En alttakiler ya da Silivri piramidi

HABER ANALİZ | MUHSİN AHMET KARABAY

Adı değiştirilse de (Marmara Cezaevi), yolu düşenler orayı hep Silivri Cezaevi olarak hatırlayacak. O meymenetsiz yerde nice ocaklar söndürüldü, nice hayatlar karartıldı. Silivri Cezaevi ile ilgili hiçbir yerde bulamayacağınız, tamamen kişisel deneyim ve gözlemlerime dayanan bazı paylaşımlar yapacağım.

Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun geride bıraktığımız hafta yayınlanan raporunu okuyunca, Silivri’de mecburi ikamete tabi tutulduğum günler aklıma geldi. Komisyon üyeleri, yaz başlangıcında (16 Haziran) Silivri’nin dört duvarı arasında tutulanların bazılarıyla görüşüp, incelemeler yapmışlar. 

Komisyonda 3 AK Partili, 2 CHP’li, birer de HDP ve İYİ Partili milletvekili yer alıyor. Muhalefete mensup üyelerin verdiği bilgiye göre, rapor epey zamandan bu yana ilk kez iktidar vekilleri tarafından sansüre uğramadan yayınlanmış.

Rapordan hiç alıntı yapmayacağım. Merak edenler, geniş özetini bu linkten okuyabilirler. Ama bir noktanın altını çizmeden de geçemeyeceğim. Silivri 2 Numaralı L Tipi Cezaevi’nde kalanlar, öteki 8 cezaevinin aksine sağlanan ortamdan memnuniyetlerini dile getirmişler. 

Diğer cezaevlerinde kalanlar, yemeklerin azlığından, kahvaltı olarak verilen yiyeceklerin miktar ve kalitesinden, sıcak suyun çok sık kesilip ne zaman geleceği belli olmamasından, cezaevi görevlilerinin keyfi davranışlarından, sağlık hizmetlerinden yararlanamadıklarından şikayet ederken bu 2 Numaralı L Tipi Cezaevi’nde kalanlar, her şeyin gayet iyi olduğunu anlatmışlar. Cezaevi yönetimine teşekkür edip etmedikleri özet raporda yer almıyordu. 

2 Nolu Cezaevinde kimlerin kaldığını merak ettim. İnternet ortamından araştırdım. Okuduklarıma inanmakta zorlandım. Daha önce Silivri Cezaevi’nde görev yapmış sonra KHK ile görevinden uzaklaştırılmış tanıdığım bir iki kişiye sordum. 

Meğer 2 Nolu’da, az sayıda terör gerekçesiyle içeri alınanlar varmış. Ama esas sakinleri cinayet suçluları, cinsel taciz ve tecavüz suçluları ve çocuk tacizcilerinden oluşuyormuş. Bir de ağır ceza suçuyla içeri alınan yabancı ülke vatandaşları burada yatırılıyormuş.

Bu raporu okuyunca aklıma, Silivri günlerimde gözlemlediklerim geldi. O zaman küçük küçük notlar da almıştım. 

SARAYDAN ZİNDANA GİDEN EN KISA YOL

Eskiden “adliye binası” denilen mekanlar, AK Parti döneminde “adalet sarayına” dönüştürüldü. Böylelikle sarayla zindan arasındaki en kısa yol Türkiye’de inşa edilmiş oldu. 

Büyüklük hastalığına tutulmuş olan iktidarın, Avrupa’nın en büyük cezaevini inşa etmekten övündüğü dönem de olmuştu. Bu mantıkla inşa edilen Silivri Cezaevi’ne, 2008 yılından itibaren insanlar içeri doldurulmaya başlandı. 

Silivri Cezaevi, Türkiye’nin en verimli tarım arazilerinden birinin üzerine inşa edildi, gıda yetiştirmek yerine, insan ömrünü tüketmek amacıyla…

Birbirinden ayrı 9 L tipi kapalı cezaevi, 750 bin metrekareye varan bir araziyi işgal ediyor. 11 bin kapasiteli diye inşa edildiyse de Gülen Cemaati mensuplarını imha harekatının başladığı dönemden sonra barındırdığı insan sayısı 21 bini gördü. 

Geride bırakılan 6 yıl içerisinde on binlerce kişi, sırf Gülen Cemaatiyle şu veya bu şekilde ilişki içinde diye burada dört duvar arasında tutuldu. 

GÜNTER WALLRAFF’IN ‘EN ALTTAKİLER’İ 

Silivri Cezaevi’nde az kalmadıysam da benim mahpus tutulduğum 4,5 yılı, 17-25 yolsuzluk olaylarını ortaya çıkaran polisler ve aynı yıl (2014) içeri alınan Hidayet Karaca’nın kaldıkları süreyle kıyaslamaktan utanırım. 

Buna rağmen Silivri’de “FETÖ” yaftasıyla tutulanlarla ilgili bir dizi değerlendirmemi ve gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. 

Alman gazeteci ve yazar Günter Wallraff, 1980’li yılların ortalarında ülkesinde yabancılara yönelik ayrımcılığı gözler önüne sermek amacıyla alışık olunmayan bir yönteme başvurdu. Ülkesinde en kalabalık yabancı topluluğun Türk nüfusu olduğundan hareketle iki yıl boyunca bir Türk gibi yaşadı. 

Peruk giyip sarı saçlarını siyah yaptı, mavi gözlerini gizlemek için de lens kullandı. Nice zamandır öğrenmeye çalıştığı Türkçeyi de belli bir noktaya getirdikten sonra, Türk işçisi Levent Ali Sinirlioğlu adıyla farklı işyerlerinde çalışmaya başladı. 

Almanya’da yabancılara, özellikle de Türklere yönelik ayrımcılığı bizzat yaşadı. Türk işçisi olarak başından geçenleri, “Granz Unten” adıyla yayınladı. Kitap hayli ses getirmişti. 1986 yılında kitap Milliyet Yayınları arasında “En Alttakiler” adıyla Türk okurlarıyla da buluşmuştu.

Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun raporunu okuyunca Silivri’nin En Alttakileri aklıma geldi. Benim diğer cezaevlerine ilişkin bir tecrübem yok. En başta da belirttiğim gibi, yazdıklarım kendi gözlemlerime dayanıyor. Yani tamamen subjektif. 

CEZAEVİNDE SUÇ VE SUÇLULAR PİRAMİDİ

Silivri Cezaevi’nde tutulanların hepsi aynı muameleyi görmüyor. Bunun en somut delilini, 2 Nolu Cezaevinde tutulan katil, tacizci ve çocuk istismarcılarının hallerinden memnun olmaları ortaya koyuyor. 

Yaşadıklarım ve gözlemlerime dayanarak cezaevi görevlilerinin muamelelerinden hareketle bir “Silivri Piramidi” oluşturdum. Aslında “ben oluşturdum” eksik bir ifade. Sadece uygulamalardan hareketle yerleşim yaptım demem daha doğru olacak. 

Benim kaldığım cezaevinde katiller, cinsel taciz suçluları ve çocuk istismarcılar olmadığı için onlara ilişkin bir gözlemim de olamadı. Bundan dolayı bunları piramit dışında tutuyorum. Dediğim gibi tamamen yaşadıklarım ve gördüklerime dayalı bir piramit bu.

Bu piramidin en üstünde organize suç örgütüne mensup olanlar var. Sarallar isimli suç örgütü bunların en muteber olanıydı. “Başefendi” denilen baş gardiyanı, bizim gibi tutuklular asla çağıramazdı. Görüşmek istesek bile görüştürülmezdik, dahası koğuşa getirmemizin imkan ve ihtimali dahi yoktu. 

Sarallar çetesi mensupları, “Başefendiiii!” diye bağırdığında bir dakika içinde, istenilen kişi kapıda belirirdi. Başgardiyan çete mensuplarının söylediklerini can kulağıyla dinlerdi. Yan koğuşumuzda kalan çetecilerin bu tür ayağa getirmelerine defalarca şahit oldum. 

Piramidin bir altında IŞİD’liler vardı. AK Parti iktidarıyla fikirdaş olan IŞİD’liler, pek çok istediklerini yaptırırlardı. Taleplerini yaptırma konusunda ciddi bir sıkıntı çekmezlerdi. Doktora çıkma isteklerinde, ihtiyaçlarının karşılanmasında bir sorunları olmazdı.

Bir alt bölümde PKK’lılar, onun altında da DHKP-C’liler vardı. Bunlar da isteklerini sergiledikleri toplu tavırlarla büyük ölçüde karşılarlardı. Koğuştan koğuşa aralarında kurdukları iletişimle organize olurlar, direniş yaparlar, protesto eylemlerine girişirlerdi. Sonunda da taleplerini giderme konusunda ciddi mesafe alırlardı. 

Gardiyanlar, piramidin bu üst kısımlarında olanların taleplerini yerine getirmek için çalışırdı. Koridorlarda yürürken kendi aralarında yaptıkları konuşmalardan bu yakınmaları dinlediğim çok olmuştu.

Piramidin en altında ise “FETÖ” yaftası boyuna yapıştırılanlar yer alıyor. Günter Wallraff’ın Almanya’da yaşayan Türkler için yazdığı “En Alttakiler” kitabının bir benzerinin Silivri Cezaevi’nde, aslında ülkenin dört bir köşesinde “FETÖ” suçlamasıyla içeri atılanların hayatları için yazılmaya ihtiyacı var. 

Ne var ki yıllardan bu yana çile çekenlerin hayatlarını anlatan ciddi bir eser ortaya koyamadık. 

1980 sonrasında cezaevlerinde yaşananları en iyi anlatanlardan birisi “Şu Metris’in Önü” türküsü olmuştu. Türkünün söz yazarı Mehmet Koç, 12 Eylül’de yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştı, sevgilisi ise yakalanıp cezaevine atılmıştı. 

Benim hafızamdaki en güzel cezaevi türküsü olan bu eseri duyduğum her defasında, “En Alttakiler”in yaşadıklarını yansıtamamış olmak yüreğime oturuyor. 

…Ve Mehmet Akif’in, yaşadıklarını anlatmak için sözlerinin yetersiz kaldığını ifade etmek için kullandığı, “Dili yok kalbimin. Ondan ne kadar bizarım!” dizesi aklıma gelir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin