Devlet-i Ebed Müddet’ten Mondros Ateşkes Antlaşması’na

YORUM | Dr. SERDAR EFEOĞLU

Yüz yıl önce 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti’ni tarihten silen Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanmış, antlaşma sonrasında elde kalan Anadolu toprakları da işgale uğramıştı. Birinci Dünya Savaşına girerken Osmanlı toprakları yaklaşık 1.700.000 kilometre kare iken İstiklal Harbi sonrasında yarısından az bir kısmı Türk devletinin elinde kalmıştı.

Hâlbuki Osmanlı devlet telakkisine göre Devlet-i Aliyye, kıyamete kadar varlığını devam ettirecekti. Bu nedenle “devlet-i ebed müddet” anlayışı öne çıkmış ve “nizam-ı âlem” ifadesiyle birlikte devletin temel felsefelerinden birisi olmuştu.

DEVLET-İ EBED MÜDDET

Osmanlı klasik döneminden itibaren yazılan eserlerde devletin “ebed müddet” yaşayacağı düşüncesi vurgulanıyordu. Böylece devletin sürekliliğiyle beraber siyasi güç ve zaferler öne çıkarılıyordu. Bu anlayış, devlete “kutsallık” veriyor ve padişahların yanlış olsa bile bütün icraatlarına meşruiyet kazandırıyordu.

18.yüzyıldan itibaren devletin kötü gidişini durdurmak için yapılan girişimler sonuç vermedi ve 19. Yüzyılda daha radikal reformlara girişildi. Ancak ne Tanzimat’ın batıcı çözümleri, ne de Abdülhamit’in baskıyla ülkeyi bir arada tutma girişimleri çöküşü durduramadı.

Artık Osmanlı Devleti devletlerarası rekabet sayesinde ayakta kalabiliyordu. Abdülhamit’in ilk yıllarında Sırbistan, Karadağ, Romanya Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazanmış; Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya verilmiş ve Bosna-Hersek Avusturya idaresine bırakılmıştı.

Abdülhamit devrinde bundan sonra da kayıplar devam edecek; Kıbrıs ve Mısır İngilizlerin, Teselya Yunanistan’ın, Tunus Fransızların eline geçecek, özerk Bulgaristan da 1887’de Doğru Rumeli’yi ilhak edecekti.

İkinci Meşrutiyetin ilanı da bir şey değiştirmedi ve Abdülhamit’in padişah olduğu, İttihatçıların dışarıdan hükümeti yönlendirmeyi tercih ettiği bir ortamda, Bulgaristan tam bağımsızlığını ilan ederken Yunanistan Girit’i ilhak etti. Avusturya da Bosna-Hersek’i topraklarına kattı.

Bu kayıpları Trablusgarp Savaşı ve Balkan Harbi izledi. Bu savaşlarla Libya, Ege adaları ve Avrupa Türkiye’si elden çıktı.

ÇÖKÜŞE DOĞRU

İttihatçılar yaşanan felaketler sonrasında Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında girerek kaybedilen toprakları geri alabileceklerine inanıyorlardı. Ayrıca Almanlar ve İttihat ve Terakki yönetimi, savaşın başında Padişah Mehmet Reşad’ın cihat fetvası ile bütün Müslümanların İngiltere ve Fransa’ya karşı harekete geçeceği ve böylece zaferin kazanılacağı düşüncesindeydiler. Ancak “topyekûn bir Müslüman kitle isyanı” hiçbir zaman gerçekleşmedi.

İttihatçılara göre bu savaşla Mısır geri alınacak, Abdülhamit devrinde Ruslara bırakılan elviye-i selase kurtarılacak, Balkan topraklarının bir kısmı geri alınacak, hatta “Turan devleti” kurulabilecekti.

Osmanlı Devleti savaş esnasında Makedonya, Romanya, Galiçya’dan İran içleri ve Kafkasya’ya, Hicaz ve Yemen’den Filistin ve Kanal’a kadar çok farklı cephelerde savaştı. Balkan Harbinde bir ayda dağılan Osmanlı ordusu her türlü olumsuzluğa rağmen dört yıl boyunca mücadele etti.

Savaşta Çanakkale, Kut muharebeleri, 1918 yılında 3. Ordu’nun ileri harekâtı ve Azerbaycan harekâtı gibi başarılar da kazanıldı.

ALMANLAR YENİLDİĞİ İÇİN YENİK SAYILMADIK

Kazanılan başarılara karşılık Kafkas cephesinde Sarıkamış’la başlayan felaketler zinciri Rus ilerleyişinin Erzincan’a kadar sürmesiyle devam etti. Bu bölgede Osmanlı’nın imdadına 1917’de yaşanan Bolşevik İhtilali yetişti.

Kut zaferine rağmen İngilizler, Irak cephesinde Bağdat’ı ele geçirerek Musul önlerine kadar geldiler. Hicaz’da Şerif Hüseyin’le yapılan mücadele, sadece Medine ve Medine-Şam demiryolunu elde tutma stratejisine dönüştü.

Cemal Paşa’nın iki Kanal harekâtı da başarısızlıkla sonuçlandığı gibi İngilizler Filistin’de de büyük zaferler kazandılar. Kudüs kaybedildi ve bir süre sonra İngiliz kuvvetleri Şam’a girdiler.

Bölgedeki dört Osmanlı ordusundan geriye, perişan durumdaki Yıldırım Grubu kalmıştı ve M. Kemal Paşa bu kuvvetleri imha olmamak için Halep’in kuzeyine çekti.

Osmanlı ordusu 1917’den itibaren büyük bir hezimet yaşamış, özellikle Arapların yoğun olduğu yerler çok mücadele etme imkânı bulamadan kaybedilmişti. Artık gündem, savaştan çekilmek ve teslim olmaktı.

Görüldüğü gibi “Almanya yenildiği için biz de yenik sayıldık” sözü sadece bir efsaneden ibarettir ve Osmanlı orduları hemen her cephede büyük bozgunlar yaşamışlardır.

DAMAT’TAN MEDET UMMAK

İttihat ve Terakki hükümetinin 1917’den itibaren savaşın kaybedileceğini öngördüğü ve buna göre strateji geliştirerek elde kalan son vatan parçası olan Anadolu’yu korumaya yöneldiği anlaşılmaktadır.

1918 yılında yaşanan hezimetler, ateşkesin gerekli olduğu kanaatini güçlendirmiş ve Sadrazam Talat Paşa Almanya’ya giderek görüşmeler yapmıştı. Talat Paşa’nın geri dönüşünde Bulgaristan 29 Eylül 1918’de Selanik Mütarekesi ile savaştan çekildi. Bunun anlamı, İstanbul-Berlin bağlantısının kopması demekti ve artık ateşkes sırası Osmanlı Devleti’ne gelmişti.

Osmanlı Devleti ateşkes için ABD başta olmak üzere çeşitli devletlere başvurdu. Bu sırada Talat Paşa Hükümeti istifa etmiş ve yeni hükümet Mareşal A. İzzet Paşa tarafından kurulmuştu. İttihatçı liderler ülkeyi terk etmişler, yenilginin ağır faturasını yeni hükümete bırakmışlardı.

Bu sırada Kut zaferinde teslim alınan ve Büyükada’da yaşayan İngiliz General Townsend’ın aracılığıyla İngilizlerle bağlantı kuruldu ve Londra hükümeti görüşmeler için Amiral Calthorpe’u görevlendirildi.

İstanbul’da ise heyetin belirlenmesi konusu büyük tartışmalara yol açtı. Padişah Vahdettin, eniştesi Damat Ferit Paşa’yı heyet başkanı yapmak istiyor ve İngilizlerle iyi bir antlaşma yapılabileceğini düşünüyordu. Padişah ancak İzzet Paşa’nın “aman efendim, bu adam bir çılgındır” sözleriyle ısrarından vazgeçirilebildi ve Rauf Bey (Orbay) başkan olarak görevlendirildi.

Bu aşamada Osmanlı heyetinin görüşmelere iyi hazırlanamadığı kesindir. Bir taraftan tecrübesizlik, diğer taraftan çaresizlik heyetin görüşmelerde silik kalmasına yol açmıştır.

VAY MAĞLUPLERİN HALİNE!

Osmanlı Devleti’nin aksine İngilizler, görüşmelere çok iyi hazırlanmışlardı. Müttefiklerinin onayını almışlar ve Boğazlara yönelik olan dört maddenin kabulünü asıl hedef olarak belirlemişler, diğer maddelerde değişiklik yapılabileceğine karar vermişlerdi.

Amiral Calthorpe görüşmelerde başarılı bir strateji izlemiş ve maddeleri birer birer gündeme getirerek Osmanlı heyetinin itirazlarını azaltmaya çalışmıştı. Osmanlı heyetinin ise İstanbul’u ve padişaha korumayı asıl hedef olarak belirlemesi, diğer önemli maddelerin geri planda kalmasına yol açmıştır.

Bir taraftan Calthorpe’un tehditlerinin diğer taraftan kötü hava şartlarından dolayı İstanbul’la telgraf bağlantısında yaşanan sıkıntıların, Osmanlı heyetinin moralini iyice bozduğu anlaşılmaktadır.

Heyet, İngiliz tekliflerini çok az değişikliklerle kabul etmiş ve böylece Boğazlar ve Toros tünelleri işgale açık hale getirilmiş, Osmanlı ordusunun terhisi ve diğer cephelerdeki askerlerin teslim olması kararlaştırılmış, ulaşım ve haberleşme İtilaf devletlerinin kontrolüne bırakılmıştır.

Ateşkesin en önemli maddesi kuşkusuz 7. Maddedir ve “İtilaf devletleri güvenlikleri tehlikeye düştüğünde stratejik noktaları işgal edebileceklerdir“ gibi muğlak bir hükümle o zamana kadar işgale uğramayan yerler de işgale açık hale getirilmiştir.

Osmanlı heyetinin görüşmelerdeki kötü performansına en önemli örnek 24. Maddedir. Antlaşmada geçerli nüshanın İngilizce kopya olduğu belirtilmesine rağmen Türkçe nüshanın 24. Maddesinde “vilayat-ı sitte” ifadesi yer alırken İngilizce nüshada “Altı Ermeni Vilayeti” yazılmış ve Osmanlı heyeti bunu bile fark edememiştir.

DEVLET-İ EBED MÜDDETİN SONU

Mondros sonrasında hem Rauf Bey’in, hem de Vahdettin’in “iyimser” açıklamaları gerçeklerden ne kadar uzak olduklarını göstermektedir. Hâlbuki ateşkes sonucunda kısa zamanda işgaller başlayacak ve Osmanlı ülkesi “kontrol altında olan İstanbul” ve Orta Anadolu bozkırından ibaret kalacak, “Devlet-i Aliyye-i Ebed Müddet” tarihe karışacaktır.

Osmanlı Devleti’nin yüzyıllarca kullandığı bu kavram, Türkiye Cumhuriyeti’ne de intikal etmiştir. Bu durum Cumhuriyetin kurucularının da Osmanlı’nın “meşruiyet” aracını aynen miras aldıklarını ve “dünyadaki tek bağımsız Türk devleti” söylemiyle destekleyerek yeni kurulan devleti “kutsallaştırdıklarını” göstermektedir.

Bugün de AKP “kutsal devlet” söylemiyle hareket ederek “devletin bekası için” her türlü icraatını meşru hale getirmektedir.

Günümüzde ordunun tamamen siyasete bulaştırılması, yargının evrensel hukuk yerine tek parti emrine girmesi ve hatalar zincirinin bir sonucu olarak yaşanan ekonomik kriz, bu durumun en önemli göstergesidir. En son Tunceli’de iki askerin donarak şehit olması, devleti kutsallaştırıp insana değer vermeyen zihniyetin bir sonucu olarak görülmelidir.

Devletlerin üst üste hata yapma lüksü yoktur ve bu yönüyle Mondros Ateşkes Antlaşması, reel politiğe uygun davranmayan bir devletin “geçmişi ne kadar zaferlerle dolu olsa da“ yıkılmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin