Büyük badire sonrası temel siyaset reformu; kimlik (2)

PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM

Kimlik siyaseti ve milletleşme konusu modern teritoryal ulus devletlerin merkezi meselelerinden biridir, hatta belki de en önemlisidir. Teritoryal devlet 1648 Westfalya Barışı sonrasında ortaya çıktı ve önce Avrupa devletlerini, sonrasında da tüm dünyayı etkisi altına aldı. Devletin sınırları kesin olarak çizilmiş ve diğer ünitelerden ayrılmış bir toprak parçası üzerinde, egemen ve meşru bir merkezi bir hükümet tarafından yönetilen organize bir insan topluluğu olarak tanımlandığı bu yeni düzen, 1789 Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan ulusçuluk (nasyonalizm veya milliyetçilik) ideolojisiyle birlikte “teritoryal ulus devlete” dönüştü.

Bu süreçte devletlerin sınırları içerisinde mevcut insan topluluklarını ortak bir kimlik çerçevesinde birleştirme yolları arandı. Bu çözümü göründüğü kadar kolay olmayan bir problemdi. Zira genellikle imparatorlukların bakiyesi olan topraklar üzerinde ortaya çıkan teritoryal devletler, kapsadıkları coğrafya üzerinde yaşayan çok etnisiteli, çok mezhepli, çok dilli, hatta çok dinli sosyal yapılardı.

Ülkeden ülkeye değişmekle beraber, özellikle iki ulus inşası stratejisi ortaya çıktı. Bunlardan birincisi etnik bağ üzerine inşa edilen milletlerdi. İkincisiyse üzerinde yaşanan coğrafyayı hedef alan konseptti.

Etnik bağ vurgulu ulus inşası, genellikle mevcut coğrafyasından daha geniş bir alana yayılmak isteyen, siyasi birliğini tam olarak tamamlayamamış devletlerin seçtiği bir yoldu. Buna göre devletin kendisine esas kabul ettiği etnisitenin yaşadığı devlet sınırları haricinde kalan coğrafyalar da potansiyel olarak birleşmek istenen veya absorbe edilmesi öngörülen araziler oldu. Bunun meşruiyetini o arazilerde yaşayan ve devletin etnik milletiyle aynı ektik kökenlerden gelen insan toplulukları oluşturuyordu. Örneğin Alman ulus tasarımı ister istemez mevcut Almanya sınırları dışında kalan etnik Almanlara ilgi duyuyor, Almanya’yı “doğal sınırlarına” kavuşturmak gibi bir siyasal ülküyü ister istemez devletin ana merkezine eklemliyordu.

Coğrafya ve değerler esas kabul edilen ulus konseptinde ise tipik örnek Fransa’ydı ve sonrasında bu örnek özellikle Amerika, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelerde de benimsendi. Buna göre ulus inşasında esas olan coğrafi aidiyet, ortak değerler, ortak tarih, ortak vatandaşlık bilinci gibi unsurlardı. Tek etnisite, tek dil, tek din, tek gelenek gibi kriterlerin geçerli olduğu birinci tipe göre daha kapsayıcı olması ve devlet sınırları dışındaki benzer özellikler taşıyan insan grupları absorbe etme ve onların yaşadığı coğrafyalara genişleme gibi bir amaç gütmemesi bakımından farklılık arz eden bu konsepte siyaset bilimi literatüründe civic kimlik deniyor.

Bu iki tip ulus konsepti, birbiriyle sürekli bir mücadele içinde oldu. Ancak özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında ikincisi kesin olarak bu yarışı kazandı. Günümüzde etnik bağ esaslı ulus konseptinin de birçok örnekte evrim geçirerek civic ve coğrafi niteliğe büründüğünü gözlemliyoruz.

Vatandaşlık, devletlerin bu kimlik politikalarının hukuksal olarak ifade bulmuş formel şeklidir.

Etnik milliyetçilik ilkesini benimseyen devletlerde kim devletin vatandaşlığını hak eder veya kazanır? Bu tür devletlerde vatandaşlık jus sanguinis (kan hakkı) üzerine inşa edilir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bu tür devletlerin uygulamaları oldukça rijit ve dışlayıcı olmuştur. Devletin asli unsuru olarak kabul edilen bir etnisiteye – sosyal Darwinist ve ırkçı bir yorumla – asli unsur olarak atıfta bulunulmuş, bunun haricindeki etnik unsurlara farklı gözle bakılmış, bu insanlar ayrımcılığa uğratılmıştır.

Örneğin Almanya’da doğumla Alman vatandaşı olan Yahudiler farklı ırktan geldikleri iddiasıyla Hitler döneminde vatandaşlık haklarından mahrum edildiler. Aynı şekilde Almanya, o günkü sınırları dışında kalan ve ırki olarak Alman olan insanları bulundukları coğrafyalara ilgi gösteriyordu. Mesela Çekoslovakya sınırlarındaki Südet Almanları gibi etnik gruplar, Alman dış politikasını belirleyecek kadar önemliydi. Aynı şekilde, vatandaşlığın sonradan kazanılması konusunda da etnik bağ esas teşkil ediyordu.

Savaş sonrasında da Federal Almanya dışından gelen Alman soylulara kolaylaştırılmış Alman vatandaşlığı imkânı sunuldu. Hâlbuki bu dönemde Almanya vatandaşlık prosedürlerini coğrafi-civic konsepti esas alarak değiştirmekteydi. Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı 1991 yılından itibaren Almanya yine jus sanguinis bir temelde Alman soylulara ülkesinde derhal vatandaşlık verdi. Günümüzde civic-coğrafi temelde vatandaşlık olanakları genişletilse de, Almanya halen kan temelli vatandaşlık prosedürünü koruyor.

Oysa coğrafi-civic ulus tanımlamasında jus soli (toprak hakkı) esas alınır. Bu esasa göre etnik-ırksal aidiyet vatandaşlıkta hiçbir rol oynamaz. Bugün Amerika’da, Kanada’da, Birleşik Krallık’ta, Fransa’da, Avustralya’da ve diğer birçok devlette bu esas uygulanmakta. Buna göre, ulusal kimlik ve devletin teritoryal coğrafyası arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu tür devletler kendi sınırları haricindeki insan topluluklarına etnik-ırksal veya kültürel yakınlık nedeniyle vatandaşlık vermez. Vatandaş olmanın yolu, devletin siyasal değerleriyle kurulan bağ ve diğer prosedürlerdir (belli bir süre o devlette yaşamak gibi).

Bu özet mahiyetindeki girişten sonra, şimdi gelelim Türkiye bağlamına.

Osmanlı yıkılma aşamasındayken seçilen yolun etnik ulus konsepti olduğunu daha önceki kısımda ele almıştım. Osmanlı çok uluslu, çok etnisiteli, çok dinli ve mezhepli bir kozmopolit yapıydı. Bu yapıyı bir arada tutan ne olabilirdi?

Akçuralı Yusuf Bey’in “üç tarzı” içerisinde Osmanlı kimliği önerisi tümüyle civic-coğrafi aidiyetti. Daha önce izah ettiğim üzere bu maya tutmadı. Bunun ardından yine civic-coğrafi kabul edilebilecek, ama daha az kapsayıcı “İslami aidiyet” veya “Ümmet aidiyeti” üzerine bir kimlik inşası üzerinde duruldu, ama yine daha önce dile getirdiğim gibi, bu da İmparatorluk halkı üzerinde bir çatısal kimlik oluşturamadı. Geriye kalan, ulus inşası modeliydi. Ancak ulus inşasında iki yol vardı: ya ırksal-etnik kimlik tercih edilecekti ya da coğrafi aidiyeti esas alan civic bir kimlik. Osmanlı elitleri birincisini, yani ırksal-etnik kimliği tercih ettiler.

Şimdi bunu inceleyelim…

Öncelikle bu kimliğin seçilmesinde rol oynayan faktörler neydi, onların üzerinde durayım.

Türklük konusu Osmanlı tarihi boyunca hiçbir ehemmiyet atfedilmemiş bir kimliktir. Ne Osmanlı Hanedanı kendilerinin Türk soylu olduğunu iddia etti ya da kabul etti, ne Türklük temelinde bir dış siyaset ya da kimlik politikası takip etti, ne tebaasını etnik kategorilere ayırdı ve Türk kategorisine soktuğu tebaayı asli unsur kabul etti, ne de bu tebaadan olmayanları bir ayrımcılığa tabi tuttu. Yani Osmanlı için tebaanın etnik aidiyetinin hiçbir önemi yoktu. Ne zamana kadar? Yirminci yüzyıl başlarına kadar; diğer bir ifadeyle İmparatorluk yok oluş sürecine girene dek.

Diğer bir veri, Türklük hakkındaki çalışmaların çok büyük bölümünün Osmanlı dışı bölgelerden gelip Batı’daki ırk-etnisite temelli kimlik kuramlarını Osmanlı sosyal dokusuna tatbik etmeye çalışan Türkî aydınlardır. Ağaoğlu, Hüseyinzade, Akçuralı, Zeki Velidi gibi Türkî aydınlar başta olmak üzere birçok göçmen yazar ve düşünür, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun kültür hayatı üzerinde etkili oldular.

Türkçülük akımı, dediğim gibi Osmanlı ve İslam kimliklerinin İmparatorluk sosyal dokusunu bir arada tutma kabiliyetlerinin olmaması nedeniyle önem kazandı. Türk Yurdu gibi dergilerin ve sayısız makale, köşe yazısı ve kitapların da etkisiyle, Türk tarihine ve Türklük kimliğine ilgi arttı. Entelektüeller, aydınlar, yazarlar, siyasi karar alıcılar gittikçe bu konuya daha fazla ilgi gösterir oldular. Rusya’daki Türkî nüfusun yoğun olduğu bölgelerde ortaya çıkan Türklük akımı ve Ceditçilik (reformculuk) da Osmanlı aydınları üzerinde etkili oldu. Birçokları Osmanlı’nın yeniden ayağa kalkması ve kendisini toparlaması için İmparatorluğu kozmopolit bir yapıdan bir Türk imparatorluğuna dönüştürmek hayaline kapıldı.

Bu hayal İttihat ve Terakki Fırkası’nın ileri gelenlerini de etkisine almıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, Türkçülük temelinde sosyolojiyi yeniden biçimlendirmek ve dış siyasette de Turancı bir istikamette hareket etmek gibi imkânları sunuyordu. Azerbaycan’la birleşmek, Kırım ve Volga Tatarları’nın yaşadığı bölgeleri kontrol etmek, Orta Asya’da etkin olmak gibi siyasi düşünceler, Enver Paşa gibi liderleri etkisi altına almıştı.

Böylece iki şey yapıldı: 1) Anadolu’da homojenleştirici ve “etnik temizlikçi” bir politika benimsendi, 2) Rusya’yla harbe girildi. Kafkas cephesinin açılması tümüyle bu amaçla olmuştu. Bu siyasette kısa süreli ilerlemeler de kat edildi. Nuri Paşa komutasında Bakü fethedildi. Anadolu’da Ermeni nüfus tehcirle ve soykırımla ortadan kaldırıldı. Türk kimliği Osmanlı ve İslam kimliklerinin yerini aldı ve esas belirleyici oldu.

İşte Türkiye Cumhuriyeti bu mirasın üzerine inşa edilecekti.

(Devamı bir sonraki yazıda)

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Türkofon, Mongoloid derken şimdi de Türkî çıktı karşımıza.
    Bir karar ver sayın Çaman, biz neyiz, peki bu yazıştığımız dil nedir.
    Uşak, Afyon, Isparta, Sivas, Kastamonu, vb. yerli ahalisini, düğünlerini, geleneklerini hiç mi görmedin, hiç mi duymadın. Hayatında hiç Yörük de mi görmedin, Yörük ne peki, o da mı Türkofon. Sosyal bilimler tahsil eden biri nasıl bu kadar cahil olabilir, nasıl bu kadar kendi halkına yabancı olabilir.
    Koskoca profesör “Türk” dememek için kırk takla atıyor. Tabii Çaman gerçek profesör kabul edilirse, bana göre ortaokul sosyal bilgiler öğretmeni bile olamaz.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin