evrimsel gelişme hakkında hiçbir tutarlı bilgi veremezler. (Gee, The Accidental Species, s. 15)

Pek çok parçasının eksik ve yıpranmış olmasının yanı sıra, fosiller yumuşak dokularını kaybettikleri için onlardan hareketle gerçek resimlerin çizilmesi de kolay değildir. Nitekim National Geographic Dergisi, aynı kafatasını dört sanatçıya vererek onun nasıl bir canlıya ait olabileceğini çizmelerini istemiş fakat birbirinden alakasız dört farklı çizim ortaya çıkmıştır. Bu da fosiller üzerine yapılacak yorumların ne kadar sübjektif olduğunu gösterir. Fosillerin tam olarak hangi canlıya benzediğini dahi tahmin etmek bu kadar güç iken, onlardan hareketle hangi türün hangi türden geldiğini çıkarmaya çalışmak ancak evrim teorisinin kesinliğine “iman” eden bir bilim adamının işi olabilir. (Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 202)

Dünyadaki en büyük fosil müzelerinden biri olan Chicago’daki Field Museum’un müdürlüğünü yapmış olan paleontolog David M. Raup, şu sözleriyle eldeki fosil kayıtlarının, canlıların adım adım evrimleştiği şeklindeki Darwin’in iddiasını hiçbir şekilde desteklemediğini ifade etmiştir: “Çoğu kişi fosillerin Darwinci yorumları desteklediğini zanneder. Darwin’den bu yana 120 yıl geçti ve fosillerle ilgili bilgilerimiz fevkalade genişledi. Ama gariptir ki bugün evrimle ilgili bir değişimi destekleyen örnekler Darwin’in zamanından daha azdır.” (Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 138-139)

Günümüzde geçiş formu olduğu iddia edilen fosil sayısının oldukça sınırlı olduğunu ifade etmek gerekir. Ara form olduğu iddiasıyla sürekli gündemde tutulan az sayıdaki fosil de son derece tartışmalıdır. Birincisi, bunların bir kısmı üzerinde oynamalar yapılmıştır. Mesela bir zamanlar evrimin en büyük kanıtları olarak gösterilen Java Adamı, Pekin Adamı, Nebraska Adamı, Neanderthal Adamı ve Piltdown Adamı’nın uydurma fosiller olduğu ortaya konmuştur. Mesela kamuoyuna Piltdown adamı (Eoanthropus Dawsoni) olarak takdim edilen, uzun yıllar bilim adamlarını meşgul eden ve üzerine çok sayıda akademik çalışma yapılan fosilin, sahte olduğu noktasında bugün bilim adamları müttefiktir. Çünkü yapılan araştırmalar neticesinde onun, insan ve maymuna ait parçaların birleştirilmesi ve suni bazı parçaların ilave edilmesiyle elde edildiği kesin olarak kanıtlanmıştır. Nebraska adamı ise sadece bir domuz dişi üzerinden kurgulanmıştır. Uzun süre onun insan ve maymun arası bir geçiş formu olduğu kabul edilse de 1927’de iskeletin kalan parçalarının bulunmasıyla bu dişin bir yaban domuzuna ait olduğu anlaşılmıştır.

İkincisi de bunların ara form olduğu, homolojiden yola çıkılarak mevcut türlere yakınlığına göre tespit edilmekte ve mücerret bir iddiadan öteye geçmemektedir. Evrimci paleontologlar (fosil bilimciler) buldukları fosillerden yola çıkarak bilimsel bir neticeye ulaşmak yerine, zihinlerinde hazır bulunan evrim senaryosunu “ete kemiğe bürüyebilecek” fosiller aramaktadırlar. Kaldı ki fosiller üzerinden hareketle evrimleşmenin tespit edilebilmesi de mümkün gözükmemektedir. Çünkü “fosiller, ölmüş canlı hakkında bilgi verir fakat bu canlının nasıl türediğini söylemez; fosillere dayalı çıkarım da tamamen soyut akıl yürütmelere dayanır.” (Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 153)

Kuşların, sürüngenlerden mi yoksa dinozorlardan mı evrimleştiği evrimciler arasında tartışmalı bir konudur. Kuşların kökeni olarak dinozorları gösterenler, bunun en büyük delili olarak 1861 yılında keşfedilen Archaeopteryx isimli fosili öne sürerler. Bu fosilin 150 milyon yıl önce yaşayan bir canlıya ait olduğu tahmin edilir. Evrimin ele alındığı hemen her ortam ve platformda kanıt olarak bu fosil gösterilir. Ne var ki evrime karşı çıkanlar söz konusu fosilin nesli tükenmiş bir kuşa ait olduğunu öne sürer ve daha sonraki yıllarda bulunan ve daha eski tarihlere ait olan Liaoningornis, Elolulavis ve Protoavis gibi kuş fosillerinin Archaeopteryx’un kuşların atası olduğu şeklindeki iddiaları çürüttüğünü ifade ederler.

İskoçyalı paleontolog William Elgin Swinton, Biology and Comparative Physiology of Birds isimli eserinin hemen girişinde kuşların kökeni hakkında oldukça indirgemeci bir yaklaşım sergilendiğini ifade ettikten sonra, çeşitli evreler içinde sürüngenlerden kuşa geçildiğini gösteren hiçbir fosil kaydına ulaşılamadığını itiraf etmiştir. (c. 1, s. 1)

Hatta evrimciler tarafından da söz konusu fosilin ara geçiş formu olamayacağına dair itirazlar yükselmiştir. Bunlardan biri olan Fransız jeofizikçi Pierre Lecomte du Noüy bu konuda şunları yazmıştır: “Sıra dışı bir vaka olan Archaeopteryx’i, gerçek bir halka olarak kabul etme hakkına sahip değiliz. Halka ile sürüngenler ve kuşlar gibi sınıflar veya daha ufak gruplar arasında olması zorunlu dönüşüm evresini kastediyoruz. İki gruba ait karakterleri de bünyesinde barındıran bir hayvan, onunla öteki iki grup arasındaki ara formlar bulunmadan ve dönüşüm mekanizması bilinmeden, gerçek halka muamelesi göremez.” (Stroble, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 80)

Birçok araştırmacı tarafından, hemen her evrim kitabında resimleri bulunan küçükten büyüğe doğru sıralanmış at fosillerinin de gerçeği yansıtmadığı, bunların gerçekte dünyanın farklı bölgelerinde yaşamış farklı tür memelilere ait fosillerin kurmaca bir senaryoya göre dizilmesiyle oluşturulduğu belirtilmiştir.

Mesela PBS televizyonunda yayımlanan “Darwin Yanlış mı Anladı?” isimli bir programda Darwin uzmanı Norman Macbeth yapılan sahtekârlığa şu sözleriyle işaret etmiştir: “1905 yılında Amerikan Tabiat Tarihi Müzesi’nde bütün atları içine alan bir sergi düzenlendi. Bu sergide atlar büyüklüklerine göre dizilmişti. Herkes bu dizilimin nesillerin yaş sırasına göre yapıldığını zannetti. Ama böyle bir şey yoktu, atlar arasında bir nesil bağı bulunmuyordu. Farklı zamanlarda, farklı yerlerde bulunan atlar sergide, sanki küçük boyludan büyük boyluya doğru evrimleşmişler intibaı verecek şekilde sıralanmışlardı. Ama artık bunları okul kitaplarından alıp çıkarmak mümkün değil.” Evrimci Boyce Rensberger ile British Museum’un Tabiat Tarihi bölümünde çalışan paleontolog Colin Patterson da atın evrimi adına ortaya konulan fosillerin hiçbir dayanağının olmadığını, atın yavaş yavaş büyüyerek bugünkü şekline geldiği şeklindeki anlayışın doğru olmadığını ifade etmiştir. (Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 172-173)

İnsan ile ilk maymunsular arasında geçiş formu olarak takdim edilen fosillerin de bundan bir farkı yoktur. Sahte olanları bir tarafa bırakacak olursak, geri kalanların da geçmişte yaşamış fakat günümüzde nesli tükenmiş farklı maymun ve insan türlerine ait fosiller olduğunda şüphe yoktur. Muhtemelen evrim teorisinin gerçekliğine yönelik peşin kabuller olmasaydı, evrimci paleontologlar da bu fosilleri farklı maymun türlerinin altında sınıflandıracaklardı.

Antropoloji profesörü Robert Eckhardt, “Erken fosil hominidlerinin hayret verici dizilerinin arasında, morfolojisi onu insanın hominid atası olarak işaretleyen bir hominid var mıdır?” diye sorduktan sonra şu cevabı vermiştir: “Genetik değişkenlik faktörü dikkate alınırsa, cevap hayır gibi görünmektedir.” (Eckhardt, “Population Genetics and Human Origins”, Scientific American, 1972, sayı: 227)

Ünlü paleontolojist Niles Eldredge, paleontolojistlerin uzun süredir evrimden uzak durmalarına şaşırılmaması gerektiğini söyler. Çünkü fosil kayıtlarında evrim sanki hiç gerçekleşmemiş gibidir. Ona göre evrimle ilgili yazılanları okuyan kimseler, her tarafta evrimi destekleyen fosil kayıtlarının bulunacağını zannetseler de durum hiç de öyle değildir. Fosil kayıtlarının, evrim hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışan fosil bilimcileri şaşkına uğratmasının sebebi de budur. (Eldredge, Reinvented Darwin, s. 95)

Bulunan fosillerin geçmişte yaşamış müstakil türler olduğuna delil olmasının önünde hiçbir engel yoktur. Bilakis fosil kayıtları evrimden ziyade türlerin sabitliğini ispatlamaktadır. Yeni bulunan fosiller, Darwinistlerin beklediği gibi evrim ağacındaki boşluğu dolduracağına, yeni yeni boşluklar oluşturmaktadır. 200 ile 600 milyon yıl aralığında farklı zaman dilimlerinde yaşamış olan Neoplina, Coelacanth, Crinoid, Limulus gibi fosillere sahip canlıların günümüzde hâlâ yaşamlarını devam ettirmeleri ve bulunan fosillerle bunlar arasında hiçbir fark bulunmaması evrimi çürüten önemli kanıtlardır. Aynı şekilde süngerler, eklem bacaklılar ve deniz akrepleri gibi canlı türlerinin 500 sene önceden kalan fosilleriyle günümüzdekiler tıpatıp aynıdır. 100 milyon senelik arı fosillerinin ve balların bulunması da canlı organizmaların o günden bugüne evrimleşmeden geldiğini göstermektedir.

4: EMBRİYONUN ANNE KARNINDA GEÇİRDİĞİ SAFHALAR

Evrimi ispatlamak için sıkça kullanılan argümanlardan bir diğeri de Haeckel’in çizdiği embriyo resimleridir. Fakat canlıların embriyolojik süreçlerde birbirine benzerliklerinden yola çıkarak evrime delil arama çabası Haeckel ile başlamamıştır. Bilakis Türlerin Kökeni kitabında “Gelişim ve Embriyoloji” başlığına yer veren Darwin (s. 534), gelişmiş bireylerden farklı olarak türlerin embriyolarının birbirine çok benzer oldukları üzerinde durmuş, bir organizmanın embriyosunun onun daha az değişim geçirmiş halindeki atasının yapısını gösterdiğini iddia etmiştir. Darwin’e göre memelilerin, kuşların, balıkların ve sürüngenlerin embriyoları, eski bir atanın değişiklik geçirmiş formları olmalıydı. (s. 546)

Darwin, İnsanın Türeyişi isimli eserinde, insan embriyosunun da erken dönemde diğer omurgalı hayvanlarınkinden ayrılamayacağını öne sürmüştür. (s. 16) Gelişmenin ilk safhalarında canlı embriyolarındaki benzerliklerin evrimin en büyük delili olarak gösterilmesi Darwin’le başlamış ve günümüze kadar devam etmiştir. Günümüzün Neo-Darwinistleri, Darwin’in fikirlerini biraz değiştirmiş olsalar da hâlâ embriyoların ortak ataya işaret ettiğini savunmaya devam ederler.

Bu delilin popüler hâle gelmesinde en önemli rol, Alman embriyolog Ernst Haeckel’e aittir. O, uzun süre embriyolor üzerinde araştırmalar yapmış ve farklı organizmalara ait embriyoların gelişim aşamalarını gösteren çizimler yapmıştır. Ne var ki 1997 yılında Michael Richardson tarafından kurulan bir bilim ekibi, Haeckel’in çizimlerini gerçek fotoğraflarla karşılaştırmış ve onun gerçeği nasıl çarpıttığını ortaya koymuşlardır. Bunun üzerine Richardson, Nature dergisinde “Haeckel’s Embryos: Fraud Rediscovered” başlıklı bir makale kaleme alarak yapılan sahtekârlığı gözler önüne sermiş ve neticede şunu söylemiştir: “Bunun biyolojide yer alan en meşhur sahtekârlıklarından biri olduğu ortaya çıkmıştır.” (September 1997, vol. 277)

Natural History dergisinde “Abscheulich (Atrocious)” başlığıyla kaleme aldığı makalesinde Haeckel’in yapmış olduğu sahtekârlığı ele alan Stephen Jay Gould da şu ifadeleri kullanmıştır: “Bence bir yüzyıl boyunca süren ve birçoğuna olmasa bile çok sayıda modern ders kitabına bu resimlerin girmesine sebep olan aptalca bir tekrarlamadan dolayı hepimizin hem şaşırması hem de utanması gerekir.” (March 2000, s. 42-49)

Birçok kitapta Haeckel’in çizimlerinde teorisini doğru gösterme adına iç içe nasıl birçok sahtekârlık yaptığının detayları anlatıldığı için burada bunlara yer vermeyeceğiz. (Bkz. Jonathan Wells, Icons of Evolution, s. 81-111) İşin tuhaf tarafı şu ki, yapılan sahtekârlık ortaya çıkmasına rağmen günümüzde hâlâ birçok biyoloji ders kitabında söz konusu çizimlere yer verilmeye devam edilmektedir.

Günümüzde birçok bilim adamı, farklı canlı türlerine ait embriyolar arasında sanıldığı kadar benzerlik bulunmadığını, bilakis bunların önemli ölçüde birbirlerinden ayrıldıklarını ifade etmektedir. Mesela evrimcilerin iddia ettiği üzere insan embriyosunda hiçbir zaman solungaç yarıklarının görülmediği, insanın sürüngen veya maymuna benzer hâllerden geçmediği ifade edilir. Solungaç yaylarının kalıntısı olarak nitelendirilen yapılar, alt ve üst çene, hyoid (dil kemiği), kemiklerini, tiroid, paratiroid ve timüs bezlerini, yutak ve ses kutusuna ait kıkırdakları meydana getiren embriyonik yapılardır.

Bununla birlikte anne karnındaki embriyolar arasında benzerlik değil aynılık olsa dahi gerçekten bu evrimin kesin bir kanıtı olabilir mi? Buradan yola çıkarak canlılar için evrensel ortak ata tezi ileri sürülebilir mi? Embriyolar arasındaki benzerlik veya aynılık bunların birbirinden nasıl türediğine dair bize bilgi verir mi? Hepsinden öte embriyolar ne kadar birbirine benzer olursa olsun, doğumdan sonra ortaya çıkan canlı türlerindeki büyük farklılıkları nasıl izah edeceğiz? Özellikle Yaratıcıyı, ruhu, kaderi kabul etmeyen evrimcilerin bu ani değişimle ilgili öne sürebilecekleri bir açıklama modeli var mıdır?

Kısaca söylemek gerekirse zorlama bir kısım yollarla canlı embriyoları arasında benzerlikler bulmaya, sonra da bunlardan hareket ederek evrensel ortak ataya ulaşmaya çalışmanın tek mantıklı açıklaması, evrime duyulan sarılmaz inanç olabilir. Canlılar arasındaki morfolojik (görünüşsel), genetik, embriyolojik veya fosil kaynaklı benzerliklerden yola çıkarak evrimi ispatlama çabalarının, bütünüyle hayali ve spekülatif izahlar olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür benzerliklerin hiçbirisi, canlıların ne ortaya çıkış şekilleri ne de milyonlarca senedir geçirdikleri süreçler hakkında kesin bilgi vermez.

Önümüzdeki hafta evrimciler tarafından öne sürülen diğer kanıtları incelemeye devam edeceğiz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Hocam emeginize saglik. Uzun süredir bu konuyu arastiriyorum ancak Sizin sundugunuz bilgiler cok kapsayici ve doyurucu kivmda.
    En nihayetinde Evrim’ci bilim insanlariyla Yaratiliscilar, insan türünün meydana gelmesi noktasinda catisiyorlar. Veya benim önemsedigim asil catisma noktasi bu.
    Beni su hususlarda aydinlatirsaniz sevinirim:

    – Insan türünün tarihi (mucizevi olarak ve cennetten “indirilen”) Hz. Adem’le mi baslamistir (kendisi bir peygamberdi ve Habil ve Kabil’in babasiydi) ve ayri tipte insanlar (cekik gözlü, siyahi, pigme, vb.) tekmül yoluyla (mutasyon, vb.) ondan sonra mi türemistir? Hz. Adem’in yeryüzüne indirilmesinden günümüze kadar gecen bu kisa zamanda bu kadar farkli insan tipinin olusumu mümkün müdür?

    – Yoksa dünyada insan türü Hz. Adem’den önce biyolojik olarak (farkli tiplerde) vardi ancak “insan” tanimlamasina MANA itibariyle uymadigi icin “ilk insan” tanimlamasi Hz. Adem icin mi yapildi? Bu takdirde “mana”nin sirri “IRADE” olabilir mi? Bu anlamda Hz. Adem’in insan türünün biyolojik olarak degil de mana itibariyle irade sahibi olarak yaratilmis ilk insan olmasi muhtemel midir? Insani diger suurlu varliklardan ayiran özellik iradesinin olmasi cünkü. Zira ilim ve irade, esyaya hakim olabilme kabiliyeti ve sonucta yeryüzünde halife olabilmesi icin gerekli donanim Hz. Adem’e (ve soyuna) verilmis. O dünyaya gönderilmeden önce dünyada biyolojik/iradesiz/suurlu insan türü zaten vardi ve ciftlesme yoluyla cogalabiliyordu, zira iradeye ve imtihana tabi degildi. Böyle bir tezi dini ve tarihi acidan nasil degerlendirsiniz?

  2. Eger yola evrim teorisini curutmek niyeti ile yola cikiyorsaniz zaten en basta bilime ters bir is yapiyorsunuz cunku niyetiniz curutme degil dogruyu bulma olmali. Bir tavsiyemde bunu ilahiyatcilar’dan ziyade konunun uzmanlarina birakmaniz, Ilahiyatcilar daha Kuran’in yaratilis ile ilgili sunduklarinin evrim ile celisip celismedigini bile anlamis degillerken evrim ile kalem oynatma cesaretlerine ne demek lazim bilemedim. Gercekten bu yazilarin burada yayinlanmasi bile basli basina bir problem, acaba editorler yazara sen konunun uzmani misin diye sormuyor mu?

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin