Dindar-seküler yarılmasının dünü ve bugünü [Türk Sağı’nın hikâyesi-16]

YORUM | KEMAL AY

 

Osmanlı’da devletin dini İslam’dı. Ancak Saray ahalisinin Müslümanlığı ile tebaanın Müslümanlığı arasında farklar olduğunu söylemek gerekir. Her şeyden önce Saray, kozmopolit bir mekân. Çeşitli dini inanıştan insanlar var. Ayrıca Saray, refahın yüksek olduğu bir yer. Takvadan çok ruhsatla yaşandığına dair tarihçiler neredeyse ittifak hâlinde. Bunun aksi daha şaşırtıcı olurdu. Halkın Müslümanlığı çeşit çeşit, denilebilir ki her yörenin kendi gelenekleri, dini değerlerle başa baş. Kitabî değil, hâlî bir İslam yaşanıyor. Coğrafyaya göre İslam’ın çeşitli yorumlarını bulmak mümkün. Yeniçeri ekseri devşirme olduğundan ve Ocak’ta Bektaşî’lik ön planda olduğundan, burada ciddi bir Bektaşî kültürü hâkim. İran sınırında Alevîlik var. Daha sonra Yavuz Sultan Selim, Alevî köylerini zorunlu göçe tabi tutuyor. Arap dünyası ve Kuzey Afrika, Müslümanlığı Osmanlı’dan öğrenecek değil. Anadolu’da medreseler, tekke ve zaviyeler eliyle sürdürülen bir İslamî gelenek mevcut ancak Anadolu halkı, daha çok kendi hâlinde.

YAN YANA, BİRBİRİNDEN HABERSİZ YAŞAMAK

Rivayet odur ki, bir gün Yahya Kemal’e sorarlar: ‘Üstad, biz Viyana kapılarına nasıl gittik?’ O da cevap verir: ‘Bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak.’ Şairin burada söylemek istediği şu: Fakirdik, bulgur pilavı yiyorduk ancak gönlümüz dopdoluydu. Oysa tarihçilerin çalışmalarından biliyoruz ki, Anadolu’da okuma yazma pek gündemde değil. Keşke Mesnevî okunsaydı. Halkı, daha ziyade yukarıda saydığım İslamî kurumlar bir din etrafında tutuyor. Nitekim o yüzyılların insanı için, din aynı zamanda kimlik demek. Osmanlı’nın çeşitli dinlere mensup tebaasına uyguladığı, böylece asgarî toplumsal barışı tesis ettiği, Millet Sistemi, aslında toplumu dinî bağlılıklarına göre ayırır sözgelimi. Hıristiyanlar’ı Katolik ve Ortodoks olarak milletlere ayırır. Yahudiler, bir başka millettir. Müslümanlar da, tekkesine göre ayrılacaktır. Tarikat mensubiyeti, aynı zamanda ‘kimliğini’ belirler her Müslüman tebaanın. Osmanlı toplumu bu yönüyle birbirini pek tanımayan insanlardan oluşur. Hiç düşündünüz mü asırlarca Müslümanlarla Hıristiyanlar yan yana yaşamışlar ve birbirlerinden nasıl bu kadar habersiz kalmışlar?

FEODAL TOPLUM VE DİNİ AİDİYET

Modern devlet kurulana kadar, (Osmanlı için kabaca III. Selim – II. Mahmut dönemi başlayana kadar), devletler tek tek bireylerle muhatap olmak yerine, küçük toplulukların ‘liderleri’ ile işlerini görüyordu. Bugünkü adıyla ‘kanaat önderi’ olan bu insanlar, devletle tebaa arasında bir köprü vazifesi görüyor, devlet açısından toplumdaki asayişi temin ederken, fertler açısından müşkülü hallediyorlardı. Doğu’da aşiretler ve aileler, çoğu zaman ‘yerel idare birimleri’ şeklinde algılanıyor. Avrupa’da ‘burjuva’ (şehrin önde gelenleri) ilk kez bireysel olarak krallarla muhatap olmaya başlayan kesimdi. Öncesinde belirli bölgelerde din adamları, tüccarlar ya da askerler, bıçak kemiğe dayandığında ‘isyan ederek’ taleplerini dile getirirlerdi. Osmanlı’da da benzer şekilde bazen tekke şeyhleri, bazen eşraftan kimseler, vergiler ya da kolluk güçleriyle yaşanan sıkıntıları gerekçe göstererek isyan edecekti. Osmanlı bu isyanları genelde kılıçla bastırma yolunu seçti. Bu da isyanların ‘popülaritesini’ düşürdü. Osmanlı’da ‘bağımsız tüccar sınıfı’ bulunmadığı için, ‘burjuva’ tabirini hak edecek bir şehirlileşme ve ticareti sürdürmek için bu şehre imtiyazlar isteyecek, böylece ‘demokrasi’ talebinde bulunacak bir ‘sınıf’ da yoktu. Bu eksikliği, dinî aidiyet gidermeye çalıştı uzunca bir süre. (Semavî dinlere mensup toplumların daha hızlı gelişmeye açık olmasının da, dinî örgütlenmelerle bir ilgisi vardır.)

ANADOLU’NUN ÇORAK KALMASI

III. Selim ve II. Mahmut ekseninde artık geri dönülmez şekilde Osmanlı’nın hayatına giren Batılılaşma, devletin görünürdeki kurumlarının modernizasyonuna dayanıyordu. Askerî alandaki ıslahatlarla başladı, Meşrutiyet’le devam etti. Avrupa’da ‘toplum’ hissini oluşturan teknolojik yeniliklerden birisi trenlerdi. Şehirler arası tren yolculukları, hem mobilizasyonu kolaylaştırmış hem de aynı dili konuşan, aynı dine mensup insanlar arası etkileşimi arttırmıştı. Osmanlı’da ise modernizasyon çoğunlukla İstanbul’la sınırlı kalıyordu. II. Abdülhamit tren rayları döşetmişti ancak önceliği ‘eldeki topraklar’ değil, ‘elden çıkmak üzere olan topraklar’dı. Anadolu, bu yönüyle ‘bâkir bir coğrafya’ olarak kaldı. Ne denize kıyısı olan yerlerdeki ticaretten nemalanabildi, ne başka ülkelere komşulukla birlikte gelen etkiye açtı kendini. ‘Osmanlı medeniyeti’ diye bir şeyden bahsedeceksek, onun ‘bodrum katı’ olarak kaldı. O medeniyetten payına çok az şey düştü.

Buna rağmen Cumhuriyet’i kuranlar, İstanbul’da edindikleri tecrübeleri ve tartıştıkları meseleleri Anadolu halkının ‘gerçeği’ hâline getirmek için kolları sıvadı. Dini aidiyetin yerine devletle irtibatı koyacaktı. Artık tebaa değil vatandaş olarak anılacaktı herkes. Gelgelelim, Cumhuriyet Devrimi, diğer devrimler gibi (mesela 1917 Bolşevik Devrimi) toprak reformu yapamamıştı. Osmanlı’da toprak devletin malıydı ve tebaa toprağı işledikçe ondan nemalanabiliyordu. Son dönemde toprağın bir kısmı özel şahıslara geçmişti fakat Avrupa’daki gibi ‘büyük toprak zenginleri’ oluşmamıştı zira miras yoluyla bu topraklar dağılmıştı yine. Devlet zaman içerisinde toprakları şahıslara devretmeye başladı ancak yeterli değildi. 1950’de Demokrat Parti’nin en büyük faaliyetlerinden birisi büyük ölçekte tarım arazisini halka dağıtmak olmuştu. Bu da, daha önceden söylediğimiz gibi, ‘sivil toplum’ meselesinin ortaya çıkmasına tekabül edecekti çünkü ekonomik refaha ulaşabilen kimseler ortaya çıkacaktı.

TEBAADAN VATANDAŞA GEÇEMEYİŞ

Dolayısıyla Cumhuriyet teorik olarak tebaadan vatandaşa bir geçiş öngörmüştü fakat vatandaşlar ‘birey’ olarak ekonomik bağımsızlığını kazanabilmiş özneler olamadı. Bir ‘dayanağa’ ihtiyaçları vardı. Burjuva sınıfı, ticaret ve üretim ekonomisi de yeterli olmayınca, vatandaşın sosyal mobilizasyon için yine tek çaresi, aidiyetlerdi. Tekke ve zaviyeler kapatılsa da, Anadolu’da dinî kimlik canlılığını sürdürdü çünkü ‘başka alternatif’ yoktu. Tek Parti CHP’si, şehirlerde bir ‘merkez’ inşa etmeyi başarmıştı fakat bu ‘merkez’ tebaadan vatandaşa dönüşümü sağlayacak kadar ‘efektif’ bir işleyişe sahip olmadı. İnsanların üzerlerine giyebilecekleri bir libas üretemedi. Devrim, Anadolu’da tıkanıklıklar yaşıyordu. Zaman zaman, Osmanlı’daki kavgalar hatırlanarak ‘irtica’ meselesi medyada gündem oldu. Dini teşkilatlanma, ‘eski rejim’ ile özdeşleştirilmişti. Yani bir bakıma Cumhuriyet’i kuran kadronun karşısındaki ‘eski rejim taraftarları’ (muhafazakârlar) hep bu insanlardı. Alternatif olarak bir Diyanet Teşkilatı kuruldu ve dinî hayat (bir anlamda sivil toplum) bu yapı yardımıyla kontrol altına alınmak istendi.

GİDECEK YOL OLMAYINCA BİLDİĞİNE SARILDI

Cumhuriyet’i kuran kadronun öngördüğü ‘reformlar’ gerekliydi. Fakat toplum bunu anlayabilmekten uzaktı. Gelgelelim, tepedeki kadro da toplumun sosyo-ekonomik şartlarını çözebilmiş değildi. ‘Işık’ oradaydı işte, insanlar niye ona gitmiyorlardı ki? Anadolu insanı yüzyıllardır yoksullukla, aza kanaat etmekle, devlet karşısında boynu kıldan ince, savaşa çağrıldığında ve vergi istendiğinde itaat ederek, isyan edecek olduğunda yan yana dizilen kellelere bakarak yaşadı. Bu ortamda sığınabileceği tek liman da, dinî aidiyetiydi. Sadece orada sembolik bir anlam bulabiliyordu. O da olmasa, sefil bir hayat sürecekti. Cumhuriyet’le birlikte ‘söz hakkı’ olacağını zannetmişti fakat devlet karşısında hâlâ çok acizdi. Hâlâ yoksuldu. On yıllar süren savaşlardan çıkmıştı. Yorgundu. Yine vergi isteniyordu. Yine isyan edecek olsa, üzerine tüfekler ve ilmekler doğruluyordu. Cumhuriyet’in kurumlarına değil, yine bildiği aidiyetine koştu.

SINIFSAL TAŞINMA HÂLİ

Nitekim bu bir kısır döngü. Osmanlı’da belirli bir sosyal statünün üstüne çıkabilen kimseler ‘seküler’ hayat tarzını benimsemişti. Avrupa’yla yakın ilişkiler, ilk Saray çevresinde etkisini gösterdi. Hatıra olarak en ‘dindar’ padişah olarak gösterilen II. Abdülhamit, en ‘Avrupaî’ yaşamış padişahlardan biriydi. Turgut Özal gibi bir nevi. Tarikatlar, Osmanlı devrinde de ‘merkezle’ pek geçinemezdi. Bu yaşayış farklılığı bunun sebeplerinden biriydi. Taşradaki tarikatların arası, Saray’a yakın ulemayla da pek iyi sayılmazdı. Böylece kendilerince bir ‘yol’ bulmuş oldular. Öyle ki kurumsallıklarını kaybettiklerinde bile, etkilerini yitirmediler. Çeşitli yöntemlerle varlıklarını sürdürdüler. 1950’de Demokrat Parti’nin müsamahasıyla, 1960’larda 70’lerde çevrenin merkeze yürüyüşüyle, 1980 ve 90’larda ise bizzat siyasetin içerisinde bulunmalarıyla bu ‘dini aidiyet’ modern zamana taşındı. Şehirli örnekleri daha önce de mevcuttu. İstanbul’da hem Avrupa’da okumuş, hem kalemde (memuriyet) çalışan hem de bir şeyhin dergâhında boynunu büküp oturan kimseler vardı. Ancak sınıfsal taşınma, Cumhuriyet’in sonraki yıllarında gerçekleşecekti.

TAŞRA, MERKEZDE KENDİNİ KURDU

Daha önce bahsettiğim gibi, Türkiye’nin şehirlere göç hikâyesinin bir parçası, dini aidiyetin bu yeni şehirlerde nasıl sürdürüleceği meselesidir. Her kesim kendince çözümler bulmuştu. Değişmeyen şey, dini aidiyetin karşısına Cumhuriyet’in kurduğu yeni merkezin hâlen bir şey koyamamış olmasıydı. 1920’lerdeki irtica korkusu, on yıllar boyunca alttan alta sürdü. 1980’lerde Özal’la başlayan ve 1990’larda Refah Partisi’nin yükselişiyle iyice hissedilen, hatta somutlaşan ‘irtica’ meselesi, merkezin de yeni gündem maddesi hâline gelecekti. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte meydana gelen asıl ‘yarılma’nın dindar-seküler ayrımı olduğu da, böylece ortaya çıktı. Merkez-çevre ya da sağ-sol kırılmasından çok daha büyük bir kırılmaydı bu. Türk sağının bugünü, bu kırılmada biriken enerjiyi ‘çatır çutur’ harcamakla geçiyor.

Geçen yazıda ordu-siyaset ilişkisinin 28 Şubat’ı nasıl muştuladığını anlatmaya çalışmıştım. Bu yazıda da 28 Şubat’ın yönetimsel değil, toplumsal bir kriz olarak nasıl öngörülebileceğini tartışmaktı amacım. Gelecek yazıda da Kürt meselesinin Türk sağındaki yankılarını ele alarak, 28 Şubat bahsine geçeceğiz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin