Diskur

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Rejimin diskuru tüm toplumu istila etti. O kadar net ki bu! Aynen Foucault’nun güç kuramındaki gibi, yerleşik ve kurumsallaşmış gücün inşa ettiği yönetimsel manadaki iktidardan (veya yürütmenin gücünden) çok daha etkin olmak üzere, öncelikle diskur – yani söylem – üzerinden güç inşa etti rejim. Güç, bu manada sadece kanunlar çerçevesinde zorlayıcı olan ve önceden hesap edilebilen suç-yaptırım bağlamında bir şey değil. Çünkü kanun aslında yok. Diskur kanunun üzerindedir. Hatta diskur anayasanın da üzerindedir. Çünkü diskur üzerinden anayasa ve kanun “okuması” yapılıyor. Diskurun parametreleriyle çelişen bir anayasa veya kanun olamaz. Eğer çelişkili bir şey olursa da, diskur anayasayı da kanunu da ekarte eder, bypass eder. Rejimin gücünün ana yakıtı diskurdur. Örneğin 15 Temmuz kültü, onun üzerinden üretilen “Fetö” söylemi, 17/25 Aralık ve Gezi’nin diskur üzerinden yeniden “okumasının yapılması”, işte bu bağlamda gerçekleşiyor. 1984 vari bir rejimde değiştirilen tarihe adapte olan toplum da diskur kontrolü üzerinden rejimin gücünü kabullenmiyor muydu? İki artı iki beş eder. Evet, diskur bunu bile başarabilir. Bu güç değilse nedir?

Ve böylelikle en çetrefilli soruya bir yanıt olanağı doğdu: muhalefet neden rejime eklemlenmeyi seçti? Muhalefet iki artı ikinin dört olmadığını, rejimin söylediği gibi esasında beş olduğunu kabullendi. Böylelikle salt rejim muhalefete sahip olmakla kalmadı, muhalefet de rejime sahip olabilme potansiyeline erişmiş oldu. 31 Mart seçimlerinde muhalefetin bu stratejisinin Türkiye şartlarında doğru tol olduğunu gördük. İstanbul’da İmamoğlu’nun mazbata alması veya almaması bu gerçekten daha önemli değil, kanaatimce. Esas mühim mesele, Erdoğan iktidardan düştükten sonra da ondan bayrağı alıp aynen yola devam edecek olan bir muhalefetten başka bir seçeneğin olmamasıdır Türkiye’de. Yani Erdoğan gider, böylece normalleşme olur diye bekleyenler, boşuna hevesleniyorsunuz. Değişim olacaksa, bu çok yavaş olacak. Değişim, ancak rejimin kendi içindeki kara kutu karar alma mekanizmalarındaki dinamiklerce yönlendirilen bir süreç olabilir. Tercüme edersem ne demek istediğimi, Erdoğan gidince rejim yıkılmayacak. Çünkü diskur, Erdoğan’dan çok daha uzun erimli bir şey! Hatta ve hatta Erdoğan diskurun patentine sahip değil; dolayısıyla diskurun oluşumunda hangi güç odağı (veya koalisyon) rol oynadı, bunu araştırmadan, bugünkü Türkiye siyasetini anlamak ve anlamlandırmak olanaksızdır. Muhalefetin rejimin diskurunu (dilini, söylemini, retoriğini) neden kabul ettiğini izah edemeyen hiçbir kuram veya hipotez, Türkiye siyasetini izah etmeye ehil olamaz.

Gerçekte neler oluyor?

Bu yanlış bir sorudur. Esas soru gerçekte neler olduğuna kim karar veriyor olmalıdır. Gerçek dediğimiz şey, diskurun ta kendisi tarafından belirleniyor. Bu çıkmaz sokağa Türkiye 15 Temmuz’dan önce, çok önce girdi! 17 Aralık’ta yolsuzluğa suçüstü yapan polisler, yargıçlar ve savcılar görevlerinden alınıp, ortadaki büyük suç örtbas edildiğinde, lades olmuştu zaten! Başka bir şekilde ifade edecek olursak, “Bu bir sivil darbedir!” dediklerinde ve – bundan çok daha mühim olmak üzere – bu söylem toplumda benimsendiğinde, gerçekte neler olduğuna artık kendimiz kendi gözlemlerimizle karar veremez olduk toplumca. Gerçekte neler olmuştu, buna birileri bizim adımıza karar verdi. Ve bu esasında tam da kralın üzerine görünmez kumaştan giysi diken terzinin hikâyesidir. Tam bir Foucault öngörüsü, bir tür Borges öyküsüdür, Türkiye’de yaşanan. Terzi, diskuru belirlemiştir ve herkesin gözlerine değil de terziye inanmak için bir sebebi vardır. Kimileri kralın çıplak olduğunu söylediklerinde yalnız kalacaklarını, toplumca linçe uğrayacaklarını (Barbaros Şansal olayı gibi!), kimileri ise esasında gözlerinin kendilerini aldattığını, çünkü aptal olduklarını düşünüyorlar belki, kim bilir? Gerçek böylece sisli ve puslu bir ortamda giderek flulaşırken, bu yeni gerçeğe uyum sağlamak bir o kadar yaygınlaşıyor. Türkiye’de gerçekte neler oluyor peki? Bu soruya halkın çok büyük bir çoğunluğu rejimin duymak istediği cümlelerle yanıt veriyor. Bu büyük çoğunluk salt AKP ve MHP’ye oy verenlerden oluşuyor sananlar, size kötü bir haberim var, durum kesinlikle böyle değil. CHP, İYİ Parti ve hatta HDP, rejimin diskurunu aynen benimseyerek, otoriteye – Max Weber’in kast ettiği manada kurumsallaşmış güce – boyun eğiyorlar. Ve söylediğim gibi, bunu bir gün rejimin başına geçmek ümidi, hatta hülya ve hayali ile yapıyorlar. Korkuyla veya korkudan değil, istekle, motivasyonla!

Bu manada güç, bir sosyal disiplin enstrümanı olarak öne çıkıyor. Sizin ilginizi esastan ikincil olana kaydıran önemli bir yanılsama işte böyle gerçekleşmiş oluyor. Büyü bu. Hipnoz için kullanılan köstekli saat işte bu illüzyondur. Bugün ikincil olan yerel seçimler ve “muhalefetin” bu yerel seçimlerde elde ettiği “seçim başarısıdır”. Rejime can suyu olmasının yanı sıra, bu kandırmaca, sizin rejime değil, rejim içi aktörlere odaklanmanıza neden oluyor. Tüm muhalif basın, tüm köşe yazarları, akademisyenler ve gazeteciler, birkaç istisna hariç bu serabın büyüsüyle susuz kaldıkları çölde biraz derman bulan gezgin gibi, son bir gayretle yeni bir ümide yelken açtılar. Ve böylece, diskuru benimsemediklerini söyleseler de, rejimin kendilerinden beklediği refleksi vermiş oldular. İmamoğlu üzerinden bir demokratik Türkiye dalgasını yaymakta rejimin enstrümanı oldular, fark etmeksizin. Geçen gün bir toplantıda bir meslektaşım (Türkiyeli değil) aynen rejimin diskuruna uygun şekilde, Türkiye’deki yerel seçimlerin yeniden demokratikleşme ümidini uluslararası kamuoyunda güçlendirdiğini söyledi bana. Hatta belki de sürgündekiler yakından ülkelerine bile geri dönebilirlerdi, kim bilir? Bu sözlerin üzerine, rejimin Türkiye’de nasıl derin ve etkili bir güç konsolide ettiğini, hatta bu gücü dünyaya yayma becerisinde bulunduğunu sarsılarak gördüm. Hipnoz, köstekli saatin ritmik hareketleriyle derin trans ve uyku haline yol açarken, en güzeli sizin bunu hissetmiyor olmanızdı. İşte bu, kurumsallaşmış her şeyin üzerindeydi. Anayasa, yasalar, devlet mimarisi, gelenekler falan! Tüm bunlardan daha önemli olan, bunların tümünü bypass etmek gücü değil miydi? Foucault diskurun gücüyle bunu söylüyordu. Bugün olan tam da buydu!

Dediklerinize halkı inandırmak, hatta dediklerinize kendinizi inandırmak, dediklerinize muhalefeti inandırmak ve dediklerinize dünyayı inandırmak, toptan da tüfekten de paradan da daha önemli bir güç kaynağıydı. Dile hakim olan rejimi inşa ve konsolide ediyor. Bu dilin şifrelerini ve kodlarını dilinize pelesenk ediyor, böylece beyninizin işlemlerine kalıcı ve temelden etkide bulunuyor. Siz her Türkiye analizinizde örneğin yerel seçimlerde muhalefetin Erdoğan’a nasıl bir ders verdiğini düşünürken, perde arkasında esas rejim Erdoğan’ın riyasetinin veya başka bir vitrinin ön planda olmasının bir önemi olmadığı denklemi üzerinde duruyor. Rejim eşit değildir Erdoğan önermesini kabul etmedikçe bu diskurun değişimi mümkün değildir. Bu önermenin sonunda ister istemez şu soruyu sormanız gerekir: peki o halde rejimin arkasında kim var?

Rejimin diskurundaki 28 Şubat ruhunu, Avrasyacı dış politikayı, Avrasyacı güvenlik ve savunma politikalarını, uluslararası basında çıkan “Türkiye Rusya’ya kayıyor” türü analizleri, S-400 krizi ve ABD ile ilişkilerde kopma noktasına gelen yaklaşım farklılıklarını, hatta husumeti, patlak kanalizasyon medyasındaki analizleri ve dili analiz etmediğiniz sürece bu soruya yanıt veremezsiniz.

Rejimin diskuru meselesi, rejimin kendisi meselesidir. Sahibinin sesi değil, sahibinin ta kendisi, odaklanmamız gereken şeydir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin