Devletin fethi (2)

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN 

Eğer tarafsız bir devlet yaratamazsanız, devletin vatandaşlarını ortak paydalarında birleştiremezsiniz. Bir grup vatandaşın değerleri üzerine inşa edilen bir devleti, diğer gruplardan olan vatandaşların değerlerinin karşısına dikerseniz, çatışma potansiyeli kaçınılmaz olur.

Avrupa’da devletin serüveninde bu nedenle sekülerleşme çok önemliydi. Avrupa devletleri, Kutsal Roma İmparatorluğu ve Katolik Kilisesi hâkimiyetinde çok başlı, aynı anda aynı toprak parçası üzerinde birbirinden farklı otoritelerin var olduğu feodal sistemi, 1500’lü yıllardan itibaren değiştirmeye başladı. İncil’in Martin Luther tarafından Latince’den Almanca’ya çevrilmesi, Katolik Kilisesinin halkın üzerinde kurduğu iktidar için sarsıcı oldu. Latince bilmeyen halk, kendi dilinde kutsal metinleri anlayınca, din üzerinden meşruiyet sağlayan baskıcı, otoriter, yolsuz ilişkiler ağını görebildi. Luther yanlısı Protestanlar, Katolik hâkimiyetine karşı ayaklandı. Politik beklentiler de, kısmen özerk prenslerin reformdan geçmiş yeni Hristiyanlık mezhebine ilgisini arttırdı.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

1555 Augsburg Barışı ile, hukuken Protestanların varlığı kabul edildi, yerel prensliklere kendi mezheplerini seçme ve kendi teritoryal sınırları içerisinde uygulama hakkı verildi. Halka da, tebaası olduğu prensliğin mezhepsel tercihini beğenmiyorsa, başka bir prensliğe göç etme hakkı tanındı. 1648 Westfalya Barışı ise, teritoryal devlet, tek ve merkezi devlet otoritesi anlayışlarını yerleştirdi. Katolik Fransa, Almanya’daki Protestan-Katolik çatışmasında Protestanları desteklemiş, bunu da “ulusal çıkar” dediği bir kavrama dayandırmıştı. Böylece dinin değil, devletlerin ve halkların çıkarlarının belirleyici olduğu bir döneme geçildi. 1789 Fransız Devrimi ile teritoryal devlet, teritoryal ulus devletlere evrilirken, toplum sözleşmesi bazlı anayasal yönetim modeli giderek gelişti. Britanya’da kendi özgün tarihi bağlamında yetkileri giderek kısıtlanan ve denetlenebilen monarşi, kıta Avrupa’sında da yazılı toplum sözleşmeleri ile kimi yerde meşruti monarşilere, kimi yerlerde ise cumhuriyetlere doğru dönüşüm geçirdi. Bu süreç, devletlerin dini otorite ile aralarına giderek daha fazla mesafe koymasına yol açtı. Ulusal birliğin sağlanmaya başladığı Almanya gibi karışık toplumlarda, devlet mezhepler arasında nötr kalmak zorunda olduğundan, gittikçe laikleşti.

Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’daki bu değişimlerden etkilenmemek için gittikçe içe kapandı. Kendi yapısı çok kozmopolit olduğu halde, İslam teolojisinin öngördüğü, birbirlerinden farklı hukuki statülere sahip tebaa konseptini modernize edip, ortak eşit vatandaşlığa ve bunun mümkün olduğu sekülerleşmeye başlamış yönetim felsefesine geçemedi. Fakat 1800’lerde meydana gelen Avrupa sistemi ve onun güçlü devletleri karşısında, gittikçe daha fazla taviz vermeye açık, güçsüz bir konuma doğru güç daralması yaşadı. Osmanlı tebaası olan Balkan Hristiyanları, yeni teritoryal ulus devlet konsepti örnek aldı ve Osmanlı egemenliğine karşı isyan etmeye başladı. Değişime direnme, Osmanlı toplumunu kırılgan hale getirmişti.

Hepimiz bu öykünün sonunu biliyoruz. Osmanlı devleti gittikçe küçüldü. Kalan imparatorluk bakiyesi halklar, Müslüman çoğunluklu olmalarına karşın, farklı etnik kökenlerden gelmekteydiler. Dahası çok yüksek oranda gayrimüslim halk, 1900’lerin başında Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı dönemlerinde yaşanan radikalizmle, giderek devlete yabancılaştı. Çokuluslu ve çok etnisiteli bu yapıdan İttihatçılar bir Türk İmparatorluğu çıkarmaya çalıştılar. Bunu yapabilmek için etnik homojenleştirme ve nüfus mühendisliği politikaları izlediler. Bu dönemde, ırki birlikteliğe dayalı “Orta Asya’dan göçmüş Türkler” miti yaratıldı. Oysa aslında karışmış, çoğunluğu Anadolu yerlilerinin torunları olan, melez bir halk vardı. Bu dönemde Avrupa’daki nispeten daha küçük topraklarda yaşayan homojenimsi ulus devletler, etnik milliyetçilik güttüklerinden, daha kapsayıcı coğrafi aidiyete vurgu yapan sivil milliyetçilik yerine, Osmanlı elitleri de ırki-etnik milliyetçiliğe yöneldiler. Böylece bir taraftan Müslümanlar Türkleştirilmeye çalışılırken, Hristiyanlar etnik homojenliği bozucu bir “dezavantaj” olarak algılandı. Yunanlıların, Sırpların ve Bulgarların imparatorluktan kopmaları nedeniyle yaşanan travma, Ermenilerin ve Rumların da ülkeyi bölüp parçalayacaklarına yönelik evhamı körüklüyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya kontrolündeki Turan’ı fethetmeye heveslenen “İttihatçı çılgın Türkler”, Rusya’nın doğu Anadolu’yu işgali tehlikesiyle, Ermenileri zorunlu göçe tabi tuttular ve milyonlarca Ermeni’yi katlettiler. Benzer trajediler, Anadolu Rumlarının ve Ortodoksları’nın başına geldi.

Bu sürecin sonunda Osmanlı yıkılınca, miras Türkiye Cumhuriyetine kaldı. Devleti sadece “Sünni Türklere” veren anlayış Kemalizm’le beraber devlete harç oldu ve betonlaştı. Devleti sekülerleşmek için, onu dinin karşısına zorlayıcı bir enstrüman olarak koydular. Yönetici elitlerin istediği insan tipinin dışında kalan hiç kimseye bu devlette yer olamazdı. Böylece Türk Cumhuriyeti, tarafsız olamadı. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi!

Avrupa devletleri doğan sosyolojilerinin gereği olarak sekülerleşti, merkezi otoritenin belli sınırlar içinde egemen olduğu ulus devletlere evrildi. Oysa Türkiye, Osmanlı’dan devraldığı dual vatandaşlık yapısını aynen devraldı. Her ne kadar onu başka bir ideolojiye uygun olarak dönüştürdüyse de, kronik problemler devam etti. En yoğun olarak da, devlet tarafından dışlanmış, tehdit olarak algılanan, kendini ve kimliğini ifade etmekten korkan, sindirilen ikinci sınıf vatandaşlar konsepti kronik bir sorun olarak devam etti. Kürtler, Aleviler, dindarlar, azınlıklar gibi gruplar, kendilerini devletin formel, ama asli olmayan vatandaşları olarak buldular. İtiraz edenin başı ezildi.

Bu devleti dönüştürmek için, devletin fethedilmesi dışında çıkar yok yoktu. Zorlayıcı devlet gücünü elde etmeden, hep bu tehditkâr ve ceberut devletin ikinci sınıf ezilen vatandaşları olarak yaşamak zorundaydılar. Bunu bildiklerinden, politik amaçlarının başlangıcı da, sonu da devletti. Dahası, siyasi stratejik işbirlikleri, partiler ve bu dışlanmışlar arasında bir oyun ola geldi. AKP’nin dini cemaatlere ve tarikatlara kadro vermesine de, cemaat ve tarikatların devlete “sızmak” istemelerinde de bu ilk düğmesi yanlış iliklenmiş gömlek belirleyiciydi.

(Devamı var.)

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Sayın Çaman’dan “Günümüzde Türkiye neden bu hale geldi” sorusuna cevap olabilecek orijinal bir analiz daha.
    Bir de devlet dediğimiz Leviathan’a dönüşen bu aygıt, halkı yönetebilmek için dindar insanlar arasında provokasyon amaçlı Alevilerle ilgili tamamen yalan iftira niteliğinde karalamalarda bulunuyordu, sanki devlet Aleviler tarafından yönetiliyordu, tüm ordu Alevilerin kontrolünde olduğu dedikodusu dolaştırılıyordu (1997’de Milli Görüş çevresinde böyle dedikoduları kendim duydum). Alevilere de, devleti Sünnilerin yönettiği, Alevilere hep ayrımcılık yapıldığı hissettiriliyordu. Kürtlerle ve Gayr-i Müslim azınlıklarla ilgili durum ise zaten korkunçtu.

    Toplumu daha birçok birbirine düşman kompartımanlara bölüyor. Sonra suikastlar düzenletip suçu birbirinin üzerine atıyor. Uğur Mumcu gibi, yolsuzluklar, mafya konusunda çalışkan ve üretken bir gazeteciyi öldürtüp hem susturuyor, hem de cenazesinde daha kimin ne için öldürüldüğü ortaya çıkarılmadan “kahrolsun şeriat” sloganı attırıyor.

    Cemaatin sadece eğitim faaliyetlerine odaklanıp diğer konuları es geçme ihtimali yoktu bence. Bir süre sonra, okullara silahlar yerleştirip, cemaatten görünümlü kişilere cinayetler işlettirip bu hikayeyi daha başlar başlamaz bitirirlerdi. (Rus BE’nin öldürülmesini bile cemaate bağlamak için kaç takla attılar)

    Belki yine de bitirdiler. Ama ötelendikçe ötelendi ve toplumun bir seçme şansı oluştu en azından. Hala toplumun o yanlış iliklenen düğmeyi görme şansı var. İş işten geçtikten sonra bile olsa…

  2. Muslumanlık tamamen bu anlayısın dısındadır, Muslumanlar devleti degil kendilerini degistirmeye odaklanırlar, cunku kendilerini degistirince onları yonetecek rejim bosa cıkmıs olur, muslumanlar her turlu rejim etkisinden kurtulmus olurlar. devleti degistirmeye donusturmeye gerek kalmaz.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin