Deliliğe övgü

SANAT | M. NEDİM HAZAR

Hakikat ile idrak arasındaki incelikli ilişkiyi anlatan Hz. Mevlânâ; “Ey gönül, aşkı (hakikat) arama! İnan ki ararken kaybolursun. Bulduğunda ise ya veli ya deli olursun.” buyuruyor. Şüphesiz bu konudaki en ilginç tespitlerden biri de Albert Einstein’ın: “Delilik, şüphesiz aptallıktan daha iyidir; delilik, var olmuş bir zekânın yok oluşudur. Aptallık ise var olmamış bir zekânın var olmamaya devam edişidir.”

Deli kimdir? Bir sıfat mıdır, bir tanım mı? Neye ve kime göre belirlenmiş bir konumlandırmanın karşısında kimlik kazanır? Mana itibariyle kastı tartışmalı bu kavram, Yaratıcı’nın yaratılanda bıraktığı bir eksik akıl olarak mı ele alınmalıdır yoksa bir aşkın akıl mı? Delilik doğuştan mı ‘kazanılır’? Ve daha nice soru sormak mümkün.

Kimilerine göre hastalıklı bir ruh halinin tezahürü, kimilerine göre bir dehanın aklının limitlerini zorlaması neticesi, kimilerine göre Yaratıcı’nın bahşettiği aklın son demine kadar sıra dışı bir sorgulamayla ‘çıkmaz’a girişi, kimilerine göre yaratıcılığın ve kalburüstü bir varoluşun temel dinamiği… Delilik üzerine yüzyıllardır süren mülahazalar mevcut. Bir hastalık olarak ele alınmasının ötesinde ontolojik boyutuyla ele alacağımız deliliğin sanat ve özelde edebiyat üzerine etkisi ve karşılıklı ilişkisi bizim konumuz ancak insan düşünmeden edemiyor; aklın sınırlarının ölçütünün neye göre belirlendiğini ya da ‘standardizasyon’ ve ‘normal’ skalasının alt -üst sınırlarının neye göre kabul gördüğünü. Ya da doğum, yaşam ve ölüm gibi belirgin sınırlar içerisinde aklın fonksiyonel sürecini tamamlarken tefekkür ve ifa boyutunda (insanın maddî ve manevî sınırlarında kendini gerçekleştirmesi manasında) çıtanın ne olduğu, normal olanın anormal karşısında kendini meşrulaştırma kriteri ve bunu yaparken hunharca, birçok hissiyat, zihin dünyası ve aşkın mefhumları yok sayarcasına normal sapkınlığı, üzerine düşünülmesi gereken konular. Belki de alışılanın aksine deliliğe övgü bizimkisi. Sanata, edebiyata, düşünce ve üretkenlik boyutuna olan etkisi…

BİRİCİK SANAT VE DELİLİK

Auguste Rodin, sanatı dünyayı anlamak ve anlatmak isteyen bir düşünce çabası olarak tanımlar. Diğer yandan Tolstoy’un sanat tanımı bizi bambaşka bir boyuta taşıyor: “Sanat, insanın bir zaman duymuş olduğu bir duyguyu kendinde canlandırdıktan sonra aynı duyguyu başkalarının da duyabilmesi için hareket, çizgi, renk, ses ya da sözcüklerde belirlenmiş biçimler aracılığı ile onlara aktarmasıdır.”

Ve bu aktarma biçimi bir yaratıcılık süreci gerektiriyor. Sanat, yaratmaktır. Ancak unutulmamalıdır ki buradaki ‘yaratmak’ fiili, yoktan var etmenin değil, özgün ve aşkın bir üretkenliği, ortaya koyuşun karşıladığı bir harekete tekabül etmekte. Sanatsal eylem, algılamayla başlamakta. Sanatın doğması için algılanan varlık, yani ‘ben/bende olmayan’a muhtaciyet söz konusu. Bununla birlikte sanat, salt nesnellikle de açıklanamıyor. Özneye ve onun öznel bakışına, algısına, estetik kaygı ve tarzına mahkûmiyet de söz konusu ki, sanatın, eserin ‘biricikliği’ bir mana ihtiva etsin. Öznellik ‘ben/bende olmayan’a etki yapmazsa ya da ondan kendinde bıraktığı etkiyi nesnel gerçeklikten bağımsız ve özgün bir şekilde sunamazsa; bu, sanat değil, günlük yaşam ya da gerçek varlığın kendisine tekabül ediyor.

Platon’un, sanatçıyı “Tanrılar tarafından kutsal bir çılgınlık verilen kişi.” olarak tanımladığı Eski Yunan’dan bu yana deha ile delilik arasındaki olası bağ en eski ve en süreğen kültürel tartışmalardan biri olma niteliğini hep korumuştur. Zira sanatçıya bu üretkenliği ve temel yaşamsal fonksiyonların, ihtiyaçların dışında dürtüleri veren bir duygu, his, teşvik edici bir motivasyonun varlığı açıktır ki, Platon bunu sanatçıya bahşedilen bir çılgınlık, delilik olarak nitelendirir. Susan Sontag’a göre ise sanatçı, örnek bir çilekeştir. Sanatçı, aynı zamanda acı çekmenin en derin katmanlarına inmiş ve bir insan olarak çektiği acıyı sanatta elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiştir.

Anthony Storr, kişiyi kreativiteye yönelten başlangıcın, yabancılaştığını hissettiği bir dünyayla yeniden birleşme ve böylelikle öznel ile nesnel arasında yaratıcı köprüler kurma gereği duymak olduğunu söylüyor. Andreasen, üretim sürecini ve sanatçı kişinin özelliklerini değerlendirirken, yazarlarla yaptığı görüşmelerdeki alıntılardan yararlanmıştır. Bu alıntılardan bazıları şunlardır: “Gerçeğin dışında bir duruma doğru kayıyorum.”, “Bilinçli yazmıyorum. Sanki bir ilham perisi omuzlarımda oturuyor.”, “Aklım gezintiye çıkmış gibi. Konuşurken bile!”, “Her zaman kendimi görünmez biriymişim gibi hissettim.”, “Gerçeğin dışında bir duruma doğru kayıyorum.”…

Flaubert, şöyle demiştir: “Michelangelo, ‘Ben yaklaştığımda mermer titriyor.’ derdi. Gerçek olan Michelangelo’nun mermere yaklaşırken titrediğiydi.. Yaratıcılık sürecinin bu farklı yönleri, yaratıcı insanların mizaç ve bilişsel yapılarını çok genel olarak tanımlayan bir grup nitelemeyle açıklanabilir. Yani bu özellikler matematik, fizik ya da şiir, görsel sanatlar gibi farklı alanlarda uğraş veren insanlar için ortak özelliklerdir. Bu özellikler, yaratıcılık sürecinin temelini oluşturur ve yukarıda açıklanan öznel deneyimlerle bağlantılıdır.

Genç şairler, oyun yazarları ve ressamlar, toplumca reddedilme tecrübesini yaşamalı ve değerlerini onaylayacaklar az olsa da, sahip oldukları yeteneğin varlığını sürdürmelidir. Bu kişilik özellikleri, bilişsel özelliklerin birtakım nitelikleriyle bir araya getirilir. Daha az yaratıcı insanlarca varlığı açıkça kabul edilen ve hayatı rahat bir yapı kılan belli düzen ve kurallar, her şeyi özgün ve farklı açıdan gören yaratıcı insanlar için yoktur. Dış dünya ile birliktelikten yoksunluk, yalnızlık ve kendini yabancı hissetme duygularını doğurabilir. Ve tüm bunlar sanatçı üzerinde soyutlanma ve ‘anormalleşme’ hallerinde tezahür edebilmekte.

Delilik üzerine birçok eser verilmiştir ancak Erasmus’un kült eseri olan ‘Deliliğe Övgü’ üzerine eser tanımak hadsizlik olacaktır. Deliliği öyle tanımlar, öyle kullanır ve öyle övgülerle akıllılarda bir kırbaç etkisi yaratır ki ister sanatta, ister gündelik hayatta olsun kendini delilik makamı karşısında meşrulaştıranları tahtlarından alaşağı etmektedir. Erasmus, bu eserinde ‘deliliği (stultitia)’ konuşturur. Amaç, delilik kisvesine bürünmüş nutuk atmaktır. Bir ‘delilik mefhumu’ yaratır kişinin zihninde. Bu, öyle bir hâl alır ki, satırlar arasında gezinen okur, bildiği yolda bile şaşırabilen biri hâline gelir. Zihnin alışılmış konforuna müdahale eder Erasmus. Bu müdahale bir vakit sonra öyle bir hâl alır ki, zihnin alışılmış konforu bozuldukça okur sorgulamaya başlar. Bildiği doğruları bile sorgular hale gelir.

Normal nedir? Anormal nedir? Biz bunları kendimize sorarken anlarız ki; “bizden olmayan, olağandışı; olağandışı olan, bizden olmayandır” kisvesini almaya mahkûm. Hele bir de bunu yaratıcılık ve biricikliğin esas unsur teşkil ettiği sanat ve edebiyatta düşününce ‘bir gereksinim olarak delilik’ konumuna geliriz.

Sonuç olarak ‘an’sal, kabul görmüş kavramsal bir çerçeveye oturtulmuş bir akıl yerine, ötelere meftun ve aidiyetsizliğini kendi iç dünyasında anormal olma pahasına standartlardan ve senaryosu üç aşağı beş yukarı yazılmış tornadan çıkmış hayat, fikir ve yaşam tarzından uzaklaşır.

EDEBİYAT VE DELİLİK

Deli!.. Kimi zaman masumane bir terim, kimi zaman bir tepki aracı, kimi zaman bilimsel yönlü aklî dengesinden yoksun kişi tanımlaması… Peki edebiyatta delilik ne anlama geliyor? Şimdiye kadarki edebî ürünlerde delilik kavramının yeri neresidir? Edebî bir terim olarak deli ve delilik; çoğu zaman masumane ve lirik bir özellik taşımaktadır. ‘Deli divane’, ‘deliler gibi sevmek’, ‘deli ile dahi’ gibi tanımlamalar bu hususa örnek teşkil etmektedir.

Aslında edebiyatın ilgilendiği ve irdelediği deli kavramı ile ‘sıra dışı’, ‘ilginç’, ‘aykırı’ gibi kelimeler arasında çok sıkı ilinti mevcuttur. Burada girift ve birbirine iltica eden durumlar vardır. Deli ve delilik mefhumu edebiyat minvalinde çok geniş bir hal arz etmektedir. Edebiyatta deliliğin; sosyal hayattaki halkın bildiği deliliğe faik bir durumu vardır. Olumlu manada ötekileştirilmiş tanımlamaları ihtiva eden delilik, ilginç ve aykırı olanı karşılar. Cesaret, yiğitlik, aykırılık, masumluk tanımlamalarına tekabül eden delilikle ilgili onlarca deyim, atasözü ve söz kalıpları mevcuttur.

Edebiyatta delilik her şeyden önce psikiyatrik bir tanımlama değil. Psikiyatride aklî dengeden yoksun olan deli ve delilik; edebiyatta sadece bazı romanlardaki önemsiz karakterleri karşılar ve nesne hüviyetinden öteye gidemiyor. Şimdiye kadar tanımlarını yaptığımız ama özellikle de edebiyat penceresinden derlediğimiz deli tiplemelerinin misalleri, öykü, roman ve masallarda çok geçmektedir. Kimi zaman özgün, kimi zaman aykırı, kimi zamansa değişkenliği ihtiva eden tanımlamaların gölgesindeki edebî kahramanlar için, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Hayri İrdal’ını, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şadan’ını, Ahmet Mithat’ın Daniş Bey’ini, Yusuf Atılgan’ın Zebercet’ini, Dede Korkut’un Deli Dumrul’unu, Oğuz Atay’ın Beyaz Mantolu Adam’ını örnekleyebiliriz.

Toplumdan topluma, kültürden kültüre çok farklı panorama sunan deli ve delilik; Doğu ve Batı’da çoğu zaman çok farklı kimlikleri çağrıştırır. Deliliğe olumlu manada farklılık, ayrıcalık ve ulvî bir kimlik yüklenmesi sonucunda, Batı’da dâhilik, Doğu’da velilik kimlikleri kendi iklimlerinde inşa olmuşlardır. Dolayısıyla Doğu toplumu ve edebiyatlarında delilik ile velilik arasında bir bağ vardır.

Edebiyatımızdaki delileri ve delilik dilini işleyen bir ‘ilk’ kitaba imza atan Mehmet Narlı, Tanzimat’tan günümüze metinleri incelemiş ve kıstas olarak da deli tipine yer veren tüm metinleri değil, kurgusal ve dilsel açıdan delilik vurgusu yoğun olan yaklaşık yetmiş metin seçmiş.

Avrupa’da delilik bağlamında iki edebî eserin; Don Kişot ve Hamlet’in yoğun ilgi gördüğünü belirten Narlı, ilginç bir tespitte bulunuyor: “Edebiyat delilerinin en ünlüleri İslam kültüründe Mecnun ise, Avrupa kültüründe de herhalde Hamlet’tir.”

Batı’da delilik ile dâhilik arasında, İslam toplumlarında ise delilik ile velilik arasında bir bağ kurulduğunu söyleyen yazar, buna karşın Batı’dan gelen ve modern edebî türleri olan roman ve öyküdeki deli karakteriyle İslam’daki deli algısının doğrudan bir bağı olmadığı tespitinde bulunuyor: “Açıkça ortadadır ki roman ve öykümüz, deliliği neredeyse bütünüyle modern psikiyatrik düzlemde algılamış ve işlemiştir.” Narlı’ya göre edebiyatımızda delilik, ağırlıklı olarak entelektüel düzlemde ele alınmakta.

DELİ İLE VELİ!

Hem İslam, hem de Batı edebiyatındaki delilik algısı ve esere yansımaları konusunda geniş ve doyurucu bir girişle başlayan kitabın ilerleyen bölümlerinde ise eserler ve eserlerdeki karakterlerin konu bağlamında incelendiğini görüyoruz. Kitabın alt başlığındaki ‘Türk Roman ve Öyküsünde Deliler ve Delilik’in incelendiği bu bölümde yazar ‘entelektüel düzlemde delilik’, ‘felsefî düzlemde delilik’, ‘velîlik bağlamında delilik’ gibi başlıklar altında inceliyor eserleri. Örneğin Tanpınar’ın ‘Huzur’undaki Mümtaz karakteri ‘entelektüel düzlemde delilik’ çerçevesindeyken, yine Tanpınar’ın Erzurumlu Tahsin öyküsünde bir anlatıcıdan dinlediğimiz Deli Tahsin ‘velilik bağlamında’ bir delidir.

Meseleyi iki farklı açıdan ele almak daha doğru olacaktır: Edebî kişiliklerin delilik boyutunda tezahür eden halleri ve delilerin edebi boyutta tezahür eden halleri. Yukarıda bahsini ettiğimiz ayrıntı, bizi iki farklı bakış açısına götürüyor; deliliğin sanata ve edebî üretkenliğe etkisi, bir diğeri ise bir delinin edebî halleri. Nitekim bu iki kavramı bir kılmak yerine ortak belli başlı paydalarda birleştiren özellikler mevcut. Bir sanatçı veya edebiyatçının yoğun düşsel ve fikrî dünyasından çıkan şiir, resim, roman, müzik nasıl ki bizim ‘normal’ skalamızı baltalarcasına yeniden düşünmeye sevk edici, bir özellik taşıyorsa, ‘bir delinin şiir defteri’ de bir o kadar anormalden normale geçişi kolaylaştırıcı ve şaşırtıcı derecede önem taşıyor. 1964 yılında, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde bir dönem personele okuma-yazma eğitimi vermiş olan Bedia Tuncer’in, akıl hastalarının yazdıkları şiirleri derlediği ‘İnilti’ isimli kitap, bu açıdan hem muazzam hem de türünün belki de tek örneği:

Necip Fazıl Kısakürek ‘Bir Adam Yaratmak’ adlı eserinde bir sanatçının bilinen akıl yolundan çıkışını öyle güzel anlatıyor ki… Standart olandan daha derin ve sorgulayıcı tefekkür boyutunun nasıl da normal dışında algılanışını ve bir ferdin ‘sağlıklı düşünebilen’  bir fert olabilmesinin toplum ve kültürel normlar tarafından nasıl dikte edildiğini ilmek ilmek işliyor adeta. Ancak artık sanatı ve eserleri sorgulansa da o, üretmekten vazgeçmiyor. Sadece üretme tarzı değişiyor, farklı bir boyuta ulaşıyor. Ya V. Van Gogh’un Theo’ya mektuplarındaki şu bölüme ne demeli: “…Çalışmalarım iyi gidiyor… Başımda bu ruh hastalığı var, tamam. Ruhsal bunalımlar geçiren birçok sanatçıyı düşünüyorum ve hiçbir şey yokmuş gibi, hastalığın resim yapmayı sürdürmeme engel olmadığını yineliyorum kendime.”

Oysa fıtrat öyle mühim bir mesele ki, o, ne normal tanıyor ne sınır. Cevherimizde olan, payımıza düşendir. Ve yaratılışın özünde delilik mevcut. Bacon, bunu şu sözleriyle ifade ediyor: “İnsan fıtratında, akıllılıktan çok delilik vardır.” Bu ise bizi sanat ve edebiyata taşıyan ‘fazlasını duyma/duyumsama’ istekliliğinin götürdüğü üretkenlik noktası. Ve elbette son kertede sanatın ve sanatçının normal olmayanı makbul.

Sadece küçük farklarla akıllıyı oynuyoruz belki de. Gerçeküstü resmin ünlü ismi Salvador Dali ne hoş özetliyor bunu: “Bir deliyle aramda tek bir fark var; ben deli değilim!”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Çok güzel bir Yazı!

    Auguste Rodin, sanatı dünyayı anlamak ve anlatmak isteyen bir düşünce çabası olarak tanımlar. Diğer yandan Tolstoy’un sanat tanımı bizi bambaşka bir boyuta taşıyor: “Sanat, insanın bir zaman duymuş olduğu bir duyguyu kendinde canlandırdıktan sonra aynı duyguyu başkalarının da duyabilmesi için hareket, çizgi, renk, ses ya da sözcüklerde belirlenmiş biçimler aracılığı ile onlara aktarmasıdır.”

    Burada üstad N. Fazılın sanata ve sanatkâra bakışa koyduğu ölçüyüde hatırlatmada fayda var, “Dindar olmayana, Allah’ı her yerde hissetmeyene sanatkâr gözüyle bakmam.” Bu ölçü tabiri caizse kitabın ortasından, zira maddenin üç boyutundan kurtulduktan sonra sanat başlar; dolayısıyla gerçek sanat ruhi bir hadisedir. Sanatla ruhu alevlenen insan, cemiyetin neye ihtiyacı varsa onu yapar; böylece de cemiyet için sanat kendini gösterir. Ziya Osman Saba; “N. Fazıl ferdiyeti içine ne kadar geniş bir cemiyeti sığdirabilmişti” derken bu gerçeği dile getirir ve şiirine (sanatına) dair şu hükmü verir; ” İçinde Türk şiirinin en büyük derinlikleri bulunan bu deniz, dibinin yeşil uçurumlarını gösterecek kadar berraktır.” Şurası gerçektirki anlamı kuvvetlendirmek için sutları kullanması, hafakanları dile getirmesi, metafizik sırları kurcalamadı şiirini farklılaştirmaktadır.
    Biz düz insanlar ise bu dahileri ya deli veya veli olarak değerlendiriyoruz!..
    Saygılar.

  2. Sayın N. Hazar,

    Bu ve önceki yazılarınızda olduğu gibi; güzel ve emek sarfettiğiniz yazılar için çok teşekkürlerimi iletiyorum. Siz ve bir kaç yazar ile daha önce gitme imkanı bulamadığız limanlara demir atıyor, istifade ediyoruz.

    Yazılarınızın devamı dileğiyle.
    Bir rica: Çok eski yıllarda (tahminim 1998-1999) Aksiyon’da Batı-Doğu sanat kıyasınız vardı: Heybet-Haşmet gibi terimleri tespit ve izah etmekte idiniz. Bu yazıyı ya da daha geniş haliyle olanı yeniden yayınlamanız mümkün mü?
    Selam ve hürmetlerimle..

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin