Din adına katledilen bir büyük insan: Mustafa Akkad!

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Türk sineması imkan, teknik ve estetik yönüyle epey bir süre bocaladıktan sonra 1960’lı yılların başından itibaren kendi dilini ve sektörün dengelerini kurmuştu. Özellikle Muhsin Ertuğrul’un Yeşilçam’dan elini eteğini çekmesinden sonra kendi mecrasında belli bir akış hızı yakalayan Yeşilçam, bir yandan film üretimini hızla artırırken, diğer yandan star sistemi, dağıtım sistemi ve prodüksiyon modeliyle nev-i şahsına münhasır olarak gelişip büyümüştü. 

Mısır filmlerinin etkisiyle gelişen Arabesk filmleri furyası, yapmacık köy filmlerinin yerini alan toplumsal gerçekçi filmler aynı sistemden besleniyor ve Yılmaz Güney, Ayhan Işık gibi yıldızlar ile popülerlikte tavan yapıyordu. Cilalı İbo, Turist Ömer gibi karakterler ise izleyicinin mizah damarına hitap ederken, Kartal Tibet ve Cüneyt Arkın gibi yıldızlar ile de fantastik tarihi filmlerde seri üzerine seri çekilmeye başlanmıştı. 

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Bir süre sonra dini filmlerin halkta büyük karşılık gördüğünü fark eden Yeşilçam doğal bir refleks olarak bu alana yönelmişti. 

İşte Yücel Çakmaklı öncülüğünde MTTB Sinema Kulübü böylesi bir iklimde genç sinemacılar yetiştirmeye başlamıştı bile. Daha sonra milliyetçiler ve mukaddesatçılar olarak bölünecek olan MTTB sinema kulübü ekolü bir yandan da muhafazakar medyada sinema sayfaları yaparak teorik olarak inanç sinemasını gündemde tutmaya çabalıyordu. 

Ancak Yeşilçam bir süre sonra devasa bir rakip ile karşılaştı ve ya yenilecek ya da eksen değiştirecekti: Televizyon. 

60’lı yılların sonra yayına başlayan TRT kısa sürede Türkiye genelinde yapılanmasını tamamlayıp günlük yayın saatini her geçen yıl artırıyordu. 70’li yılların ortalarına gelindiğinde ise Türk halkı Yeşilçam filmlerini artık Salı günleri Beyazcam’da izlemeye başlamıştı. 

Yeşilçam bu durumda adeta harakiri yaptı ve erotik sinema furyasını başlattı. 

Yılların sinema ve tiyatrocuları ya gazinolarda şarkıcı oluyor ya da erotik filmlerde oynamak zorunda kalıyordu. Kimileri ise sinemayı bırakmayı tercih ettiler. Sinema salonlarındaki seyirci profili de hızla değişmeye başlamıştı. Artık Türk halkı ailece sinema salonlarına gitme alışkanlığını bırakmış salonlar ağırlıklı olarak bekar ve tamamı erkek seyircilere kalmıştı. 

Bir süre sonra Anadolu’da sinema salonlarının bulunduğu caddelerden bile geçmez olmuştu Türk aileleri. Zira Yeşilçam’ın zehirli sarmaşığı erotik film afişleri salonların ön cephesinde karşılıyordu çoluk çocuğu. 

Dindar kesim cılız da olsa Mesut Uçakan, Mehmet Kılıç, Salih Diriklik gibi (İsmail Güneş ve Osman Sınav bu dönemde henüz asistandılar) İslamcı, Milliyetçi isimler film üretmeye çabalarken Yücel çakmaklı kendi kulvarında filmlerini çekmeye devam ediyor. Yeşilçam erotik filmlere karşı arabesk ve komedi filmleriyle ayakta durmaya çalışıyordu. 

1980 Darbesi pek çok alanda olduğu gibi sinemanın da üzerinden silindir gibi geçti. 

Yıllık film sayısı artık iki elin parmaklarını bile bulmuyorken, Televizyonla baş edemeyen sinemaya yeni bir rakip daha çıktı: Video… 

Pek çok yapımcı daha ucuz olan video filmlerine yönelmişti.Türk sineması artık neredeyse salonsuz film yapmayı tercih eder hale gelmişti. Gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri sayılan Muhsin Bey’in Beyoğlu’ndaki gösteriminde sadece 6 seyirci vardı. Bunlardan ikisi filmin yönetmeni Yavuz Turgul ve eşiydi. Turgul da daha fazla direnememişti. Aşk filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni isimli film ise gösterime dahi girmemişti. 

Muhafazakar ve dindar veya Milli Sinema da benzer yoldan gitmek durumundaydı. Bu dönemde irili ufaklı pek çok film çekti İslamcı ve milliyetçi yönetmenler ama seyirci açısından arzu edilen ilgi görülmüyordu. Filmler galalar ya da özel gösterimlerle ancak üç beş yüz kişilik kalabalıklara gösterildikten sora video dükkanlarındaki tozlu rafların en arka bölümlerine atılıyordu. 

Enteresandır, Türk sinema sektörünün neredeyse katili olan televizyon, bu kez kurtarıcı olarak imdada yetişecekti. 

Özal’lı yıllarla beraber gelişen yayıncılık teknolojisi ve özel televizyonlar dizi ve film sektörüne de el atmıştı. Her yıl Kültür bakanlığının kendi ideolojisine göre desteklediği birkaç film dışında eser üretemeyen Yeşilçam’ın imdadına TGRT yetişmişti ve Yeşilçam’ın 60-75 yılları arasındaki Hazretli filmlerine benzer bu kez “Ebu”lu filmler dönemi başlamıştı. 

Ne kadar evliya ve din büyüğü varsa hepsine dair video filmleri çekilmeye başlandı. Önemli yönetmenler ve sanatçılar bu filmlerde rol almakla beraber Yeşilçam teknik olarak da adeta can suyu bulmuştu. 

Enver Ören’in özel çabasıyla tekrar büyük ilgi görmeye başlayan dini içerikli filmler geçmişin Yeşilçam dini filmleri kadar çarpık içerikli olmasa da epey ucuz prodüksiyonlardı. Altyapı ve teknik açıdan adeta çöküş dönemi yaşayan Yeşilçam TGRT ile tekrar ayağa kalkmayı deniyordu ama bu mümkün olmayacaktı. 

Tam bu esnada Yücel Çakmaklı Minyeli Abdullah, Mesut Uçakan Yalnız Değilsiniz ile umut veren çıkışlar yaptılar. 500 bin seyirci o dönem için muazzam bir gişe rakamıydı. Sektöre giren Yeşil sermayeci Yimpaş ile tencere imalatçısı Mehmet Tanrısever Feza Film ve Atlas Nehir iletişim ile yalancı da olsa bir İslamcı bahar rüzgârı estirmeyi kısmen başarmışlardı. 

Ancak bu filmlerin seyircileri tahmin edileceği üzere sinemaya gitmeyi alışkanlık haline getirmiş klasik izleyici profilinden değildi. Bu tür filmlere gitmeyi adeta dini bir ritüel hatta sevap sayıyorlardı. 

90’lı yılların başında İhlas Holding’in sahibi Enver Ören yapım şirketi İFPAŞ adına Çağrı filminin yönetmeni ve yapımcısı Mustafa Akkad’ı Türkiye’ye davet etti. 

Muhafazakar kamuoyunda büyük sükse yapan bu davetin başlığı da belliydi: Mustafa Akkad İstanbul’un Fethi’ni çekecek!

Bendeniz o dönem genç bir kültür sanat muhabiriydim ve Akkad’ın Türk kamuoyuna tanıtıldığı toplantıya iştirak etmiş, kaşla göz arası kartımı uzatıp özel röportaj talep etmiştim. Merhum yönetmen kulağıma eğilip ilk anda tam anlayamadığım iki kelime söyledi: Hyatt Regency…

Bir otel ismi olduğunu anladığım anda yanıma meraklı arkadaşım Zübeyr Somuncu’yu alarak otele uçarcasına gitmiştik. 

Otelin lobisinde bize sert tavırlı TGRT yetkilileri karşıladı ve Akkad’ın dinlenmeye çekildiğini, röportaj veremeyeceğini soğuk bir üslupla söylediler. 

Tam umudu kesmiş dönüyorken resepsiyondan ismimi söylediklerini duydum. Cep telefonu filan yoktu o zamanlar, odasından arayan Mustafa Akad idi ve benim kırık dökük İngilizcemle zar zor anladığım birkaç cümle söyledi. Ben sadece “yarım saat sonra” kısmını anlamıştım. Dışarı çıktık ve TGRT yetkililerinin oteli terk etmesini bekledik. Gerçekten de gittiler ve lobiye gidip beklemeye başladık. Kısa süre sonra Mustafa Akkad tebessüm eden yüzü ve elinde meşhur piposuyla göründü. 

Oturup söyleşiye başladık ama ne benim ne de güvenerek yanıma aldığım Zübeyr Somuncu’nun İngilizcesi rahmetliyi anlamaya yetmiyordu. Tam “Bu iş yattı, batırdım” diye düşünürken imdada sevgili Erhan Başyurt yetişti. 

Çağrı filminin yönetmenini bulmuşsunuz öyle kolay kolay bırakılır mı?

Bırakmadık tabii Anthony Quinn’in bu film ile Müslüman olduğu rivayetinden, “Fatih’i Cüneyt Arkın mı oynayacak”a kadar onlarca soru sormuştuk belki de. 

Quinn’in Müslüman olmadığını ama kendisine bu film ile beraber Hz. Peygambere büyük saygı duyduğunu ve İslam’ı araştırmak istediğini söylediğini ifade etti Akkad. 

İstanbul’a gelme sebebi olan meselede ise belli ki bir hayal kırıklığı yaşamıştı. 

Müslümanların sanat ile ilişkisinin son derece zayıf olduğunu, iyi sanatçıların ise dinlerinden uzaklaştığını ve buna üzüldüğünü söylemişti Akkad. 

TGRT’ye teklif ettiği projelerden de bahsetti. O zaman holding yetkililerinin niye bizi Akkad ile görüştürmek istemediğini de anlamış olduk. Her iki kesim olaya çok farklı bakıyordu. Rahmetli Enver Ören birkaç TV filmi bütçesi kadar bir bütçe ile İstanbul’un Fethi’ni kotaracağını düşünerek çağırmıştı Akkad’ı. Akkad ise yanında Fetih ve Selahaddin Eyyubi senaryolarıyla gelmiş. Yapım ekibinden adamlarını önceden yollayıp gerekli araştırmaları yaptırmış, Büyükçekmece civarında plato bile belirlemişti. 

TGRT maksimum 500 bin dolarlık bir film düşünürken Akkad aklındaki bütçenin 100 milyon dolar olduğunu söylediğinde o ortamda bulunmuyorduk. Bulunsaydık, yetkililerin nasıl aniden kendilerini kaybetme noktasına geldiğini görürdük muhtemelen. 

Tebessüm ediyordu Akkad. “Ben sadece bir filmden bahsetmiyorum, Fetih filmi ile beraber Türkiye’ye bir sinema sektörü bırakmayı vaat ediyorum. Dekor, kostüm, altyapı, teknik malzeme.. Hepsini burada bırakıp bundan sonra belki yüzlerce film çekmenize imkan sağlanacak” diyordu Akkad. 

Doğal olarak anlaşamamışlardı Enver Ören’le. Ancak ülkeden ayrılırken umutsuz değildi. “Ben Kaddafi’yi ikna etmiş insanım, elbette sponsor bulacağım” diyerek umutla vedalaşmış, bir de söz almıştım: Eğer filmi çekmeye başlarsa setinde çaycı bile olsa şu fakire de vazife verecekti!

Hyatt Regency otelden umutla ayrılırken 10 yıl boyunca uzaktan uzağa takip etmeye çalıştım Mustafa Akkad’ı. 

2005 yılının Kasım ayının 9’unda bir düğüne katılmak üzere Ürdün’e gitmişti. 

31 yaşındaki kızı Rima’yı karşılamak için kaldığı Amman’daki Grand Hyatt Otel’inin lobisinde bir bomba patladı. El kaide eylem yapmıştı. Kızı Rima orada öldü. Akkad boynundan ağır yaralar almıştı. Bir süre sonra (11 Kasım’da) o da hayata veda ettiğinde, geride hayata geçiremediği iki senaryosu kalmıştı. 

İslam dinine en çok hizmet eden belki de tek evrensel filmin yapımcı ve yönetmenini birileri İslam adına katletmişti ne yazık ki!

Yavaş yavaş Çağrı’ya geliyoruz farkındaysanız… 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Bu seri güzel oldu ya! Coranavirüs karantinasında çok sıkılmıştık. Yeni bir pencere aralayıp ferahlattınız bizi. Teşekkür ederiz.
    Respect Graduated School’daki dersleriniz de çok iyi. Nasılsa imtihan olmayacağız. Yani “hocaya yağcılık” yerine geçmez. Dersler için de teşekkür ederiz Mahmut Nedim Hocam…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin