Diplomasi, bağnazlık ve yalnızlık

YORUM | YÜKSEL DURGUT 

İlk elçiler, Ortaçağ Avrupa’sında, cennetten dünyaya gönderilmiş haberciler, dokunulmaz veya kutsal melekler olarak görülürdü.

Diplomasinin ilk izlerine, 9. yüzyılda Batı Afrika’da, Orta Doğu’da, Çin’de ve Hindistan’da rastlanmıştır. Modern diplomasi ise, Homeros’un İlyada ve Odyssey’indeki antik dönem Yunanistan’ında başlamıştır.

İlk diplomatlar profesyonel kimliklerine, Bizans devletinin hayatta kalması için 12. yüzyılda bilgi toplamak için görevlendirilerek kavuştular. Bu dönemde, elçiler yazılı talimatlar almaya başladılar. NATO ve Varşova Paktı’nın ortaya çıkışı, herhangi bir krizin öncesinde veya sonrasında diplomatik stratejik iletişim sanatına yeni paylar yükledi. Büyükelçi terimi ilk olarak İtalya’da ve daha sonra 1374’te Chaucer tarafından Troilus ve Criseyde’de İngilizce olarak ortaya çıktı.

Medeniyetin Öyküsü adlı çalışması ile tanınan Amerikalı tarihçi ve yazar William James Durant, özellikle konuşurken hiçbir şey söylememenin diplomasinin yarısı olduğunu belirtmiştir.

Diplomasi konusunda tarihte iz bırakan ve en sert dilde ifade edilen açıklama Churchill’den gelmiştir. Churchill, diplomasiye uzak bir dilde söylediği, Diplomasi, insanlara yön soracak şekilde, cehenneme gitmelerini söyleme sanatıdır.” sözü tarihteki yerini almıştır.

Diplomasi ve diplomatların son zamanlarda özellikle krizlerin tavan yaptığı ülkelerin hepsinde yanlış stratejiler nedeniyle sorunları da beraberinde getirdikleri görülür. Maurya İmparatoru Çandragupta’nın danışmanı ve başbakanı Chanakya’ya göre, bir elçinin görevleri arasında, kralına bilgi göndermek, müttefikler edinmek, düşmanın dostları arasında anlaşmazlıkları kışkırtmak ve gizli bilgileri ortaya çıkarmak ve kralının onurunu korumaktır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tek adam rejiminin himayesinden çık(a)mayan diplomatların 15 Temmuz sonrası yaşadıkları içler acısı durum en güzel örneklerden birisidir. Olmayan bir terör örgütünü, varmış gibi dünyaya pazarlamaya çalışmaları ve bu konuda kimseyi inandıramamaları akıllarda kalıcı bir örnektir. Türkiye’nin, Orta Doğu’da yaşanan kayıtsız tavırların ülkeye ne kadar zarar verdiğini, sıfır dış politika sürecinden, sorunlar yumağına nasıl dönüştüğünü tüm dünya ile izliyoruz.

Avrupalı ​​diplomatların Ankara’da, Ankara’nın diplomatlarının ise Brüksel’deki işleri ne kadar zor. AB ile bozulan ilişkiler neticesinde tamamen kilitlenen görüşmeler askıya alınmış durumda. Erdoğan rejimi, diplomasideki bu yenilgiyi, “komplo” teorileri ile allayıp pullayarak halkı kandırmak için kullanıyor. Dış güçlerin, Türkiye’nin içişlerine “müdahale etmekle” suçladığı açıklamaları ülkenin her köşesinde kamuoyunu uyutmak için gerçekleştiriliyor.

AKP iktidarının el üstünde tuttuğu, Abdullah Gül’ün dışişleri bakanlığı döneminde sağ kolu olarak görev yapan emekli büyükelçi Namık Tan, kaleme aldığı “Yalnızlık diplomasisi” başlıklı yazısında Türk dış politikası üzerine önemli tespitlerde bulunuyor. Türk dış politikasının üzücü bir manzara sergilediğine değinen Tan, bu politikanın, “Bir yalnızlık tablosu” olduğunun altını çiziyor.

Türkiye’nin kısa bir zaman öncesine kadar bölgesinde “istikrar üreten ülke” olarak gösterildiğini hatırlatan Tan, bir “yalnızlık adası” konumuna gelindiğini, dost olarak gördüğü ülkelerin dahi Türkiye için “istikrarsızlık kaynağı” nitelemesini yaptığını belirtiyor. Tan’a göre bu noktaya gelinmesinin nedeni iç siyaset. Emekli büyükelçi, “Erdoğan, uzlaştırıcı ve kapsayıcı bir siyaset izlemek yerine, milliyetçiliği araç olarak kullanmayı tercih etti. Önyargılar depreştirildi, bağnazlık kutsandı ve milliyetçilik köpürtüldü” diye ekliyor.

Uluslararası krizler sırasında, diplomasinin hala ne kadar önemli olduğunu ve krizleri ele alma şeklinin en akıllı yolu olduğunu görebilirsiniz. Diplomaside “yumuşak dil” her zaman kabul görür. Türkiye gibi “sopa diplomasisi” uygularsanız yalnız kalırsınız. Uzlaşından ziyade askeri caydırıcılığı benimseyen Türkiye, uluslararası arenada kültür-sanat, tarih ve gelişmiş ekonomisiyle değil de askeri gücüyle anılmaya başlandı. Bütün dünya ülkelerine uygulanan bu güç siyaseti ‘yalnızlık’ getirdi ve getirmeye de devam ediyor.

MÖ. 500’lü yıllarda yaşamış ünlü Çinli komutan, filozof ve askeri bilge Sun Tzu, dünyanın en eski savaş stratejisi kitabı, “Savaş Sanatı”nda, düşmanı savaşmadan boyun eğdirmenin en üstün savaş sanatı olduğunu anlatır.

Diplomasi derin ve uzun bir yoldur. Yıkımı kolay, tamiri zor olan dış siyaseti, iç siyaset malzemesi yapanlar hep kaybetmişlerdir. Erdoğan’ın İsrail ile ‘gel-git ilişkileri’ ülke itibarının nasıl ayaklar altına alındığının en net örneğidir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Düşmanı savaşmadan boyun eğdirmenin en iyi örneği 15 temmuz sahte darbesi ile gerçekleşmiştir. Askerlerin tayyipe tepkisi üzerine bina edilmiş bir stratejidir. Bu tuzağa düşmeyen askerleri tebrik ediyorum. Ama sokağa bir asker darbe için çıkmış olsaydı senaryo değişmeyecekti. Yine milletin iradesine karşı darbe yapıldığı hikayesiyle ordu tasfiye edilecekti. Yani bir orduyu savaşmadan çökertmek budur. Bu projeyi yapanlar amaçlarını her türlü gerçekleştirecekti. Sadece bunun için sokağa çıkan askere ihtiyaç vardı. Gerçektende askerler sadece sokağa çıkmıştı. Pkk nın yapamadığını yani türk ordusunu yok etme planını her kim planladıysa başardı. Mevcut ordunun yarısını saf dışı bırakmak çok kolay bişey değil. Yani bir düşünsenize türk ordusunun yarısı. Acaba esad savaşta ordusunun yarısını kaybetmişmidir? Biz savaşmadan kaybettik. Birileri Sun tzu nun savaş sanatı eserini iyi çalışmış anlaşılan. Üstüne şeytanın taktiklerini, münafıkları, hırsızları ekleyin, ergenekonu ve paşalarını ekleyin, türkleri anadoluda hapsetmek isteyenleri, putini, iranı, istihbarat başkanı, genelkurmayı ekleyin ve bu operasyona sıradan insanın muhatap olduğunu düşünün. Bu yalana inanmama şansı varmı? Üzerine darbecilere yapılan işkence görüntüleri eklerseniz korku yoluyla da insanları ikna edebilirsiniz. Sözde milliyetçi olan türklerin gözleri önünde orduyu yağmaladılar. Kimse demedi ki darbeyle mücadele güçler ayrılığını sonlandırmakla olmaz demedi. Asıl hedef güçler ayrılığı sistemini çökertmekti. Bu osmanlıyı yunanistan işgalinden kurtarmaya çalışırken (15 temmuz işgali) alakasız bir şekilde yeni devlet kurmaya benziyor. O zaman kemalist rejimi kuranlar şimdi türkler için muhaberat rejimini kurdular. Türkler bu sistemi hiç doğru dürüst tartışmadı bile ama referandum ile geçti. Hileli pusulalar üzerinde kimse durmadı. Ne de olsa kimsenin babasının malı değildi. Demek ki birileri bizi devlet rejimi üzerinden kontrol ediyor. İmamoğlunun fotoğrafı bile güçler ayrılığından daha çok tartışıldı.

    Kemalist rejimi kim kurduysa aynı rejimden vazgeçen yapılar da aynı kişiler. Rejim değişikliği süreci boyunca hiç kimse cumhuriyetin değerlerinden bahsetmedi. Yani kemalist rejimi kim kurduysa yıkan da aynı kişi. Emin olun darbeye sadece 1 asker katılsaydı emin olun aynı senaryo yapılacaktı.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin