Cumhuriyetin Kızılelması: Misak-ı Millî

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

Osmanlı Devleti üç yüz yıl boyunca genişleme politikası izlemiş, siyasi, coğrafi, ekonomik, dini nedenler bu siyasetin temelini oluşturmuştu. Buna paralel bir şekilde de hedefler sürekli değişmiş, İstanbul’dan sonra Roma sonra da Viyana “Kızılelma” olmuştu.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan işgaller sonrasında 1920 yılı başında toplanan son Osmanlı Mebuslar Meclisi ise bundan sonraki dönemin “Kızılelması” denebilecek Misak-ı Milli belgesini kabul etmişti. Ancak “Kızılelma” artık parlak dönemlerdeki fetih amacı yerine “kaybedilen yerleri geri almak” idealine dönüşmüştü.

KIZILELMA NERESİ?

Ömer Seyfettin, yazdığı hikayelerle Türkçülük fikrinin güçlenmesine büyük katkılarda bulunmuş bir yazardır. O, bazı hikâyelerinde okuyucuyu Türk tarihinin “şanlı asırlarına götürür” ve okuyucu, yüzlerce yıl öncesinin görkemli günlerinin bir kez daha yaşandığını hayal eder.

Ömer Seyfettin - Wikipedia
Ömer Seyfettin

Yazarın bu tür hikâyelerinden birisi de “Kızılelma Neresidir?” adını taşır. Hikâyede, muhteşem yüzyılın en büyük hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman, şehzadeliğinden beri duyduğu Kızılelma’nın neresi olduğunu merak eder ve vezirlerine sorduğunda “Çin, Maçin, Roma, Viyana, Kafdağı” gibi cevaplar alır.

Vezirlerden birisi, bunun halk tarafından uydurulduğunu ve bir karşılığı olmadığını söyleyince huzurda bulunanlardan İskender Paşa; bir garip, bir asker ve bir de bostancı getirir. Padişah aynı soruyu bu kişilere sorduğunda “Kızılelma padişahımızın bizi götüreceği yerdir” cevabını alır.

Kendisi de subay olan Ömer Seyfettin, Balkan Harbi’nde Yanya Muharebelerinde savaşmış, Yunanlılara esir düşmüş, savaşın bütün acılarına, yüzlerce yıl Osmanlı hakimiyetinde olan Rumeli topraklarının birkaç ayda elden çıkmasına şahit olmuştur.

Yazarın “Turan ülküsü” doğrultusunda kaleme aldığı bu hikâye, Yeni Mecmua’da 29 Kasım 1917’de yayınlanmıştır. Bu sırada Osmanlı orduları cephelerde büyük mağlubiyetler yaşamaktadır.

NEDEN MİSAK-I MİLLİ?

Osmanlı orduları, Ömer Seyfettin’in bu hikayesinin yayınlanmasının üzerinden bir yıl bile geçmeden Suriye’nin kuzeyine kadar çekilmek zorunda kaldı. 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkesi ile de bu sınırın güneyindeki bütün Osmanlı askerleri, İtilaf kuvvetlerine teslim oldular.

Geri çekilme sonrasında elde sadece Anadolu ile Balkan Savaşları sonunda sınırın belirlendiği Doğu Trakya kalmıştı. Bu toprakların bir kısmı da ateşkes sonrasında İtilaf devletleri tarafından işgal edildi.

Bu sırada gelişen Millî Mücadele hareketi, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde temel hedeflerini belirledi. 12 Ocak 1920’de toplanan son Osmanlı Mebuslar Meclisi de kongrelerde şekillenen ilkeler çerçevesinde, M. Kemal Paşa’nın Nutuk’ta kendisinin kaleme aldığını söylediği metni, bazı değişikliklerle kabul etti.

“Misak-ı Millî” adını alan bu belge, İstiklal mücadelesinin ideallerini belirliyor ve Kurtuluş Savaşı ile bu hedeflerin gerçekleşmesi amaçlanıyordu.

Misak-ı Milli’nin temel felsefesi, Başkan Wilson’un ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na girerken açıkladığı ilkelerden “her milletin kendi kaderini tayin hakkı” maddesiydi. Bu çerçevede kongreler döneminde belirlenen “milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz” prensibi bu metinde de temel olarak yer almış, sınırların tayininde de 30 Ekim 1918 tarihi esas alınmıştı.

Misak-ı Milli’de ateşkes tarihi itibarıyla işgale uğrayan Irak, Suriye, Filistin gibi Arap çoğunluğun yaşadığı bölgelerin kendi geleceğine kendilerinin karar vereceği belirtilmiş, yine halkoylaması istenen yerler arasında Elviye-i Selase’yi oluşturan Kars, Ardahan ve Batum da yer almıştı. Balkan Harbi ile kaybedilmesine rağmen halkoylaması istenen yerlerden birisi de Batı Trakya idi.

Misak-ı Milli ayrıca azınlık hakları, İstanbul ve Boğazlar, kapitülasyonlar ve dış borçlarla ilgili hükümlerin yer aldığı bir belgeydi. Bu yönüyle gerek Kurtuluş Savaşı sırasında gerekse Lozan’da yeni Türk devletinin temel belgesi olarak sunuldu ve Lozan Antlaşması’nın esaslarını oluşturdu.

HAYALDEN GERÇEĞE

Misak-ı Milli belgesi üzerinde yapılan tartışmalara göre, bu belgenin çizdiği sınırlar muğlaktır. Zaten ateşkesin uygulanması sırasında da sınır için tartışmalar yapılmış; Suriye sınırı bir taraftan vilayetin “şimal hududu” olarak tanımlanırken diğer taraftan da Halep vilayeti dışta tutularak sadece Şam vilayetinin kastedildiği, zaten İskenderun-Antakya-Katma-Kilis havalisinde Türklerin meskûn olduğu, Halep ahalisinin ¾’ünün de Arapça konuşan Türklerden oluştuğu belirtilmişti.

Bir görüşe göre de “milli sınırlar” ifadesiyle 30 Ekim 1918 tarihinde işgale uğramamış yerler kastedilirken bir başka yoruma göre de “içte ve dışta” denilerek işgale uğrayan bölgeler de hedefler içerinde yer almıştı.

İkinci yorumu savunanlar, bu dönemde hazırlanan Misak-ı Milli haritasına göre İskenderun’dan Port-Said’e kadar uzanan bölgede yani Suriye, Filistin, Lübnan ve Irak’ta da hak iddia edildiğini belirtmektedirler.

Buna göre Balkan Harbi’nde kaybedilen Ege Adaları ve Abdülhamit devrinde İngilizlere üs olarak verilen Kıbrıs da yeni devletin sınırlarına dahil olacaktı. Musul, Süleymaniye ve Kerkük ise zaten 30 Ekim tarihinde henüz işgal edilmemiş olduklarından milli sınırlar içindeydi.

Misak-ı Milli belgesi artık Millî Mücadele’nin “kızıl elmasıydı”. Ancak olayların seyri çok farklı gelişti. İlk olarak Millî Mücadele esnasında Sovyet Rusya’nın desteğine ihtiyaç duyan TBMM Hükümeti, Moskova Antlaşması ile Batum’u SSCB’ye bırakarak Misak-ı Millî’den ilk tavizi verdi.

Bunu Fransızlarla yapılan 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması ile Suriye sınırı belirlenirken İskenderun sancağının Fransız idaresine bırakılması izledi. Halbuki Osmanlı yönetimi, 1918 Kasım’ında Halep’ten ayrılan Antakya, Kırıkhan, Belen ve İskenderun kazalarını Adana’ya bağlamıştı.

Lozan Antlaşması’nda ise Suriye, Filistin, Irak’ın kaybı onaylandığı gibi Kıbrıs’ın İngilizlere ait olduğu da kabul edildi. Arap vilayetleri ve Elviye-i Selase yanında Batı Trakya’da da halk oylaması kararı İtilaf devletlerine kabul ettirilemedi. Hatta Türkiye, Boğazların yönetiminin Boğazlar Komisyonu’na verilmesine de razı oldu.

Lozan sonrasında en büyük hayal kırıklığı ise İngiltere ile yeni bir savaşı göze alamayan Türkiye’nin 30 Ekim 1918 öncesinde işgale uğramadığı halde Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi İngiliz mandası altındaki Irak’a bırakması oldu.

Misak-ı Millî belgesine rağmen yaşanan bu kayıplar, yeni rejim için bir travmaydı. Bu nedenle değişen dünya şartlarının etkisiyle 1936’da Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletlerinin onayıyla Boğazlar Komisyonu kaldırılarak Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarında hakimiyet sağlandı.

İkinci aşama ise 1921’de Fransa yönetimine bırakılan Hatay’ın Türkiye’ye katılmasıydı. Misak-ı Millî çerçevesinde gerçekleşen bu başarılarda, savaşta elde edilen bir zaferler değil dünya konjonktüründeki değişiklikler etkili oldu.

TURAN’A GİDERKEN

Tek parti yönetimi sonrasında iktidarı devralan DP döneminde de Misak-ı Milli’nin temel dış politika hedefi olarak benimsendiği anlaşılmaktadır. Nitekim Türkiye, Misak-ı Milli doğrultusunda Kıbrıs meselesine müdahil oldu ve Londra Antlaşması ile garantör devletlerden birisi olmayı başardı. Bu durum Türkiye’nin Atatürk sonrasında, eski görkemli günlerin özlemiyle kaybedilen toprakları geri alma politikasını benimsediğini göstermekteydi.

Bu doğrultuda Kıbrıs Barış Harekâtı’nı yapan Türkiye, sonrasında da benzer politikaları devam ettirdi. 1991’de, Körfez Savaşı sırasında, dönemin cumhurbaşkanı Özal’a atfedilen ve Musul ve Kerkük için söylendiği iddia edilen “bir koyup üç alacağız” sözü de bunun açık bir şekilde ifade edilmesiydi.

AKP döneminde ise “romantik hedefler” daha da büyütüldü. “Şam’da Cuma namazı kılma” sözüyle Türkiye, Suriye savaşına doğrudan müdahil oldu ve sonrasında şahit olduğumuz ağır faturalar ortaya çıktı. Özellikle MHP ile koalisyonun da etkisiyle bundan sonra da “Mavi Vatan” gibi kavramlarla benzer politikaların devam edeceği açık bir şekilde görülüyor.

Geçmişe bakıldığında “küçük Balkan devletlerine haddini bildirmek için” girilen Balkan Harbi’nde birkaç ayda içinde bütün Batı Rumeli kaybedildiği gibi, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkistan hayaliyle yapılan Sarıkamış Harekâtı büyük bir felakete neden olmuş ve Ruslar Erzincan’ın batısına kadar gelmişti.

İttihatçıların Abdülhamit ve II. Meşrutiyet devirlerinde kaybedilen toprakları geri alma macerası da Anadolu ve Doğu Trakya dışında bütün toprakların kaybedilmesi ve Osmanlı Devleti’nin tarihe karışmasıyla sonuçlanmıştı.

Sonuç olarak cumhuriyetin “kızıl elması” denebilecek Misak-ı Milli, romantik bir yaklaşımla Şam’dan Selanik’e, Adalar’dan Girit’e kadar hayalci hedeflere dönüştüğünde Türkiye’nin Suriye’de yaşadığı olayların çok daha acısını yaşaması kaçınılmaz görünmektedir.

***

Kaynaklar: N. Kaymaz, “Misak-ı Milli Üzerinde Yapılan Tartışmalar Hakkında”,  VIII. TTK Kongresi Bildirileri, Ankara, 1983, C. 3; M. Tunçay, “Misak-ı Milli’nin 1. Maddesi Üstünde”, Birikim, 1976, S. 18-19; Yeni Türkiye Misak-ı Milli Özel Sayısı, Ankara, 2017.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Almanların verdiği toplara tüfeğe güvenerek girilmiş 1. dünya savaşı sonuçları ortadadır ; cephedeki milyonlarca askeri besleyecek tren hatlarının olmadığı savaşta, dedelerimizi düşman değil açlık , giyecek ve ilaç yoksunluğu öldürdü . Atacak mermisi kalmayan askerler nasıl savaşacaktı . Atatürk suriye cephesinde savaşmış yenilmiş bir askerdi . Göreve gelince ilk on senede işlerinden biride (hayatı boyunca yaptığı en iyi iş bence) kurtalan’dan kars’a oradan iskenderun Meriç nehrine kadar tren hatları döşemekti . ikinci bir sarıkamış yemen filistin faciaları yaşanmaması için …
    Sözün özü Türkiye toprak istiyorsa Dünyadaki hakim güçler amerika çin rusyadan daha fazla silah ve teknolojiye sahip olması gerekir , yoksa onların verdikleriyle yetinmek durumundadır …

  2. Kızılelma’nın İslamcı kesimde bir karşılığı var mıdır? BU sorum Bediüzzaman ve Hocaefendi için de geçerli. Yazar bir başka yazısında bunu ele alırsa çok sevinirim.
    Selamlar

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin