AHMET KURUCAN | YORUM
Geçenlerde bir filmde denk geldim. Küçük bir kasabanın papazı intihar ediyor. 20’li yaşlarında oğlu şaşkın. Babasının intiharına hiçbir anlam veremiyor. Çünkü o küçük kasabada çok sevilen, herkesle dost bir din adamı ve yenice terfi almış. Kilisenin hiyerarşik sistemi içinde bu başarılarından dolayı ödüllendiriliyor ve büyük bir vilayette büyük bir kiliseye atanıyor. Dolayısıyla oğlunun tam da bu aşamada babasının intiharına anlam verememesi normal…
Şaşırtıcı olan annesinin tutumu. O hiç şaşırmıyor. Neden mi? Kocası Hıristiyanlığa ve kilise öğretilerine inancını kaybedeli yıllar olmuş ve bunu kendisinden başka kimse bilmiyor. Kocasının tayin edildiği yere gitmek istememe sebebi bu. Karısı çok ısrar ediyor görevi kabul etmesi için. Çünkü küçük kasabadan taşınmak istiyor.
Ve koca intihar ediyor. O ikilemi daha fazla yaşamak istemiyor. Vicdanı artık kaldıramıyor.
Film deyip geçmeyin. Masa başında üretilmiş bir senaryo diye olaya bakmayın.
Neden mi?
Gerçek hayatta karşılığı var da onun için. Papazların inançlarını kaybetmesi ama buna rağmen görevlerine devam etmesi bağlamında nice itiraflar ve nice şahitlikler var.
Namaz kıldırmayı ‘profesyonel iş’ olarak görüyorlar
Pekala bu durum Türkiye’de din görevlileri için de geçerli mi?
Şöyle düşünün; bir imam. Her gün sabahın erken saatlerinde kalkıyor, ezan okuyor, beş vakit cemaate namaz kıldırıyor, sırtında peygamber cübbesi ile halka vaazlar veriyor, nikah kıyıyor, ölüleri dini ritüellere uygun bir şekilde yıkıyor, gömülmelerine nezaret ediyor ama imanı yok! Allah’a ve O’nun peygamberlerine inanmıyor…
İnancı ile yapmış olduğu işin gereği olan ameller arasında kocaman uçurumlar var. Çünkü o ameller velev ki meslek gereği bile olsa inanç olmadan yapılmaz, yapılamaz. Ve o imam söz konusu boşluğu, o içsel kopuşu sadece camide namaz kıldırırken vs değil 24 saatlik hayatının her bir saniyesinde derinden derine vicdanında hisseder.
Size garip gelebilir ya da gelmez bilemiyorum ama takip ettiğim bazı sosyal medya platformalarında böylesi imamların var olduğunu görüyoruz. Kendileri itiraf ediyorlar. Bazıları inancını kaybetmiş olmasına rağmen hala görevde. Bazıları ben bu sorumluluğu alamam deyip istifa etmiş. Göreve devam edenler profesyonel bir iş olarak görüyor namaz kıldırmayı, vaaz kürsüsünde çıkıp Kur’an’dan bahsetmeyi, Hz. Peygamber’in hayatını anlatmayı. Belki abdest bile almıyorlar namaz öncesi. Eğitimimin, harcadığım zamanın karşılığı bu maaş diye bakıyorlar.
Adaletsizlikler ve çelişkiler!
Şunu bilelim; iman, iman edilecek unsurları itibariyle artmaz ve eksilmez ama inanılacak o değerlere bağlılık bakımından artar ve eksilir. Gündelik hayatın tabii akışı içinde de insanlar bilgi birikimlerine, yaşadıkları hadiselere, yaptığı çaprazlama okuma ve sorgulamalara, kulak verdiği başkalarının düşünce ve tecrübelerine göre imanında kırılmalar yaşayabilir. Bazen bu kırılmalar zayıflama şeklinde kendini gösterir bazen de kopma. Yapmış olduğu rehbersiz ve yetersiz sorgulamalar da onları başka vadilere sürükleyebilir. Bu bir…
İkincisi çalışmış olduğu Diyanet İşleri Başkanlığı ya da tarikat ve cemaat yapısı içinde ise o yapıda, karşılaşmış olduğu kurumsal çelişkiler onun vicdanına ayrı bir gedik açmış olabilir. Mesela o kurumda dönen yolsuzluklar, liyakatı önemsemeyen adaletsiz adam kayırmacılıklar, toplumsal hadiseler karşısında ait olduğu kurumunun İslami değerlerle örtüşmeyen siyasi tavır alışları o imamın içinde, “Ben bu yapının parçası olarak hâlâ Allah için mi hizmet ediyorum?” sorusunu tetikleyebilir.
Üçüncüsü sosyal baskı ve beklentiler.
Kendim de yıllarca yaşadığım için biliyorum. Manisa Ahmetli ilçesinde vaizlik yaparken bir motosiklet almıştım. “Din adamı motosiklete mi biner?” diyenler vardı. Lisenin bahçesinde bazen öğretmenlerle kale arkası futbol maçları yapardık. “Hoca top mu oynar?” diyeni duymadım ama böyle diyen olabilir diye endişe yaşadığımı bugün bile hatırlıyorum.
Bu açıdan toplumun zihninde konumlandırdığı şekliyle: “İmam şöyle olmalı, müftü böyle konuşmalı!” düşünceleri bir baskı unsuru olabiliyor ve bu durum kişiyi içten içe çürütüyor.
Gerçek düşüncelerini, herkes gibi yapmak istediği çok basit şeyleri yapamaz hale geliyor ve zamanla kendine yabancılaşıyor. Burada o görevlinin çoluk çocuğunu da nazara almak lazım. “Hoca’nın oğlu, kızı, karısı” olmaları aynı türden beklentileri onlara da yansıtıyor ve onlarda bunun yansımaları bazen müspet bazen de çok daha kötü sonuçlara sebebiyet verebiliyor.
Diyanet ne yapıyor?
Tam da burada, “O halde neden görevde kalıyorlar?” diyebilirsiniz. Ekmek kapısı!
Yapacak başka bir işi yok. Başka bir mesleği yok. Aile ve çevre baskısı var. “Ben artık inanmıyorum!” sözünü bu durumda olan bir kişi nasıl söyleyecek eşine, çocuklarına ve
çevresine? Toplumdan dışlanma korku ve endişesi ki bu o kişi için bir sosyal intihar anlamını taşır.
Pekala bu durum sadece imamların ve din adamlarının sorunu mu? Açık konuşalım eğer bir toplumda din adamları inançlarını yitirmeye başlamışsa orada toplumsal büyük bir sorun var demektir. Samimiyet, içtenlik, ihlas gerektiren dindarlık olgusu şekli ve yüzeysel bir hale bürünmüştür. İmam o toplumun bir aynası olarak karşımızda durmaktadır.
Sessiz bir çığlıktır. Kim bilir? Nitekim bu eksende yapılan istitistiki çalışmalar, saha araştırmaları, kamuoyu yoklamaları, sokak röportajları, sosyal medya paylaşımları bunu göstermiyor mu?
Ümidim ve temennim o ki inşallah bu durum bizim dinden kaçımızı değil dine sahici bir şekilde dönüşümüzü mümkün kılsın. Gerçekçi sorgulamalara vesile olsun. O sorgulamalar bizi taklitten tahkike taşısın. Zira iman sorgulanmaktan korkmaz. Sormadan, sorgulamadan, düşünmeden, anlamadan inanmaktır bizi durumlara düşüren.
Bir soru; Diyanet’in ya da cemaat ve tarikatların böyle bir gündemi var mı acaba? Benim takip ettiğim kadarıyla sosyal medya platformalarında imanını kaybeden ama hala cemaatin önüne geçip namaz kıldıran ve bunu da itiraf eden imamlarını takip ediyor mu?
Ne dersiniz?

İçinde bulunduğum çevrede, “Ateizm, agnostisizm, deizm vb. almış başını gidiyor. Zaten zalim iktidarın payandası haline gelen Camilere ve imamlarına güvenmiyor, Cuma namazı haricinde cemaate katılmıyorum. Ahmet Abi de böyle yazdığına göre ona da mı gitmesem” diye düşünebilecek arkadaşlarım var.
“Çarşı” farklı ama “karşı” çevrede “Reis’i (!) Cuma kıldırmasa da halife ilan eden milyonlar var”.
1980 Erzurum İslami İlimler’den ve iki yıl sonra 1982’de İstanbul Hukuk’ta lisans bitiren, 1983’de de Dicle’den Hukuk yüksek lisans diploması alan bir “prof’a”, youtube üzerinden yapılan isnada göre “Avrupa’daki papazların 1/3’ü dinsiz, 1/3’ü gizli Müslüman…”
Rabbe iman, kişinin Rabbi kalbi arasındaki bir münasebet ise bunun sosyal medya üzerinden ölçülmesi kolay değil. “Hüküm zahire göredir”, “Büyük günah işleyenlerin arkasında da namaz kılmak caizdir” ilkeleri uyarınca, cami imamlarının imanlı olduğunu düşünür ve namazlarımıza devam ederiz.
Öneri: İmanını kaybetmiş imam kardeşlerimizin maaşlarını laik devlet karşılasın. Müslümanların -bin şükür- binlerce vakıfları olduğu gibi, ateistlerin de vakıfları olsun; onlar da mürted imamların maddi ihtiyaçlarını tekeffül etsinler…
Ali Erbaş kendi mü’min mi ki, imansız imamı merak etsin? Vallahi ben ona mü’min diyemiyorum.
Bu yüzden camiiye gidip namaz kılmıyorum. Adamın içini dışını bilmiyorumki. Kıldığım namaz geçerlimi değilmi belli değil. En son gittiğimde Cumaya siyasete bulaşmış propoganda metinlerini tüküre tüküre hutbe diye okuyorlardı bir daha gitmedim. Eski hoparlörlerden ezan okuyorlar bir ses çıkıyorki kulaklarınız çınlıyor. Ezan değil uğuldama. Ezanın okunduğu falan yok. Solcuların ezan sesini eleştirdiklerini şimdi daha iyi anlıyorum. Geçen cenazeye gittim. Cenaze defnedilirken imam hem kuran okuyor bir taraftanda gülüyor. Sonra taziye çadırına geliyorlar Kuran okuyor sonra para alıp gidiyorlar. Daha neler neler.