Efendilerin korkusu!

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Önce kelimelerin ustası Shakespeare’den bir alıntı yapalım: 

“İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.

Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.

Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.

Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.

Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.

Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.

Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.

Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için.”

Bir nedensellik ilişkisiyle büyütülen korkuları şahane ifade eden satırlar bunlar. 

Büyük zalimlerden olan Stalin’e en büyük korkusunun ne olduğunu sorarlar bir gün. Şöyle der; “tek başına sokakta yürümek!”

Aslında bunun bilimsel bir tarifi de var. Terminoloji şöyle ifade ediyor: 

“Kötülük görme sanrısına, hastanın sürekli izlendiğini, hakkında komplolar kurulduğunu, kendisine eziyet edildiğini duyumsamasına ‘Perseksüyon’ denir.”

Epey zaman önce kaleme aldığım “Yıkıldı Büyük Babil/ Barbarları Beklerken” isimli kitapta da biraz bahsetmişim aslında: 

“Kitle ile korku arasındaki bağdan bahsetmek gerekirse; korku durumunda kitle birleştirici olmaya, beraber kalmaya, kaçacaksa bile aynı yöne doğru koşmaya güdülüdür. Bunun farkında olanlar, korkuyu çok iyi birleştirme aracı olarak kullanabilirler. Zaten onları kitle yapan şey, kaçtıkları yönün aynı oluşudur. Doğrusu da budur belki, farklı yöne koşmak yalnızlığı, yalnızlık tehlikeyi ve korumasızlığı getirir. Bu kaçış çoğu zaman bir inanç birliği sanısına sebebiyet verir. Elias buna ‘nabazan’ ya da ‘ritmik kitle’ diyor.”

Korkutarak yönetilenlerin durumunu bir önceki yazıda kaleme almıştım. 

Şimdi ise madalyonun diğer yüzüne, yönetenlerin korkusuna göz atacağız. 

Muktedirin en büyük korkusu 20 yıldan beri binbir emek, fedakarlık ve taviz ile elde ettiği pozisyonu kaybetme korkusu. 

Ne bileyim 20 yıl boyunca önünde 20, arkanızda 20 araçla oraya buraya giderken bir seçim sonrası tek arabaya düşmek kadar korkunç bir şey varsa o da ikinci maddemiz “hesap verme korkusu” olsa gerek. 

 Çaldıkları malların, mülklerin, paraların bir gün hesabını verecek olmak insanı uyutmaz bence. 

Hele de hayatların. 

Yüzbinlerce insanın hayatını paramparça edenlerin, bir gün gelip de bunların hesabını verecek olanların yaşadığı korku benzersiz olsa gerek. 

Perişan edilen adalet sisteminin bir gün tekrar işleyip, kendilerini tartacağı düşüncesiyle, yaşadıkları lüks hayattan bile zevk almıyor olabilirler. 

Vaktiyle ellerinde tuttukları alyansla övünenlerin, bugün 50 bin dolarlık Hermes çanta ile geziniyor olmasının “Bu değirmenin suyunu açıkla hele” şeklinde hesaba çekilmesi korkutmasın da ne yapsın?

Hilelerin, hurdaların, üçkağıtların, yalan diplomaların filan hesabını vereceklerini düşünmek rahatsız ettiği için, bu korkuyla daha da korkunç şeyleri yapabiliyorlar. 

Kandan beslenerek pozisyonlarını kaybetmek istemiyorlar. 

İki dudağın arasında olan devlet yönetiminin ellerinden gitmesinden korkuyor ülkenin efendileri. 

Ancak çare yok…

Korksalar da, tir tir titreseler de gün gelecek ve devran dönecek. 

Hesap verecekler. 

Önce bu dünyada sonra ahirette. 

Tarihçiler zalimlerin halkının arasında korumasız, göğsünü gere gere/rahat bir şekilde gezdiği/dolaştığı görülmüş şey değildir, derler. 

Uzak geçmişe gidin, Nemrut, Firavunlarda bu hali görebileceğiniz gibi, yakın geçmişte Stalin, Hitler, Mussolini gibi zalimlerinde bu korkuyu yaşadıklarını görürsünüz. O kadar ki, kendi canlarına kıyabilecek kadar büyüktür korkuları. 

Son bir ayrıntı. 

Zalimin zulmü arttıkça korkusu büyür aslında. Ve korku büyümesine paralel olarak paranoyaklaşıp kendi gerçekliğini üretir. 

Bakın bugünün zalimlerine bu tanıma “cuk” diye oturduklarını göreceksiniz. 

Ve fakat çok bilinen bir atasözü de şöyle der: 

Korkunun ecele faydası yoktur!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Zalimlerin karakterleri farklı olabilir ama onları zalim eserler vermelerine neden olan psikoloji hep aynı bence. Bunlar önlerinde bir çukur var, önündekiler bu çukura düşerken, bunu gördüğü halde aynı yolu tutan insalar. Çünkü ya tutarsa diye kendisiyle kumar oynar. Daha doğrusu onu zalimliğe götüren süreçteki duyguları engelleyemez. Bu duygular o kadar güçlü ki bunu durduramaz. Peki bu nasıl oluyor?

    Geriye doğru gidelim. Zalim ürünler sonucu adam başardı. Hazine sahibi oldu, büyük adam oldu, saygı gösterilen lider oldu. Bunların hepsi bozuk karakterin göstergesi. Büyük, saygı duyulan ve zengin bir adam olmak. Karakterinde noksanlık hissettiği şeyler büyük olmak, saygı duyulmak ve güçlü olmak.

    Saygı duyulmadığına dair bir ön kabul, düşünce karakterin yetersiz, eksik olduğu algısını düşündürmektedir. Kafada kendi algısı küçük biri olarak canlanmaktadır. Güvensizdir çünkü güçlü değildir.

    Bu üç kavramla ilgili yanılgıları şunlardır;
    1- Saygı: İlgisiz, hatta belki suistimal yapan bir aile ve çevre kişinin kendini değersiz olarak algılamasına neden olarak saygıyı hak etmediğini düşünmektedir.
    2- Büyük adam olma: Kendisini küçük görmesi aslında çocukluğunda bir çocuğun kendisini büyükler karşısınsa küçük görmesinin büyüdükten sonra da devam etmesidir. Burada ki yanılgısı aslında çocuk değildir ve yetişkindir ama kendisini hala küçük çocuk sanarak büyük olma hayalleri kuruyor.
    3- Güç, para: İmkanlarının sınırlı olması kendisini ezik gibi hissetmesine neden olmaktadır. Yanılgı şudur; herkesin bir sınırı olduğudur. Bunu kabullenememesi onu sınırların dışına sınırsızlığa taşımaktadır. Bu sınırsızlık kendini para elde etmede bir sınırın olmaması ile kendini göstermektedir. Güç elde etmede bir sınırı yoktur. Bir sınır çizmemiştir kendine. Karakter bu güç karşısında yetememektedir.

    Aslında karakter bunları talep etmemektedir. Kişinin kafasına yerleşen bazı düşünceler normal kabul edilebilecek bir durumu yanlış düşünce nedeniyle karakterin yada benliğin eksikliği olarak hisseder. Bu eksiklik hissi yani sanki saygı duyulmasında eksiklik varmış gibi algılama nedeniyle bu eksikliği giderme çabasına girer. Aslında herşey normaldir. Yani bazen saygı görürsün bazen görmezsin yada bazı noktalarda güçlü olursun bazı noktaların zayıf olur. Kimi zengin olur kimi olamaz. Bunların hepsi normal şeyler olmasına rağmen eğer kişi yanlış düşünceler nedeniyle kendini saygıyı haketmeyen, değersiz, küçük, güçsüz, ezik hissederse bu eksiğini gidermek isteyecektir.

    Karakterin aslında normal özelliklerini kabul etmeyen kişi, karakterini eksik gördüğünden karakteriyle birlikte ahlakını da göz ardı edecektir. Karakteri ile ilişkilendireceği bütün değerleri göz ardı edecektir. Eğer karakteri eksikse karakterine bağlanacak olan bütün değerler ve ahlak da eksik olacaktır.

    Eksiklerini gidermeye çalışırken bu uğurda hiç bir değer yargısına bağlı kalmayacaktır. Herşey eziklik sandığı şeyleri gidermek için.

    Bir karaktere bağlı kalmadığından bu eksiklikleri giderirken herhangi bir sınıra bağlı kalmaz. O yüzden güç ve saygı elde ettikçe daha çok isteyecektir. Çünkü kendisini ezik ve zayıf görme düşüncesi hala kafasındadır. O düşünce olduğu müddetçe kendisini hep değersiz hissedecekir. O yüzden Türkiyeye sahip olmak ona yetmez çünkü Almanya karşısında aşağılık kompleksine, ezikliğe kapılır. Sanki hep Almanya saygı duyuyordur. Kendi ülkesi Türkiye hiç saygı duymuyordur. Bu hastalıklı düşüncenin hala var olduğunu gösterir.

    Ama bir yandan da Türkiyenin saygı duymayı hak etmediği düşüncesini gerçektir. Yani sorunlu düşüncesi bir yerde kendini gerçekleştirmektedir. Ahlaksızlığı ve güç tutkusu zalimliklerini arttırmaktadır. Bu da Türkiyenin zalim işler yapmasına neden olmaktadır. Bu yüzden gerçekten insan hakları konusunda Türkiye saygıyı hak etmemektedir.

    Yani adamın hastalıklı düşüncesi bir yerde kendini haklı çıkarmak için gerçekten Türkiyeyi değersizleştirmektedir.

    Türkiye değersizleşince kendini eksik, değersiz görmeye devam eder. Bunun üzerine gözünü Almanyaya diker. Almanyanın değeri olarak Alman arabaları görür. Kendini o kadar değersiz görür ki insanların kendi şahsı ülkesinden Almanyaya gitmesini o hastalıklı düşüncesi olan değersizlik olarak düşünür. Yani yine değersizlik duygular Almanya karşısında depreşmiştir. Ve bu duyguları depreştirenler olarak Almanyaya gidenleri görmektedir. O yüzden bu değersizlik siniriyle onlara aşağılık demektedir.

    Yani bu sınırsız tutku nasıl bir bela ise adama bütün Türkiyeyi versen de mutlu olamıyor. Çünkü sorun kafadaki düşüncede. Bu düşüncede kendini değersiz hissettiği nokta bir yanılgıdan ibarettir. Belki gerçekten değer verilmemiştir. Ama bu o insanın değersiz olduğu anlamına gelmez. Bir sahnenin kafada kalması ve bu sahnede değersiz olma bir insanın hayatının bütününü temsil edemez. Ama sanki güçsüzlük, eziklik hissi hep var olacakmış gibi algılamak hem insanın zayıf olabileceği anları olduğunu anlamamak anlamına gelir hemde hayatın bir devamı olmadığı gibi yani bir andan ibaret olduğunu düşündürür.

    İşte zalim hayatını bir kenara bırakır, hayatı, insan olduğunu bir kenara bırakır ve sadece bir anı yaşar. O yüzden yaptığı yıkımları, zulümleri anlamaz, değerlendiremez. Günün sonunda kendini değersiz, saygıyı haketmeyen biri olur. Para ve güç ise en sonda elinden alınır.

    Korkusu tekrar zayıf, küçük, değersiz, ezik olması. Ama başta aslında değersiz değildi. Sadece bir yanılgıydı. Halbuki güç elinden alınıp cezaevine girdiğinde gerçekten değersiz, ezik, zayıf, küçük birisi olacak.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin