Despot Erdoğan’a ‘eleştirel angajman’ söker mi?

Yorum | Bülent Keneş

Avrupa’nın büyük abisi Almanya, Erdoğan dikta rejimine karşı tavır geliştirme konusunda ekonomik çıkarları, hayati mülteci pazarlığı ile ahlaki hassasiyetleri arasında sıkışıp kaldı. Almanya, bir taraftan sadece kendisinin değil Avrupa siyasetinin de en önemli meselesi haline gelen mülteci krizine karşı İslamofaşist Erdoğan rejimini bir çözüm aracı olarak görürken, diğer taraftan bizzat kendisi başlı başına bir tehdit haline gelen bu rejime can simidi olmaktan kendisini kurtaramıyor.

Avrupalılara soracak olursanız bunda yadırganacak bir durum bulunmuyor. ABD’nin köşeli  ve heyecanlı stratejik tercihlerine nazaran Avrupa siyaseti zaten soğukkanlılığı ve en kritik durumlarda bile süreçleri telaşe etmeden yönetmesi ile biliniyor. Belki de “ölmedik candan ümit kesilmez” düsturuyla, ellerinde demokrasi, hak, hukuk ve özgürlüklerin can çekişirken gün be gün azmanlaşan diktatörlerle iş tutmanın o ülkenin mukadder akıbetine bir çare olabileceğini düşünüyorlar.

Bu naif tavrın demokrasi ve hukuk devletlerinin canına od tıkayan o mukadder akıbeti engellediğine dair, ne yazık ki, bugüne kadar herhangi bir örnek bulunmuyor. Tam tersine “eleştirel angajman” ya da “eleştirel diyalog” denen bu strateji, çoğunlukla, kendi ülkelerinde temellerini attıkları totaliter ya da otoriter dikta rejimlerini konsolide etme sürecindeki hukuk ve ahlak tanımaz despotların işine yarıyor. Bu despotlar, eleştirel ya da değil, demokratik hukuk devletlerinin liderlerinden şu ya da bu gerekçeyle azıcık yüz bulunca  abartıp astarını da istiyor. Tıpkı despot Erdoğan’ın Almanya ziyareti sırasında yaptığı gibi.

Halbuki Avrupa siyaseti ve diplomasisi totaliter ya da otoriter dikta rejimleriyle nasıl iş tutulacağına, onlara karşı nasıl tavır alınacağına dair köklü bir geçmişe ve derin bir tecrübeye sahip. Öyle ki, hangi tavrın ne sonuç vereceği konusundaki bilgi birikimleri dünya siyasetenin hala varoşlarında yer alan Türkiye’nin anlayabilme kapasitesinin bile çok fevkinde. Yaşanan onca acı tecrübelere rağmen, Avrupa’nın bu naif siyasette hala ısrarcı olmakla kalmayıp hala sonuç vereceğini düşünebilmesini anlamanın imkanı bulunmuyor.

ALMANYA VE AVRUPA ELEŞTİREL ANGAJMAN SİYASETİNE YABANCI DEĞİL

Mesela, 1979’dan beri keskin Amerikan siyasetinin hedefinde yer alan totaliter İran teokrasisi, en kritik zamanlarda, en sıkıştığı durumlarda hayati derecede ihtiyaç duyduğu zamanı her defasında kazandıran Avrupa’nın “eleştirel diyalog/eleştirel angajman” siyasetine çok şey borçlu. Aynı şekilde, Avrupa siyasetinin ve diplomasisinin, önce Gürcistan’a, sonra Ukrayna’ya fiilen girinceye kadar, Rusya’daki apaçık otoriterleşmeye yaklaşımı da farklı olmadı. Aldığı bazı tedbirlere ve yaptırım kararlarına rağmen, Avrupa bugün bile Putin despotizminin en büyük ekonomik payandası durumunda hala.

Bununla beraber, Fransa ile birlikte Avrupa Birliği’nin abiliği rolünü oynayan Almanya’nın İran dikta rejimine yönelik katı Amerikan siyasetinin karşısında izlediği “eleştirel diyalog/eleştirel angajman” siyasetinin, uzun yıllara dayalı bir stratejinin parçası olduğunu  yine de söyleyebiliriz. Peki aynı şeyi Merkel ve Steinmeier’in Erdoğan’la yürüttüğü eleştirel diyalog ve angajman siyaseti için de söyleyebilmemiz ne kadar mümkündür? Bu konuda çok büyük kuşkularım olduğunu peşinen ve açıkça ifade etmek isterim.

Merkel Yönetimi’nin İslamofaşist Erdoğan dikta rejimi ile olan gayr-i ahlaki ilişkilerinin önemlice bir kısmının, Erdoğan’ın mülteci sorununu Almanya ve Avrupa’ya karşı bir şantaj aracı olarak kullanma kapasitesi ile yakından ilişkili olduğu herkesin malumu. Bu tuhaf ilişkinin bir başka ve önemli boyutunu ise, Almanya’nın Erdoğan dikta rejimiyle olan ekonomik ve ticari angajmanları oluşturuyor. Bu angajmanları tanımlayanın da ahlakilikten ziyade pragmatizm olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mı?

Yine de Almanya’nın, Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier aracılığıyla, en çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde despot Erdoğan’a resmi ziyaret davetinde bulunduğu halde ziyaretin gerçekleşmesine ramak kala ya da ziyaret esnasında gözler görülür bir tavır ve üslup değişikliği olduğunu da rahatlıkla söyleyebilirim. Alman Yönetimi, gerek Türk hapishanelerinde rehin tutulan Alman vatandaşları, gerek mülteci sorunu ve gerekse ekonomik çıkarlarını korumanın bir gereği olarak, yani anlaşılabilir sebeplerle, Erdoğan rejimi ile iyi ilişkiler kurmanın arayışına girmişti. Bu arayışın zorladığı davet düşüncesi ile Erdoğan’ın ziyaretine saatler kala yapılan eleştirilerin dozu ve diplomatik gelenekte yeri olmayan kamuoyu önünde yüzüne söylenen eksiklikler arasında ciddi bir farklılık bulunuyor.

MERKEL’İN TAVRI STRATEJİK Mİ, YOKSA ZORUNLU BİR TEPKİSELLİK Mİ?

Alman liderlerin oyun planı baştan beri mi böyleydi, yoksa dünyadan ve kendi kamuoylarından gelen yoğun tepkiler üzerine mi bu hale geldi orasını bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da, şayet bunu en baştan böyle planlamış olsalardı resmen davet ettikleri Erdoğan’a yönelik bazı rezervlerini ve eleştirilerini çok daha önceden de dile getirmeye başlamaları gerekirdi.

Oysa Merkel ve Steinmeier’den Erdoğan’ın ziyaretinin gerçekleşeceği son ana kadar bu yönde kayda değer bir ifade göremedik.

Ne zaman ki Erdoğan Almanya’ya doğru yola çıkmak üzere uçağının basamaklarını tırmanmaya başladı, Steinmeier diplomatik ilişkilerde hiç de alışık olunmadık bir açıklama yapma ihtiyacı duydu. Merkel ise, Erdoğan’la birlikte yaptıkları tartışmalı ortak basın toplantısında konuk Erdoğan’ı kamuoyu önünde ciddi bir şekilde hırpalamaktan geri durmadı. Despotluğunu ve söyledikleri sözleri hiç inandırıcı bulmadığını kamuoyu önünde yüzüne aleni bir şekilde söylemekten çekinmedi.

Erdoğan’ın, nasıl bir kompleks ya da korkuysa artık, basın toplantısına akredite edilmesini çok büyük bir probleme dönüştürerek ciddi bir diplomatik krize çevirmeye kalktığı gazeteci Can Dündar, Hizmet Hareketi ve Türkiye’de yargının bağımsızlığı hakkında söylediklerine dair Merkel’in Erdoğan’ın kendisine söylediklerinin tam tersini düşündüğünü kamuoyu önünde paylaşması ilginçti doğrusu.

Dündar konusunda Erdoğan’dan farklı düşündüğünü kayıtlara geçiren Merkel, Erdoğan’ın bir “terör örgütü” olarak kabul edilmesini talep ettiği Hizmet Hareketi konusunda da kamuoyu önünde şunları söyleme ihtiyacı duydu: “PKK, Almanya’da yasaklıdır. Gülen Hareketi konusunda daha çok nesnel bulguya ihtiyacımız var. PKK ile aynı katagoride değerlendirmemiz için daha çok bilgiye ihtiyacımız var.”

Despot Erdoğan’ın Türkiye’de yargının bağımsızlığından bahsettikten hemen sonra “Can Dündar’ın bir ajan olduğunu, devletin sırlarını ifşa ettiğini ve 5 yıl 10 aya mahkum olduğunu biliyorsunuzdur. Bu kişi kaçıp Almanya’ya gelmiştir… Bizim böyle bir suçlunun iadesini istemek en doğal hakkımızdır. Bir Alman hakikaten burada yargılanmış mahkum olmuşsa, bizden Almanya isteyebilir. Biz de bunu vermek durumundayız. Böyle bir şey benim başıma gelse, ben veririm, hiç bakmam,” sözlerinin alay konusu olmak dışında bir değeri olup olmayacağını ise takdirlerinize havale ediyorum.

MERKEL YÖNETİMİ ERDOĞAN REJİMİYLE CİDDİ CİDDİ İŞ TUTMA ARAYIŞINDA

Mazisinde Hitler ve Nazizm gibi utanç verici bir tecrübe olan Almanya’nın “eleştirel diyalog / eleştirel angajman” siyaseti sadece Erdoğan düzeyiyle sınırlı kalsa belki bu ilişkiden bir hayır çıkmasını umabilirdik. Ama durum pek öyle gözükmüyor. Merkel Yönetimi, tek adam diktasının en doğal sonuçlarından sadece biri olan ekonomik kriz içerisinde debelenen Erdoğan dikta rejimi ile ciddi ciddi iş tutmanın sinyallerini veriyor.

Erdoğan’ın da Berlin’deki ortak basın toplantısında bahsettiği gibi, geçtiğimiz haftalarda Alman Dışişleri Bakanı, geçen hafta ise Alman Hazine ve Maliye Bakanı ile Ticaret ve Enerji Bakanları Ankara’ya ziyarette bulundu. Almanya Ekonomi ve Enerji Bakanı’nın ise Ekim ayında kalabalık bir iş heyetiyle Türkiye’yi ziyaret etmesi planlanıyor. Bu durum, Alman Yönetimi’nin yaptığı işin, medyadan ve kamuoyundan yükselen yoğun tepkiler karşısında son anda giriştikleri bazı alelacele eylemlerle eleştirel diyalog ya da angajman diye sunmaya çalıştıkları şeyden çok farklı olduğuna dair ciddi emareler taşıdığına işaret ediyor.

Bütün bu olup bitenler, Merkel’in demokrasi, hukuk ve insan hakları konusundaki duyarlılığına dair bazı şüphelerin oluşmasına yol açıyor. Bu şüpheleri gidermeye, Erdoğan’la görüşmesi öncesi yaptığı bir açıklamada, Türkiye’de insan haklarının görmek istediği gibi olmadığına dair sözleri ve cezaevlerinde bulunan Alman vatandaşlarının durumunu hatırlatması da yetmiyor. Çünkü, bu sözlerini iki ülkenin ekonomik olarak birlikte çalışmak zorunda olduğuna dair  çok daha kesin ifadeleri takip ediyor. Bu ikircikli durumu, Steinmeier’ın RND gazetesine yaptığı bir açıklamada, “Bu ziyaret, normalleşmenin gerçekleştiğinin işareti değil. Ama başlangıcı olabilir,” sözleri de kurtarmıyor.

Görünen fotoğraf Türkiye’deki ifade ve basın özgürlüğü, hukuk ihlalleri ve insan hakları ihlallerine yönelik Alman kamuoyu ve medyasındaki duyarlılığın Alman Yönetimi’ne tam anlamıyla yansımadığı şeklinde. Kamuoyu baskısı olmasa Merkel Yönetimi’nin yapmak zorunda kaldığı bazı eleştirileri bile yapmaktan imtina edebileceğine dair kuşkularda ise, ciddi bir haklılık payı var.  Maalesef, Alman Yönetimi’ni teslim alan ekonomik ve siyasi pragmatizm, somut bir dikta rejimine karşı bir ahlaki tavır almasının önünde engel oluyor. Bu yüzden, Erdoğan’ın zindanlarında aylarını geçiren Türk kökenli Alman gazeteci Meşale Tolu’nun gördüğünü Merkel Yönetimi göremiyor, görmüyor ya da bir türlü görmek istemiyor.

MERKEL’İN YERİNDE OLSA CHURCHILL ERDOĞAN’LA GÖRÜŞÜR MÜYDÜ?

Tolu, aynen şunları söylüyordu: “Adım adım tek adam rejimine dönen bir politikacı var karşımızda. Tek vatan, tek bayrak, tek millet sloganıyla yoluna devam etti ve bunu da Avrupa’nın gözleri önünde gerçekleştirdi. Ancak Türkiye’nin ekonomik durumu o kadar kötüye gitti ki başka bir çaresi kalmadı. Çünkü, kendi sistemini hala ancak başka ülkelere bağımlı bir halde devam ettirebiliyor. Kurduğu bu sistemin çöküşünü izlememek için Almanya’ya geliyor… Erdoğan, gelmeden önce ekonomik destek almak için bu ziyareti yapacağını beyan etmişti. Bu ekonomik destekle de kendi tek adam rejimini sağlamlaştıracak… (Alman) Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı, Türkiye’den demokratikleşme ve insan hakları hukukuna sadık kalmasını isteyeceklerini söylediler. Böyle bir ziyaret kapsamında bu ne kadar gerçekleşebilecek? Sadece eleştiri mi yapacaklar, yoksa sadece çıkar anlaşmaları mı gerçekleştirecekler bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz.”

Soğuk Savaş sonrası Alman ve Avrupa siyasetinin en önemli ismi olarak öne çıkan Şansölye Merkel’in, gün be gün kendisini daha da konsolide eden İslamofaşist Erdoğan despotizmine karşı vakti zamanında (her ne kadar oldukça geç kalmış olsa da) Winston Churchill’in Adolf Hitler karşısında oynadığı tarihi role benzer bir rol oynama yükümlülüğü bulunuyor. Sorun şu ki, Avrupa’nın istikrar ve güvenliği için de çok büyük bir risk ve tehdit oluşturan Erdoğan faşizmine karşı Merkel’in böyle bir insani, siyasi ve tarihi yükümlülüğünün bulunduğunun ne kadar farkında olduğu bilinmiyor.

Merkel, böylesine hayati bir sorumluluğun yeterince farkında olsaydı şayet, Erdoğan’la hangi gerekçeyle olursa olsun görüşmeyi, ona ekonomik ve siyasi destek vermeyi aklından bile geçirmez, onunla aynı kareye girmekten bile imtina ederdi. 1940’ların başında bazı eleştiriler getirmekle birlikte işbirliği yapmak üzere Churchill’in Hitler’le dostane bir görüşme yapma ihtimali nasıl ki düşünülemez idiyse, Merkel’in Erdoğan’la giriştiği angajman da o kadar tuhaf işte…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Alman halkı Erdoğan rejiminin ne yaptığını biliyor ve ondan nefret ediyor. O yüzden Merkel’in bu rejimi, demokrasi ve hukuk düzlemine çekmeden destek vermesi, o nefreti Merkel’in de üzerine çeker. Diğer yandan, hukuk ve demokrasi yokluğunun yanına çökmüş bir ekonomi de eklendiğinde Türkiye’den sadece Suriyeliler değil milyonlarca Türk de Almanya kapısına yüklenir. Ekonominin kurtulması için de Hukuk ve Demokrasi şart. Merkel’in bunu bildiğini ve rejimi buna zorlayacağını düşünüyorum.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin